Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

24 Haziran 2017 Cumartesi

29 Günlük Ramazan Orucu ve Çıkardığım Hayat Dersleri

Orucun dini hikmetlerinden bahsetmeyeceğim. Artık neredeyse tüm sağlık otoriteleri tarafından kabul edilmiş bir durum olan, orucun sağlığa olan faydalarından ve kalori kısıtlaması yapmanın insan ömrünü uzattığının kanıtlandığından da bahsetmeyeceğim. Bense, güzel bir alışkanlık olarak tuttuğum Ramazan oruçlarından daha ziyade bir farkında olarak tuttuğum bu yılki Ramazan orucundan çıkardığım aşağıdaki hayat derslerinden bahsedeceğim:

·         Oruç tutmanın hem vücudu hem de ruhu saflaştırdığını anladım. Çünkü, oruç tutarken daha az öfkelendiğimi, daha sakin  ve iç huzurlu birisi haline geldiğimi fark ettim.

·         Hırs, bencillik, aç gözlülük ve karşı konulmaz arzulara sebep olan hayvani duyguların Ramazan orucu ile etkisini kaybettiğini bir kere daha idrak ettim.

·         İnsanın ne kadar aciz ve kırılgan olduğunu anladım. Yemek ve içecek bulamadığı zaman nasıl mahzunlaştığımızı gördüm.

·         Yemek yiyememenin ne büyük bir mutsuzluk olduğunu anladım.

·         Tüm hayatımızın ne kadar çok nimetlerle dolu olduğunu ve bolluk içinde yaşadığımızı günde 19 saat açlık çekince daha iyi anladım.

·         Hergün, sanki kuralmış gibi 3 ana ve bir kaç ara öğün yiyerek ve neredeyse hiç durmadan yiyerek ve bir şeyler atıştırarak tüketerek, vücuduma kötülük yaptığımı anladım.

·         Yani, yaşamak için yiyeceğimize, çoğu zaman yemek için yaşadığımızı anladım.

·         Yemek ve içmek dahil birşeylere bağımlı olmanın insan olma potansiyelini nasılda aşağılara çektiğini anladım.

·         İnsanoğlunun hayatının büyük bir bölümünün durmadan yiyerek, içerek ve tuvalete taşınarak geçtiğini üzüntüyle anladım.

·         Yemek yememenin ne kadar büyük bir hafiflik ve rahatlık olduğunu anladım.

·         Hepimizin içindeki aç-susuz kalma korkusundan dolayı kalktığımız sahura kalkmaktan, sonra da tok mideyle uyumaya çalışmaktan dolayı bir de kaçınılmaz olarak kronik uykusuzluk yaşadığımızı anladım.

·         Halbuki insanın bir gün içinde, sadece bir öğün ile çok rahat yaşayabileceğini, açlıktan ve susuzluktan ölmeyeceğimizi öğrendim. Çünkü bu yıl sadece 1 öğün (iftar) yediğim halde oruç tutmakta hiç zorlanmadım.

·         Oruç tutmanın en görünür vechesi olan, fakirler ve açlık çeken insanlarla kaçınılmaz olarak empati yapabildim.

·         Oruç tutarken daha az terlediğimi bu yüzden kötü kokma endişesi taşımadığımı gördüm.


·         İYİ BAYRAMLAR DİLERİM :)

17 Haziran 2017 Cumartesi

İnsanın Yolculuğu ve Sınanması

İnsanın yaratılıştan beri gelen sınanması ve yolculuğu devam ediyor. Hz Adem’in oğulları Habil ve Kabil arasındaki mücadeleden beri insanın sınanması, iyi ve kötünün bitmek bilmeyen mücadelesi devam ediyor. İnsan, çok zorlu günlerden ve sınamalardan geçti. Hala daha sınanmaya devam ediyor. İnsan cahildir, insan gafildir, insan aç gözlü ve zalimdir. Ama tüm bunlara rağmen, insanın, insan olma vebali ve sorumluluğu şüphesiz omzlarındaki en büyük yüktür. Bu ağır yük ve tüm zorlukların yanında insanın coşkusu, cesareti ve potansiyeli sınırsızdır.

