Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

30 Ağustos 2017 Çarşamba

Güzel Memleketimizden Trafiğin Yansımaları


Topyekün Yollardayız
Millet olarak her şeyi toplu yapmayı severiz. Örneğin her bayramda ve uzun tatil dönemlerinde adeta kavimler göçünü tekrar tekrar yaşıyoruz. Her bayram tatilinde köylerimize, memleketlerimize, sevdiklerimize veya tatile göçüyoruz. Tüm otoban, şehirlerarası yolları dolduruyoruz. Her bayram veya tatil gidişinde, hem de dönüşünde bu trafik stresini ve çilesini yaşıyoruz. Trafikte bunalıyoruz, sinir harbi yaşıyor, belki cinnet geçiriyoruz. Kurallara riayet olmadığı için hakkımızı korumaya çalışma stresinden bunaldıkça bunalıyoruz. Her bayram, yollarımız kan gölüne döndüğü halde, ne biz vatandaş olarak kurallara uyma konusunda ders çıkarıyoruz ne de devletimiz gerekli dersleri çıkarıp, trafik kontrollerine ağırlık veriyor. Adeta vatandaşlar ve devtetimiz olarak, ölümleri tamamen kadere yükleyip, adeta üç maymunu oynayarak, görmemeyi, duymamayı ve blmemeyi tercih ediyoruz.
Trafik çilesinin farklı ve çok daha yıpratıcı yansımalarını büyükşehirlerde yaşayan insanlar hemen her gün, bazı küçük şehirlerde yaşayan şanslı insanlar ise zaman zaman yaşarlar. İşte insanı en çok umutsuzluğa sevkeden memleketimizden trafik manzaraları ve yansımaları.

*Trafik ve Kader
Ülkemizde trafik bilinci, kurallara uyma ve uydurma konusunda bir vurdumduymazlık ve umursamazlık gözlemlenmektedir. Bizler toplum olarak, ülke olarak trafik kazalarından, trafiğin denetlenmesinin gerekliliği açısından hiç bir ders çıkaramadık. Bu konuda oldukça bilinçsizliğin ve kural tanımazlığın yaygın olduğu güzel ülkemizde binlerce insanımızı her yıl trafik kazalarında kaybediyoruz. Sonrasında birçoğumuz hatta devlet yetkililerimiz dahi trafik kazalarını topluca kadere ve alın yazısına havale ediyoruz. Halbuki ileri toplumlar ve Avrupa ülkelerinde daha az trafik kazası olmaktadır. Ülkemizde kadere havale edilen sebepler, içselleştirilerek tevekkülle kabullenmeyi de beraberinde getirmiş durumdadır. Bu yüzden, toplumumuzdan hiç kimse ve hiç bir kurum, kazaların bir daha tekrarlanmaması için ciddi bir çaba içine girmiyor. Ülke olarak, kazaların önlenmesi için denetim ve bilinç oluşturma yerine, çoğu zaman bu yaşanan kazaları "kader"e havale ederek üzülmeyi, bir süre sonra da unutmayı tercih ediyoruz. Eğer bu yaşanan kazalar, kader ise, neden Avrupa ve gelişmiş ülkelerde bu kadar çok sayıda kaza olmuyor da bizim gibi az gelişmiş ve bilinçsiz ülkelerde oluyor? Azrail neden gelişmiş ülkelere nazaran, bizim ülkemizde fazla mesai yapıyor? soruları yanıtsız kalıyor. Artık trafik kazalarının kader değil de ihmal, vurdumduymazlık, bize bir şey olmazcılık ve denetimsizlik olduğunu ne zaman idrak edeceğiz?
Benim gözlemlerime göre, bu kadar vurdumduymazlıkların, kural tanımamazlıkların ve denetimsizliklerin olduğu bir ülkede maalesef az bile kaza oluyor! Çünkü kazaları resmen çağırıyor ve hatta kazanın üstüne üstüne gidiyoruz. 

Yol Cengâverleri (Ülkemiz MadMax'leri)
Yol cengâverleri tıpkı her gün canlı olarak izlediğimiz modern mad max filmleri gibi bir mücadeledir. Altlarında genellikle Wolkswagen Volt, Mercedes Sprinter ve bilimum servis minibüsü olan araçlar ve markaları... Bu cengâverler sabah aldıkları çalışanları ve öğrencileri iş yerlerine, akşam iş çıkışı da işyerlerinden ve okullardan alıp evlerine götürürler. Sanırım o görev duygusunun insana verdiği ağırlığı ve etkisi ile olsa gerek, yol cengaverleri, ölümden korkmayan savascilar olarak yola atılırlar. Hızla akan fakat yol vermeyen, yol vermeye de niyeti olmayan şeritlere yollara kafalarını sokarak ana yolu keserler. Bu olayı Gebze'de her sabah işe gelirken şahit olur, nefesim kesilerek bu mücadeleye şahit olurum. Hatta bu kesilen ana yolun karşı tarafını da başka bir cengaver keser. Böylece hızla akan bir yol, karşılıklı olarak kesilmiş, hiç olmayan bir yer dört yol kavşağına dönüşür. Evet trafik bir mücadeledir, her gün yaşanan bir savaştır ülkemizde. Cesur, atak, gözü kara cengâverler bu trafik düzeninin fedaileridir. Yan yollardan, toprak yollardan, ters yönlerden, kaldırımlardan, tarlalardan, olabilecek en kısa yollardan cengaverler âdeta akın akın ana yollara kamikaze gibi dalarlar. Misyonları; yolcularını, personelleri şirketlerine mesailerine yetiştirmektir. Vizyonları ise kendilerinin ve taşıdıkları personel ve öğrencilerin kelleleri koltukta olsa bile, “ne pahasına olursa olsun!” menzile ulaşmaktır.

Kuralsızlığı Seviyoruz
Kurallara uymadığımız gibi uyanları da yoldan çıkarıyoruz. Birbirimizi daha da bozarak dejenere ediyoruz. Birçok kişinin yaptığı gibi, bir zamanlar ben de, trafikte karşı şeritte bir radar kontrolü varsa, selektör yaparak karşıdan gelen sürücüleri hevesle uyarırdım. Hatta bu davranışı çok kutsal ve iyi bir davranış olarak görürdüm. Süratli ve tehlikeli araç kullanan birinin polis kontrolünden kurtulmasını sağlayarak topluma, insanlara ve kendi devletimize zarar verdiğimin farkında bile değildim. Hatta bir yaz akşamüstü iş seyahati için gittiğim Eskişehir’den dönerken, karşı şeritte bir radar çevirmesi olduğunu gördüm. Sonrasında selektör ve flaş yaparak karşı şeritten gelen sürücüleri uyarmaya başladım. Verdiğim mesajı anlayanlar ve alanlar selektörlerle, korna çalarak ve ellerini kaldırarak bana teşekkür ediyorlardı. Böyle devam ederken karşıdan çok uzaktan gelen bir arabayı da uyarmaya başladım. Ama araba mesajı anladığına dair hiçbir cevap ve sinyal vermiyordu. Ben de anlamadığı düşüncesi ile heyecanla selektör yapmaya devam ediyordum. Sonra araba yaklaşında anladım ki, bir polis aracına selektör yapıyormuşum. J Yanımdan geçerken nir anda içindeki polisle göz göze geldik. Kendimi biraz suçlu hissettim, ama hızla geçip farklı yönlere doğru uzaklaşmıştık bile.
Polisin insanları ve toplumu bir nebze olsun düzene koymak için nadiren yaptığı kontrolleri dahi bozuyor ve dejenere ediyoruz . En basitinden aşırı hızlı giden sürücüleri tespit için kurulan radar ve birtakım yasal kontrollerine yakalanmamak için birbirimizi uyarma alışkanlığımız. Sanki iyi bir şey yapıyormuşuz gibi trafik kontrollerine yakalanmamak birbirimizi uyarmayı bir borç biliyoruz.