 

Bin yıllardır sınanıyor insan,

Meraklı, gafil, tutkulu ve günahkardı insan.

Bitmek bilmeyen arayışlara girdi insan.

Bir gün her şeyini geride bırakıp gitti insan.

Altından kalkamayacağı büyük işlere kalkıştı.

Göçü hazır olmadan bilmediği coğrafyaları keşfetmeye,

Bir daha asla dönemeyeceğini bildiği yolculuklara çıktı insan.

Hindistan'ı ararken Amerika’yı buldu insan.

Elektriği bulup, evrenin gizemlerini bir bir çözdü insan.

Uzaya çıkıp Aya ayak bastı insan.

Senfoniler besteledi, DNA nın yapısını çözdü insan.

Aslında kendini aramaktaydı insan.

Ebedi olma tutkusu ve ihtirası ile sonsuza dek yaşamak ve anılmak istedi insan.

Tüm dünyaya hakim olmuş ve açgözlüce medeniyetini kurmuştu insan,

Artık yeryüzünde halifeydi insan,

Şaştı bu işe ama neticede özgürdü artık insan,

Ama artık daha da yalnızlaşmış, daha güvensizleşmişti insan,

Umutsuzca evrensel doğru ve ahlak aradı insan!

Zira ne freni, ne de sınırı vardı coşkuda ve vahşette insanın,

Ama nafileydi tüm bu arayışları insanın!

Bin yıllar önce unutuğu o eski korkularına kapıldı insan,

Zira, yıldızlı bir gecede koca evrende yine yapayalnız kaldığını dehşetle anladı insan!

 

Yazar "Yansımalar" kitabında Doğu ve Batı medeniyetleri arasındaki farklılıkların kökenini denemeleriyle sorgularken, biz neden neden böyleyiz, onlar neden öyleler sorularının cevaplarını yazdığı denemelerle bulmaya çalışıyor. Yazar, kitabında hayatın şaşırtan zıtlıklarının yanında iyi ve kötünün bin yıllar süren mücadelesinin arasında insanlığın bitmek bilmeyen şekilde sınanmasına dikkat çekiyor. Yazar, “evrensel iyi nedir, mutluluk nedir, insan olmanın zirve noktası nedir?" gibi zor soruların cevaplarının peşinde koşarken düşünce, felsefe ve inanç sistemlerinin labirentlerinde kaybolmanın iç huzursuzluğunu okuyucusuyla paylaşıyor.

3 Haziran 2017 Cumartesi

Özümüze, Savaş Meydanlarına Geri Dönüyoruz

Hiç kuşkusuz korkusuz, savaşçı ve asker bir milletiz. Ancak, bizi biz yapan savaşçılığımızın ve savaş meydanlarında fırtına gibi estiğimiz dönemlerin üstünden yüzyıllar geçti. Bir türlü ayak uyduramadığımız endüstrileşme akımı ve icat edilen modern silahlar ile birlikte, kaçınılmaz olarak savaş meydanlarında kaybetmeye başladık. Zira, artık "Tüfenk icat olup mertlik bozulmuştu!". Batı’daki endüstri devrimi sonucunda ortaya çıkan teknolojik gelişmeler ve icat edilen modern silahlar yüzünden, artık bilek gücü, mertlik, yiğitlik, cesaret ve at binme becerisinin hiçbir önemi kalmamıştı. Yapabileceğimiz tek şey; bilimsel ve silah geliştirme yarışına girmek idi. Fakat beş yüzyıldır ekonomik olarak çok zayıf olan İmparatorluğumuzun böyle bir yarışa girebilecek imkanı yoktu. Yaklaşık 3-4 yüzyıldır sürekli geriledik, küçüldük ve ezildik! Artık kaybettiğimiz savaş meydanlarındaki psikolojik üstünlüğümüzü ve sonrasında da aşama aşama görkemli imparatorluğumuzu kaybettik. Hatta, neredeyse tümden yok olma aşamasındayken son bir çaba ile birleşerek topraklarımız bir kısmını kurtarıp Türkiye Cumhuriyetini kurabildik. Ama kaybetme travması ve ezilmiş psikolojisi hiçbir zaman milletimizin yakasını bırakmadı. Adeta bir aslan zorla kafese konulmuş, pençeleri ve dişleri paslı kerpetenle sökülmüş durumdaydı. İşte Türkiye'nin ve Türk milletinin hali tamı tamına yüzyıllardır kafeste tutulan aslanın bu acıklı hali gibiydi. Ancak bu uzun bekleyişimiz, ezilmişliğimiz ve köşeye sinmişliğimiz artık sona eriyor. Uyuyan bir devi yani Türkleri zorla uyandırdılar! Görünen o ki, millet olarak özümüze, yani savaş meydanlarına geri dönüyoruz. Son 15-20 yılda savunma sanayinde yaptığımız yatırımlarla askeri kapasitemizi artırmakla kalmıyor, son üçyüz yıllık suskunluğumuza ve ezilmişliğimize de son veriyoruz. Ülke olarak, büyük bir savaşa hazırlanıyoruz. Bu savaş, bizim son savaşımız mı olacak bilmiyorum. Ama emin olduğum konu, coğramızdaki son gelişmelere ve ülkemizin hazırlıklarına baktığımda büyük bir savaşın kapımızda olduğunu görebiliyorum.

Silahlanma yarışı ve silah teknolojisi alanlarında geldiğimiz noktayı küçümseyenler olabilir. Ancak, aşağıdaki şimdiye kadar yapılanları ve yapılacakları okuyunca bana hak verecek ve büyük bir savaşa gittiğimizi göreceksiniz. Diğer yanda bu kadar büyük bir askeri güç, o gücü kullanmadan aktif olarak tutulamaz. Aslında Türkiye Cumhuriyeti olarak, belki bizi bu noktaya istemeden sürükleyenler yine, yıllar yılı bize silah ambargosu uygulayan ve talep ettiğimiz kritik silahların satışını engelleyen Batılı müttefiklerimiz oldu. Aslında müttefikimiz görünüp arkamızdan kuyumuzu kazan devletler istemeden, yüzyıllardır uyuşmuş bir şekilde uyuyan devi uyandırdılar! Ülkemizin askeri kapasite son 20 yılda yapılan yatırmlarla dünyanın en ileri ülkelerinin seviyesine çıktı. Türkiye kendi silahlı, silahsız insansız hava aracı teknolojisi konusunda dünyanın en ileri ülkelerinden biri oldu. Geliştirilen Bayraktar ve Anka ihalarımız Suriye ve Irak’ta PKK ile yapılan savaşın, Libya’daki savaşın ve son olarak da Karabağ’da Azeri kardeşlerimizle Ermenistan’ın yaptığı savaşın kaderini değiştirdi. Ülkemiz neredeyse tüm silahlarımızı, askeri ve gözetleme uydularımızı (Göktürk), kendi topumuzu (Fırtına) ve tankımızı (Altay), kendi bombalarımızı (HGK, KGK…vb), savaş uçağımızı (Hürkuş), helikopterimizi (Atak), füzelerimizi (Cirit, Umtas, Som, Atmaca…vb), kendi hava savunma sistemimizi (Hisar), kendi savaş gemilerimizi (Milgem) yapabilir hale geldi. Bu yazdıklarım, sadece medyaya yansıyanlardan bizim bildiklerimiz. Bunun yanında bilmediklerimizin de olduğunu bilmek, bir Türk olarak insanı gururlandırıyor ve egosunu tatlı tatlı okşuyor. Çünkü, güçlü olma hissi muhteşem bir duygu. Çünkü biz asker bir milletiz. Bizler, Batılı ülkelerde görülemeyecek şekilde askerliği, polisliği, savaşı ve silahı seviyoruz. Bu yüzden, ordumuzdaki bu yükselişten dolayı milliyetçi, muhafazakar milliyetçi, Turancı Türklerin yani bir çoğumuzun içi kıpır kıpır. Savaşa gidiyor olmamızın heyecanının yanında, gücün ve kendine olan özgüvenin getirdiği bir extacy ve mutluluk da var. Zira “Güç” bizim toplumumuzda en büyük erdemdir. Güçle birlikte gerçek özümüze dönmenin, savaşçılığımıza, savaş meydanlarının efendisi olduğumuz günlere dönmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Bu duygu, adeta yıllar yılı kafese hapsedilmiş bir aslan gibi olan Türkiye ve Türklerin kafesini parçalayıp zincirlerini kopardığı andaki heyecan ve coşkunun eşlik ettiği bir mutluluktur. Evet, belki biz tarihte sistemler kuran, normlar yaratan devlet olamadık. Belki de hiçbir zaman normlar, sistemler ve ileri uygarlıklar kuran bir halk da olamayacağız. Ancak, tarihin birçok sayfasında dünyaya nizam ve yön veren güçlü devletlerden biri olduk. Tarihin bazı sayfalarını bizzat biz yazdık. İnanıyorum ki, tarihte olduğumuz gibi dostlarına güven, düşmanlarına da büyük korku veren güçlü ordusu ile tekrardan dünyanın gidişine yön veren, büyük ve etkili bir ülke olacağız. "Kızıl elma" demiyorum çünkü herkesin kızıl elması farklı bir şeydir. Sadece inanıyorum ki, tarihin her sayfasında olduğu gibi, vatansever, savaşmaktan korkmayan, ölüme bile koşarak giden, cesur ve savaşçı insanları sayesinde tarihi şekillendiren çok güçlü bir devletlerden biri olacağız. Ve ben, böyle bir halkın parçası olmaktan dolayı gurur duyuyorum!