Açın Önümüzü Kardeşim!
Trafikte araba kullananlar olarak bunu neredeyse her gün yaşarız. O kadar sabırsız insanlardan oluşan bir toplumuz ki, bazen bu durum insanı çıldırtacak düzeye geliyor. Adeta bu ülkede yaşamaktan nefret ettiriyor. Arkadan gelen, önünüz kapalı olduğu halde sizden ısrarla yol isteyen, sizi sıkıştıran, makas atarak önünüze girmek isteyen çok uyanık ve girişken vatandaşlarımız,adeta "açın önümüzü biz gitmek istiyoruz" diyorlar. Önünüzün kapalı olduğunu gördükleri halde, öyle bir gaza basıyorlar ki, yol olsa uçup gidecekler. Neredeyse kanatları çıkacak, adeta fezaya çıkacaklar. Böyle sökün anlarında toplum olarak, nasıl hâlâ yarı vahşi ve yağmacı olduğumuzu görüyorum. Bunu yapanlar nasıl bir zekaya sahipler? Yada gercekten düşünemiyorlar mı? Bir kişiyi daha sollasan ne olacak, ilerisi zaten tıkalı…Boşu boşuna kendisi stres patığı gibi, önündeki araçların sürücülerini de sıkıştırarak, olmayan yolu ısrarla isteyerek insanları strese sokuyorlar. Böyle davrananlar gerçekten belkide düşünemiyorlardır. Belki bilinçaltından, istem dışı olarak düşünmeden yapıyorlardır? Kim bilir... 

Hayatı Kendi Kendimize Zehir Ediyoruz
Trafikte, caddede, devlet dairesinde, iş yerinde, caddelerde, ticaretde, askerde, evlerimizin yerleşiminde hayatı birbirimize zorlaştırıyoruz. Adeta kendi kendimize hayatı dar edip, kendi ellerimizle kendi boğazımızı sıkıyoruz. Bu durumu özellikle trafikte görüyoruz. Trafik ışıklarına riayet etmiyoruz. Hız sınırlarına uymuyoruz. Birbirimize makas atıyoruz, sıkıştırıyoruz. Şerit ihlalleri yapıp, tehlikeli araç kullanıyoruz. Trafik kurallarına uymayarak uyanıklık yaptığımızı veya kar yaptığımızı sanıyoruz. Ancak farkında olmadan kendi kendimizi cezalandırıyoruz. Kurallara uymayarak, birbirimizi sıkıştırarak sürekli kazalara yaklaşarak kendimizi ve diğer sürücüleri strese sokuyoruz. Bu yaşadığımız ve yaşattığımız stres ile kendi ömrümüzü kısaltıyor, hayat kalitemizi düşürüyoruz.
En çok stres, durmadan şerit değiştirenler yüzünden ortaya çıkmaktadır. Sanırım hep en önde ve en üstte olma dürtüsü genlerimize kadar işlemiş durumda. Hep akan şerit tarafında olmak isteyenler. Kendilerini en akıllı, en uyanık ve girişken zanneden o trafik teröristlerinin yarattığı kaos ve tedirginlik yüzünden zaten yavaş akan trafik düzenimiz çok daha yavaşlamaktadır. Yol verme-vermeme mücadelesinden dolayı sinirler gerilmekte, kendi kendimizi yiyip bitirmekteyiz. Üstelik bu uyanık geçinen trafik magandalarının akıcı olduğu gerekçesi ile hücum ettiği şeritler tıkanmakta, yavaşlamakta ve en nihatetinde durmaktadır. Bu sefer diğer şeritler hızlı akmaya başlayınca, hemen kendilerini akan şeride atmaya çalışmaktadırlar. Zırt pırt şerit değiştirerek şeritlerin tıkanmasına kendilerinin neden olduğunun farkına varamamaktadırlar. Aslında farkına varmadıkları konu, herkes şeridinde kalsa, kimsenin sinir strese girmeyeceği ve trafiğin daha hızlı akacağı gerçeğidir. Böylece işimize gücümüze giderken ekstradan stres yüklenmeyip daha huzurlu bir toplum olabileceğimizdir. Yoksa birazcık düşünebilseler, kuralsız şerit değiştirmeyi ve haksızlıkları yapmayacaklar, trafikteki diğer insanları sıkıştırarak, taciz ederek stres ve panik yaptırmayacaklar. Hayatı kendimize ve başkalarına biz kendimiz zorlaştırıyoruz aslında. Keşke görebilsek. 