Diğer yandan bu heyecan ve coşkun duygular, bizi daha büyük bir yıkıma, esarete ve hatta yok oluşa da götürebilir! Yine geldik Yin Yang'a. Millet olarak neredeyse beş asırdır zayıf ve fakir bir durumdaydık. Tabiri caizse adeta ürkek bir köpek gibi kuyruğumuz bacaklarımızın arasındaydı! Bu yüzden kendimizi güvende hissedebilmek için Nato'ya girdik. Son 60-70 yılda ülkemiz ekonomik ve askeri olarak çok zayıf olduğundan, kendimizi güvende hissedebilmek için Nato'ya yaslandık. Bu dönem etrafımızdaki hiç bir savaşa, yada çatışmaya bulaşmadık. Fakat güçlendikçe diklenmeye ve eski coğrafyamızda boy göstermeye başladık. Adeta bir aslan gibi kuyruğu dikleştirdik. Bir arslan gibi kükreyerek etrafımızdaki  coğrafyada racon kesmeye başladık. Biraz da bulunduğumuz coğrafyadaki gelişmelerin bizi buna zorlaması ile Suriye'ye, Irak'a müdahale etmeye başladık. Libyaya ve Karabağ’a müdahale ettik. Operasyonlarda ve cephede başarı kazandıkça, ezilmişlik duygumuz kaybolup, eski özgüvenimiz fazlasıyla yerine geldi. Bu da daha fazla gözümüzü karartmamıza ve bizi daha fazla risk almaya yöneltti. Umarım bu güçlenme ve yıkım döngüsü bizi altından kalkamayacağımız daha büyük savaşlara ve tümden bir yıkıma götürmez! 2000 yılından 2020 yılına kadar etrafımızdaki coğrafyadaki gelişmelere ve yapılan hazırlıklara bakınca, yakın gelecekte büyük bir savaşa girmemiz kaçınılmaz gibi görünüyor. Kesinlikle çok kan akacak gibi görünüyor! Umarım en azından bu savaş bizim savaşımız olur! Yoksa gerçekten hepimize çok yazık olur!

2 Haziran 2017 Cuma

Rutinin Gücü

Rutine girmek günümüzde, sıkıcı, renksiz, zevksiz bunaltıcı, acilen kurtulunması gereken bir hayat döngüsü, bir çıkmaz, bir kısır döngü olarak lanse ediliyor ve algılanıyor. Evet aynı günlük sıkıcı işlerle uğraşmak bize sıkıcı geliyor. Bu işleri sıkıcı, bize faydası olmayan, kendimizi geliştiremediğimiz işler olarak baktığımızda, içine girdiğimiz rutinler bizim için sıkıcı ve bunaltıcı oluyor. Hayat enerjimizi sömürüyor. Bizi mutsuz ve umutsuz kılıyor. Ancak aslında "rutin" e karşı bakış açımızı değiştirirsek, "rutin" in de alışkanlık gibi ne kadar büyük bir güç olduğunu da idrak edebiliriz. Rutin sıkıcı bir döngü olduğu gibi, aynı zamanda güçtür de. Bunun yanında rutin, verimliliktir, başarıdır, rutin çoktur ve kolaylıktır. Rutin, daha kısa zamanda daha fazla değer üretmektir. Rutin bir güçtür, çünkü alışkanlığa dayanır. Alışkanlığın gücü üstüne yazılmış onlarca kişisel gelişim kitabı vardır. Alışkanlık kazandığımız şeyler, kendimizi hiç zorlamadan, kolaylıkla, hatta otomatikman yaptığımız, yapabildiğimiz işlerdir. Bu yüzden alışkanlıklarımız asla bize zor gelmezler. Ruhumuzu ve bedenimizi sıkarak zorlamazlar. Rutin verimliliktir. Çünkü kişisel verim, birim zamanda daha çok, daha kaliteli iş üretmektir. Bu ev işi yada, hayatınızı kazandığınız iş, meslek, ofis işi olabileceği gibi, sınavınız için çalıştığınız bir ders, müsabakaya hazırlandığınız bir spor için yaptığınız antrenmanlar, fit bir beden için yaptığınız günlük egzersizler, üstünde çalıştığınız bir proje, yazdığınız bir kitap, uğraştığınız bir sanat projesi de olabilir. Her ne yapıyorsak yapalım, verim, daha çok üretmek, kaliteli yapmak, hızlı yapmaktır. Bunun yolu düzenli, disiplinli çalışmak, rutine girmektir. Rutin başarıdır. Çünkü kısa zamanda, daha çok yapan, daha kaliteli çıktı üreten, daha hızlı üreten kazanır. Bu da başarıyı getirir. Rekabete dayanan işlerde, sporda, kişisel yarışlarda, en iyilerin iyi okullara yerleşebildiği ülkemiz sınav sisteminde, en iyilerin, en hızlı, en ucuz, en kaliteli olanların kazandığı ticaret, iş ve çalışma hayatında, rutini ve verimliliği en iyi şekilde uygulayan kişiler ve şirketler kazanır. Aynı şekilde rutine ve verimliliğe dayalı çalışma hayatı olan ülkeler de ekonomik güç olarak dikkat çekerler. Buna verilebilecek en iyi örnek Almanya'dır. Çünkü, dünyada çalışma ve kişisel yaşam dengesinin kurulduğu en başarılı ülke Almanya'dır. Çalışma saatleri en kısa ülkelerden biri olmasına rağmen, en üretken, en verimli, en başarılı, en zengin ülkelerden biri Almanya'dır. Bunu da verimlilik ile başarmışlardır. İnsanların kişisel ve özel yaşamlarına çok büyük önem ve değer verilen bu ülkede, çalışma hayatı ise daha çok aynı işi daha kısa zamanda, daha kaliteli, daha verimli üretme anlayışı üstüne kuruludur. Almanya'da insanların uzun süreler mesai yapmalarına iyi bakılmaz, izin verilmez. Alman devleti belli bir saatin üstünde fazla mesaiye izin vermez. Hatta ofislerde, iş yerlerinde mesaiye kalmak isteyen kişinin yanında