Trafikte Kaybet-Kaybet
Kaybet-kaybet paradigmacı bir toplum olduğumuzu hayatın bir çok alanından yaptığınız gözlemlerle anlayabilirsiniz. En kolay yolu da trafikteki davranışlarımızı gözlemlemenizdir. Örneğin, kendi yolumuzun kapalı olduğunu bile bile kavşağa girip, diğer akabilecek yönleri de sıkıştırıyoruz. Bir tarafa yeşil yanıyor ancak önü kapalı olduğu için kavşağa girmemesi gerekiyor. Ama kendisine yeşil yandığını gören araç sürücüsü kavşağa dalıyor. İlerleyemeyecegini bile bile. Kavşak kilitlenince diğer açık olan yöne gidecekler de ilerleyemedigi için kavşak tamamen bir kilit oluyor. Bu sefer, haklarının yendiğini düşünen tüm araç sürücüleri her yönden kavşağı zorluyorlar. "Bana yanan yeşil ışıkta beni gecirmediler,  ben de onları kilitleyeyim!" diye düşünerek her yönden, sağdan, soldan, önden, arkadan kafayı sokarak ilerlemeye çalışıyorlar. Ve Tüm yönlerden kavşağa girmeye çalışıyorlar. Adeta; ben gidemiyorum, başkaları da gidemesin mantığı. Tam bir kaybet-kaybet paradigması.  Bu mücadele her sabah Gebze Şekerpınar kavşağında yaşanıyor.Eminim ki, İstanbul ve diğer büyükşehirlerin kavşaklarında da aynı şeyler her sabah ve akşam yaşanıyordur. Sonuçta el birliği ile kavşağı kilitleyip, hiç birimiz ilerleyemiyoruz. Tabi ki, ülkemizdeki ne yaptıklarını hiç çözemediğim trafik polisleri trafiğin yoğunlaştığı sabah ve akşam saatlerinde hiç bir zaman, ortada görünmüyorlar. Halbuki trafik polisine trafiğin en yoğun olduğu sabah ve akşam saatlerinde ihtiyaç yok mudur? En azından sürücüleri trafik ışıklarına uydurmak için. Bu "önün kapalı ise kavşağa girme" kuralı bizde de yeni çıktı ancak sürücüler bu konuda bilinçsiz olduğu için uygulanmıyor. Fakat Avrupa da çok güzel uygulanıyor. Eğer sürücünün önü, yolu kapalı ise kavşağa ve ışıklara girmiyor, bekliyor. Çünkü girmesinin kendisine hiç bir faydası yok kavşağı ve yolları kilitlemekten başka. Bu bilinç düzeyi Avrupalılarin hayatlarını kolaylaştırdığı gibi, boşuna sinir, stres yükünden de kurtulduklari için ömürlerini uzatıyor. 

Aslında Trafik Kurallarına Uymak Trafiğin Akışını Hızlandırıyor
Yavaş akan trafikte, trafiği daha da yavaşlatan şey, insanların kurallara uymaması ve “hep akan şeritte olma” isteğidir. Bu “hep akan şeritte olma” felsefesi yüzünden de sık sık hatta çoğu zaman tehlikeli bir şekilde şerit değiştirmesidir. Aslında herkes şeridinde devam etse, trafik daha hızlı akacak. Bu durum da, yine hayatı kendi kendimize zorlaştirma örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Ben Avrupa'da trafiğin akışını gözlemleme şansı buldum. Herkesin kurallara uyduğu ülkelerde trafik çok daha hızlı akıyor. Çünkü insanlar birbirlerine ve kurallara uyulacağına güveniyorlar. Bu güvenle de trafiğin akışı bizim trafiğimizle karşılaştırınca inanılmaz bir şekilde artıyor. Ben Almanya'da şehir içinde 3 şerit yolda, şeritlerin tümü dolu olarak 50KM hızla sürücülerin virajlara güvenle girdiğini görünce hem çok korkmuş, hemde şaşırmıştım. Ama hiç bir sürücü şerit ihlali yapmadan, hız kesmeden güven içinde virajlara yüksek hızlarla girebiliyorlar. Bizde olsa o virajlı yolda birçok sürücü şerit hakimiyetini sağlayamadığı için üç şeritlik yol, tedirginlikten dolay tek şeride veya iki şeride düşmüş olurdu. Yine Avrupa'da herkes birbirine güvenip, kurallara uyulduğunu bildikleri için, ışıklarda ve kavşaklarda yeşil yandığı anda güvenle yüksek hız yapabilmektedirler. Maalesef bizde ise, size yeşil yansa bile önünüze araç yada yaya, kimin atlayacağı belli olmadığı için, hep bir tedirginlik içinde araç sürdüğümüz için trafiğin akış hızı yavaşladıkça yavaşlamaktadır. 

Trafik Terörü
Ülkemiz yıllardır teröre karşı mücadele ediyor. Terör eylemlerini önlemek için milyar dolarlar harcadık, hala da harcıyoruz. Ancak ülkemizde herkesin hergün görerek kanıksadığı bir diğer terör de yaşadığımız trafik terörüdür. En az PKK terörü kadar zararlı ve dehşet vericidir. Belki de trafik terörü PKK teröründen daha fazla insanımızın kaybına yol açmıştır, hala da açmakadır. Her yıl binlerce yetişmiş ve değerli insanımızı trafikte kaybetmekte, yada sakat bırakmaktayız. Trafik kazalarının ülkemiz ekonomisine ve sigortacılık sektörüne verdiği korkunç zarar da cabasıdır. Bu duruma rağmen, ne toplumda ne de devlet yönetiminde bir ortak bilinç gelişmiş değil. Genel eğilim, tüm kazaların kadere ve taktiri ilahiye havale edilmesidir. Bir kadermiş gibi trafiğin bizdeki gibi keşmekeşini, vurdumduymazlığını, tabiri caizse trafik terörünü ve katliamını kanıksamış gibiyiz. Neden gelişmiş ve ileri ülkelerde trafik düzeni saygı sevgi içinde akıp çok az kaza oluyorken, bizdeki kaosu, kaza oranlarını ve nerede yanlış yaptığımızı sorgulamıyoruz bile?
Neden trafikte seyreden sürücü profillimiz bu kadar kötü? rafikte vızır vızır bir çok psikopat dolaşıyor. İnsanlar arabanın içinde iken, kendilerini hiç bir şeyin etki etmeyeceğini zannedip, altındaki arabalarını diğer arabaları sıkıştırabilecekleri bir silah olarak görüyorlar. Yol alabilmek için adeta kendilerini, arabalarını ve arabalarının içindeki insanların hayatlarını tehlikeye atıp bilinçsizce diğer aracın önune atılabiliyorlar. Tüm yolu kendilerinin zannedip, kimseye yol vermiyorlar. Trafikte yol verenler de, çoğu zaman arabalarına zarar geleceği kaygısıyla yol veriyor. Makas atıyor, korna çalıp yayalara ve diğer sürücülere gözdağı veriyorlar. Kavsaklardan ve ışıklardan son sürat geçip, sağdan solluyorlar, virajlara son limit hız ile giriyorlar. Otobanda aracın izin verdiği son hızla gidiyor, diğer araçlarla bazen milimetrik yakınlaşmalara giriyorlar. Trafikte adeta bir terörist gibi davranıyorlar. Allahım hepimizi onun şerrinden ve kazalardan korusun.
Trafik ile ilgili olarak, yazacak o kadar çok şey var ki…Daha “Trafik Polisleri Trafiğin Yoğun Olduğu Zamanlarda Ortada Yok” Şerit Hakimiyeti Özürlüyüz” konularına sıra gelmedi bile.