mesaiye kalan başka bir kişi yoksa, fazla mesaiye kalamaz. Çünkü yalnız çalışıyorken başına bir şey gelirse, kendi başına çalıştığı için kimse ona yardım edemeyeceğinden dolayı hayatını kaybedebilir gerekçesiyle. Bir de çok uzun saatler çalışan insanların verimli olamayacakları, üretken olamayacakları, kendilerini işlerine vermeyeceklerini bildiklerinden, fazla mesaiye sıcak bakılmaz. Bu yüzden, fazla mesai yapan kişiden daha fazla vergi alırlar. Almanya ile en iyi karşılaştırma örneği bizim kendi ülkemizdir. Ülkemizde Almanya ile karşılaştırıldığında, çalışma saatleri ve fazla mesailer ile neredeyse Almanya'nın iki katı çalıştırılan itaatkar insanlarıyla emek sömürüsünün had safhaya çıktığı ülkelerden biridir. Fakat bunun karşısında ürettiğimiz katma değer, üretim, iş, ticaret, mal, para, sanat, bilim, başarı Almanya devleti insanları, şirketleri ile karşılaştırılamayacak ölçüde azdır. Bunun sebebi yine rutin ve verimliliktir. Rutin; kişisel, ekipsel veya devletsel bir çalışma rekabet gerektiren her alanda başarıyı getirir. Hatta savaşlarda bile.
Hızlı olan, ucuz fakat kaliteli olan, çok üreten ülkeler, şirketler ve kişiler kazanır. Sanayide "Benchmarking" diye bir kavram vardır. Dünyaca ünlü büyük firmalar kendilerini geliştirmek, proseslerini iyileştirmek ve hızlandırmak, karlılıklarını artırmak için kendi aralarında anlaşmışlar. Kendilerini ve proseslerini diğer şirketlere ( rakip olmayan) incelemeleri için açmaya karar vermişler. Adına da "Benchmarking" demişler. Benchmarking ve inceleme yapmak isteyen şirketlerin, incelemek için başvurdukları şirket, istenilen departmanda istenilen belgeyi, bilgiyi ve işlemi (process) kendi isteği ile verme  ve sağlama taahhüdüne dayanır. İstenilen tüm bilgiyi sağlarlar. Çünkü kendileri de geliştirmek istedikleri, zayıf kaldıklarını düşündükleri bölüm ve prosesleri için istedikleri zaman başka şirketin (rakip olmayan) kapısını çalabilirler. Aldığım "Benchmarking" eğitiminde beni etkileyen şey, DHL firmasının dünya üstündeki mal gönderme hızı ve performansını artırmak amacıyla Benchmarking yapmak için Ferrari F1 takımını seçmesi idi. Çünkü F1 yarışlarında Ferrari yıllardır fırtına gibi esiyordu. Yıllardır şampiyonluğu hiç bir ekibe koklatmıyordu. Bunu nasıl başarıyorlardı? Teknolojik üstünlüklerinin yanında, ilk planda gözle görünmeyen bir lojistik mücadelesi de vardı. İşte DHL bu gözle görünmeyen, kimsenin dikkat etmediği prosesi Benchmarking incelemesi yapmayı kendine hedef olarak seçmişti. Araçların pit stop alanına yanaşıp yağ değiştirme, lastik değiştirme, yakıt dolumu, motor bakımı ve kontrolü o kadar kısa bir sürede yapılıyordu ki, tüm bu saydığım işlemler dakikalar, hatta saniyeler içinde gerçekleşiyordu. Nasıl oluyordu da yağ değiştirme, lastik değiştirme, yakıt dolumu, motor bakımı ve kontrolü bu kadar kısa bir sürede tamamlanabiliyordu? Dünya üstünde her hangi bir noktadan, başka bir noktaya mal ve kargo gönderimi için bu prosesden esinlenebilecegini anlayan DHL firması Ferrari'yi incelediler. Nasıl