*Nevzat keleş-"Yansımalar"dan

22 Ağustos 2017 Salı

Hayat Değiştiren Küçük Alışkanlıklar By Stephen Guise

Hayat Değiştiren Küçük Alışkanlıklar konusu ile benim için kutsal bilgi kaynağı olan "Quora" vasıtası ile tanıştım. Quora'da bir topicte, her gün sadece bir kaç şınav çekerek, hayatları değişen insanların hayatlarını okuduğumda şaşkına dönmüştüm. Daha sonra Stephen Guise'in blogu ile karşılaştım. Günlük birkaç şınav çekmenin yanında çok farklı küçük minik alışkanlıklar olduğunu, "günlük en az bir paragraf yada 50 kelimelik bir yazı yazmak" alışkanlığı gibi bazılarını yine Quora’da bir zaman önce okuduktan sonra, benim de esinlenerek uyguladığımı fark ettim. Hakikaten bu alışkanlık da benim hayatımı değiştirdi. Dünyaya baktığım bakış açımı, hayatla ilgili, kendimle ilgili fikirlerimi değiştirdi. Bu küçük alışkanlık sayesinde iki kitap çıkardım. Şimdi ise üçüncükitabım bitmek üzere. Dördüncü kitabıma da başladım bile. Hakikaten küçük bir alışkanlık deyip geçmemek lazım. İçlerinde sizin de hayatınızı değiştirecek çekirdekler taşıyan mini alışkanlıklar olabilir. Stephen Guise'in çok ilham verici bulduğum bu blog yazısını sizinle paylaşmaktan mutluluk duyuyorum.
 Günlük çektiğim 1 şınav hayatımı değiştirdi
"Değişimin tek yolu, ona dalmak, hareket etmek ve dans etmektir." Alan Watts
2012 yılının Christmas döneminin hemen sonlarıydı. Geçmişimdeki diğer yılların aynı döneminde yaşadığım şeyleri yaşıyordum. 28 Aralık günü, yeni gelen ile birlikte daha fit ve daha çekici bir vücuda sahip olmaya karar verdim. Kendime günlük 30dk spor hedefi koydum. İlk günler zorlukla da olsa günlük hedefim olan egzersizlerimi yaptım. Fakat bir süre sonra artık devam edemez oldum. Motivasyonum kaybolmuştu. Kendimi sürekli yorgun hissettiğim için egzersizleri yapmıyor, ardından da kendime koyduğum  hedef için hiçbir şey yapmadığım için suçluluk hissediyordum. Bu durum uzunca bir süre bu şekilde devam etti. Derken 2013 yılı içinde elime "Thinkertoys" adlı bir kitap geçti. Bu yaratıcı kitap, kendimize detaylı çalışma gerektiren büyük hedefler koymak yerine tam tersine günlük, çok küçük hedefler koymamızı öneriyordu. Böylece kendime günlük "sadece 1 şınav çekme" hedefi koydum. İlk başta kendime koyduğum  günlük 1 şınav hedefi bana çok saçma ve absürd göründü. Bu neredeyse hiç bir şey yapmamakla eşdeğer idi. Fakat dahe büyük egzersiz hedeflerini yerine getiremediğim için günlük tek şınav çekme serüvenine atılmaya karar verdim. Hatta hemen çektim, birkaç tane de fazladan çektim. Böyle tek şınavla başladığım serüvende, zamanla daha fazla şınav çekmeye, hatta bazı günler farkına varmadan 20-30 şınav, derken 30 dakika egzersiz hedefime ulasmaya başladığım anda, zihnimde şimşek çaktı. Evet, tek şınav hedefi ile yola çıkıp, nihai egzersiz hedefime ulaşmıştım.
Bu durumu blogumda paylaştıktan sonra aynı deneyi uygulayan okuyucularımdan gelen geri bildirimlerden de anladım ki, evet işe yarıyor. Oldum olası nöroloji ve psikolojiye ilgi duymuşumdur.İrade gücü ile ilgili psikolojik bariyerler ile ilgili bazı makaleler okuduktan sonra, herşey yerli yerine oturdu. 30 dakikalık yüklü bir egzersiz hedefi, zayıf olan irademe fazla ağır bir hedef olmuştu. Fakat günlük 1 şınav hedefini yapabilmiştim. Çünkü bu hedef benim için, büyük bir irade gücüne ihtiyaç duymuyordu. Hedefimi tutturabilmem için sadece 1 şınav çekmem yeterli idi. Sonrasında gönüllü olarak birkaç şınav ve diğer egzersizler takip ediyordu. Kendi psikolojik direncimi kırmıştım.
Peki, alışkanlıklarımızdan daha önemli bir konu var mı? Duke Üniversitesinin yaptığı bir araştırmaya göre; %45 davranışlarımız, sürekli tekrarladığımız alışkanlıklarımızdır. Bu da hayatımızın çok büyük bir kısmı demektir. Bu çalışma göstermiştir ki, eğer alışkanlıklarınız zayıf ise, hayatta mutlu olamazsınız!.
Küçük alışkanlıklardan edindiğim tecrübeyi, kendime koymak istediğim okuma ve yazma hedeflerime de uyguladım. Ben yazı yazmayı bir yaşam şekli olarak gördüğüm için bir zamanlar kendime günlük 1000 kelime yazma ve haftada 2 kitap okuma hedefi koymuştum. Bu hedefime de sadece bir kere ulaşabildim. Fakat bu hedeflerimi günde en az 50 kelime herhangi bir konuda yazı yazma, ve en az iki sayfa okuma olarak değiştirdiğimde, benim için her şey çok farklı oldu. Çünkü 1000 kelime yazma ve haftada 2 kitap okuma hedefi çok zor geldiği için harekete geçemeyip, hiç bir şey yapamıyorken, en az 2 sayfa okuma ve en az 50 kelime yazma hedeflerini ise uygulamak çok kolaydı. Uyguladıktan sonra kendimi kaptırıp daha fazla yazdığım ve sayfalarca okuduğum da oluyordu. Çünkü bu 2 sayfa okuma ve en az 50 kelime yazma hedefi, beynim için bir tuzak yem idi. Beynim, zihnim ve benliğim yemi yuttuktan sonra gerisi çok kolayca geliyordu. Bir defa başladınız mı gerisi zaten kendiliğinden geliyor. Bu tekniği sizler de uygulayabilirsiniz. Hatta aşağıdaki alanlar gibi başka alanlarda da uygulayarak çok daha farklı alışkanlıklar kazanabilir, çok daha mutlu bir insan olabilirsiniz.
Her gün bir kişiye iltifat etmek.
İki defa pozitif düşünmek.
Bir dakika meditasyon yapmak.
En az günlük üç şey için şükretmek.
Benim yaptığım gibi, bir şınav çekmek.
Benim yaptığım gibi, 50 kelime yazmak ve 2 sayfa kitap okumak.
Dışarı çıkıp 100 adım yürümek.
Üç bardak su içmek