bu kadar verimli, organize ve hızlı olabildiklerini öğrendiler. Kendi proseslerini ve aksayan yönlerini gözden geçirdiler. Ferrari F1 takımından ilham alarak, kendi proseslerini değiştirdiler ve geliştirdiler. Böylece kendilerinin aksayan ve yavaş kalan mal gönderim proseslerini geliştirdiler. Kendi iç süreçlerini geliştirerek hızlandırdılar. Bu esinlenme ve Benchmarking'e dayalı proses geliştirmeleri sonucundada, dünyanın herhangi bir yerinden bir yerine, kargo, mektup, posta, üretim parçası göndermek, 1-2 gün gibi astronomik hızlara çıkabilmiştir. DHL, işte bu anlayışa Formula 1 yarışlarından ve Ferrari takımından ilham alarak ulaştı. DHL dünya üstünde hızlı gönderi ve lojistik hizmetlerini ilk uygulayan ve halen daha devam ettiren dünyaca ünlü bir firmadır. Ferrari F1 takımını ve DHL'i işte bu başarıya taşıyan faktör verimlilik ve hız idi. Rutine girmeleri idi.
Belki ülke olarak rutin'e girmediğimiz, giremediğimiz için her alanda ki amatörlüğümüzden bir türlü kurtulamıyoruz. Yaptığımız işlerde uzmanlaşmayı başaramıyoruz. Ülke olarak, toplum olarak, bireyler olarak yaptığımız hiç bir işte iyi değiliz. Ne sanatta, ne sporda, ne mühendislikte, ne ticarette, ne yaptığımız işlerde, zanaatte, kısacası hiç bir şeyde iyi değiliz! Çünkü bizde para hırsı ve emek sömürüsünden dolayı tüm iş kollarında değişim ve sirkülasyon çok fazladır. Çalışma hayatı ve emek dünyasının büyük bir kesimi asgari ücrete mahkumdur! Ustalığın, emeğin ve işçiliğin değeri yoktur! Çoğunluk süpermarket çalışanları, restaurantların garsonları mutsuzdur! Çoğunluk dolmuş, taksi ve belediye otobüsü şoförleri asabi, terbiyesiz ve saygısızdır! Örneğin; her gün işe giderken kullandığımız servis ve şoförü sürekli değiştiği için genel bir hoşnutsuzluk ve güvensizlik yaşardık. Fakat bir zaman diliminde şoförümüz ve kullandığı kendine ait olan otobüsü uzunca bir süre hiç değişmedi. Şoförümüz kullandığı ve sahibi olduğu otobüs ile bir bütün haline gelmişti ki, neredeyse otobüsün parçaları ve gövdesi sanki onun vücudunun birer parçası haline gelmişti. Aracının limitlerini ve kabiliyetlerinin farkında olarak, bunu tüm servis ile yolculuk yapanlara hissettirirdi. Kendisi oldukça hızlı kullanmasına rağmen hiç bir tedirginlik yaşamadık. Kendisi de otobüsünü o denli benimsemişti ki, sanki kendi evi gibi her daim tertemiz tutuyordu. Bu durum, servisi kullanan biz personele bile pozitif enerji olarak yansımaktaydı. Ancak bunun gibi örneklerle çevremizde çok az karşılaşıyoruz. Genelde ise gördüğümüz; emek sömürüsü, sirkülasyon, düşük profilli hizmetler ve kalitesizlik her alanda göze çarpıyor.
Rutin "çok" tur. Rutin, sistemdir, otomasyondur, çok üretmektir. Rutin kolaylık ve verimliliktir. Her gün aynı işi yapan kişinin eli hızlanır. Her gün yaptığı işi, bir önceki günden daha kolay yaparken daha çok üretir. Yeni başladığı bir işte insan, ilk zamanlarda zorlanır. Yapamaz, çok kolay yapamaz, kaliteli yapamaz. Ama zamanla yaptığı işte hızlanır. Daha kaliteli yapmayı öğrenirken, yaptığı işin hızını ve kalitesini sürekli artırır. Aynı zamanda daha çok üretirken zenginleştiği gibi, aynı iş için gün geçtikçe daha da az efor sarfeder. Bu yüzden seri imalat sektöründe ana üreticiler yan sanayicilerden "ramp up" planlarına uymalarını bekler ve bunu isterler. Bu plan dahilinde yeni seri imalata başlanan zamanlarda az olan parça üretim sayısı, yavaş yavaş artar. Ayrıca imalatçıların günden güne, aydan aya, yıldan yıla kendilerini geliştirmeleri, verimlerini artırmaları için aynı parça için daha az ücret verirler. Böylece imalatçılarını zorlayarak, verimi artırmaya, daha çok parçayı, daha kısa zamanda, daha ucuz üretmeye böylece karlılıklarını artırmaya uğraşırlar. Bunun yolu da "rutine girmekten ve rutinin gücü " nü kullanmaktan geçer. Ancak siz rutinden kaçıyorsanız, rutine girmekten bunalıyorsanız, rutine girmekten ruhunuz sıkılıyorsa, ya kendinizi yada yaptığınız işi değiştirmeniz gerekmektedir. Belki yaptığınız iş size göre değildir. Aynı işi uzun süre yapmak, verimli üretken şekilde yapmak size keyif vermiyordur. Belki kendinizi körelmiş ve işe yaramaz hissediyorsunuzdur. Size keyif vermeyen bir işte de başarılı, verimli, üretken, mutlu olma şansınız yoktur. Ya yaptığınız işi, yada mentalitenizi değiştirmeniz gerekiyor. Eğer bunların hiç birisini yapamıyorsanız da, kendi şahsi menkıbenizi ve kendi hayat projenizi bulmanız gerekiyor. Belki siz de bu hayattaki projenizi bulamadınız henüz. Zaten projenizi bulunca hiç kimsenin bir sey söylemesine gerek olmadan, o projenin peşinde sürüklenir gidersiniz. Kendi projenizi bulduğunuz anda, o yolda yürümeye başlayınca, zaten kendiliğinizden rutine girer, veriminizi artırır daha fazla yürümeye, koşmaya çalışırsınız. Bu durumda sizin için başarı, artık eski önemini kaybeder. Esas önemli olanın aslında o yolda yürümek olduğunu anlarsınız. O durumda siz zaten başarmışsınızdır. Bu ruh haline ulaşınca, başarı zaten artık kaçınılmaz olarak sizinledir. Herkesin verimli olduğu zaman dilimi ve biyolojik saati farklıdır. Kimisi sabah saatlerinde enerjik ve verimli çalışabiliyorken, bazısı öğleden sonra veya geceleyin verimli olabilir. Dolayısıyla, işlerinizi ve projelerinizi günlük olarak en verimli olduğunuz saatlerde, aksatmadan yürütmeye gayret edin.
Alışkanlık ve rutin bir güçtür. Bu gücü elde edebilmek için ise irade gereklidir. Başladığınız projede, çıktığınız yolda, giriştiğiniz işte, yaz-kış, sıcak-soğuk, yağmur-güneş hiç bir koşul sizin iradenizi ve isteğinizi kıramamalı. Bunu yapabildiğiniz andan sonra, başaramayacağınız şey yoktur. Başarıyı herkes ister ancak, başarı için o zorlu yolda yürümenin bedeline razı olan insan sayısı çok azdır. Maalesef sadece aşırı heyecanlar sonucu oluşan hayaller, hevesler ve gerçekçi olmayan beklentiler ile başarı gelmiyor. Evet, rutine hiç çekinmeden, korkmadan girin. Rutine girin ki büyüyün, gelişin, hızlanın, verimlenin. Her günkü rutininize girin. Girin ki rutininiz ve alışkanlıklarınız gücünüz olsun. 

*Nevzat Keleş - Hayatın Yönü" adlı kitabından
Bumerang - Yazarkafe