Bunlar gibi küçük alışkanlıkları hayatınızın her alanında uygulayabilirsiniz. Küçük alışkanlıkları uygulamak düşündüğünüzden daha kolaydır. Kendi üstünüzdeki baskı ve aşırı yüksek beklentileri kaldırdığınızda, kendinize başlamak için izin vermiş olursunuz.

Sizce de Stephen Guise'in tespitleri muhteşem değil mi? Ben kendi adıma günlük 50 kelime yazma hedefi ile bu günlere yani üçüncü kitabımı bitirme aşamasına gelebildim. Elbette ilk başta 50 kelime yazı yazma hedefi bana da çok saçma ancak erişilebilir gelmişti. Bazı günler 400-500 kelime yazsam da bazı günler aklıma hiç bir şey gelmiyordu. Ancak her şekilde 50 kelime hedefimi yerine getirebileceğim için, etrafımda olan olayları, günlük yaşadıklarımı, duygu ve düşüncelerimi yazıyordum. Bazı günler gerçekten 50 kelime yazabilmiş miyim acaba diye ciddi ciddi yazdığım kelimeleri sayıyordum. Bazen yazdıklarımı çok saçma buluyor hatta siliyordum. Ancak yaza yaza kendimi geliştirirken, aklıma şimşek çakar gibi kitap yazma fikirleri belirdiğinde, yazı yazmakta hiç zorlanmadım. Konular, bölümler, fikirler, duygular adeta bir sel gibi akmaya başladı. Bu üçüncü kitabımın sonuna yaklaştığım bu günlerde, dördüncü kitabımın ve açtığım blogumun yazılarını da toparlamaya başladım bile. Neden siz de bir benzerini veya başkalarını uygulamayamazsınız?

*http://tinybuddha.com/author/stephen-guise/
*Nevzat Keleş-Hayatın Yönü

11 Ağustos 2017 Cuma

Ben Olmak Ne kadar Büyük Bir Güç

Ben Olmak Ne Kadar Büyük Bir Güç!

“Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol.” diye güzel söylemiş Mevlana! Olduğun gibi görünmek ve rol yapmadan yaşamak hakikaten çok büyük bir güç ve erdemdir! Eğer her zaman, kendimiz olabilirsek, insanlar içimiz ve dışımız bir olduğu için bize güven duyarlar. Kafamızın içinde ya da içimizde bir şeyler sakladığımız düşüncesine kapılmazlar. O durumda onlar da yüreğini bize samimiyetle açarlar. Biz de, rol yapmak ya da yalanlar söylemek zorunda olmadığımız için; arkadaşlıklarımız ve dostluklarımız daha derin olur. Kafamızda kırk tilki olmadığı için, attığınız adımları güvenle, kendimizden emin olarak atarız. İlişkilerimizde kendimizi yansıttığımız için dostluk ve arkadaşlıklarımız daha samimi olur. Hayat boyu süren dostluklarımız olur. Diğer yandan, biz yalnızca kendimiz olduğumuzda, insan olmanın o yüksek potansiyelini hayata karşı tam olarak yansıtabiliriz. Kendi olmayan insan başkalarını etkileyemediği gibi, başkalarının etkisi altına girer. Kendisi olmayan insan hep başkaları ne der?", veya " başkaları hakkımda ne düşünüyor?" diye düşünmekten dolayı kendini hiçbir zaman ortaya koyamaz. Kendisi olmayan insan, hep başkaları gibi olmaya çalışırken, başkalarının hayatlarını yaşamaya çalışır. Başkalarının beğenisinin, övgü ve onaylamasının peşinde koşmak insanın ruhunu yorarken, hep geride kalıyor olma hissi de, yaşam enerjisini tüketir. Hep birilerinin peşinden koşan insan, çevresi ve peşinden koştuğu kişilerce dahi itici bulunur. Ancak kendisi olmak, insan yaratıcılığı açısından büyük bir güç ve özgürlüktür. Kişiliği baskı altında olan, yani "ben" olmasına bir türlü izin verilmeyen insan, bunun ezikliğini ve eksikliğini sürekli olarak ruhunda hisseder. Doğan Cüceloğlu, “Kendini ortaya koyamayan insan kendini gizler, farklı gösterir. Kendisi olmayı sürekli erteler. İnsanlarla olan ilişkilerinde "kendisi" olamadığı için, geçmişindeki bazı defterleri ise asla kapatamaz. Bitmemiş işler ise üzerinde taşınması zor bir ağırlık oluşturur." der.

Ülkemizin geri kalma sebeplerinin en önemlilerinden biri insanların "ben" olmalarına izin verilmemesidir. Evde anne-babadan, kocadan, okulda hocalardan, sokakta çetelerden ve kabadayılardan, askerde üstlerinden, işyerinde amirlerinden, toplum ve devlet tarafından baskı, ezilme hatta şiddet gören insanlarımızın oranı azımsanmayacak kadar çoktur. Bu kişiliklerine olan saldırılar yüzünden, ülkemiz "ben ve birey" olamayan insanlar ülkesidir demek çok da abartılı olmaz. Etrafımız ailesi, anne-babası, kocası, yakın çevresi, arkadaş çevresi, sosyal çevresi, entelektüel çevresi tarafından sürekli bastırılmış ve neyi nasıl yapacağı söylenen, hatta kime oy vereceği dahi başka insanlarca belirlenmiş, yani "Ben" olamamış insanlarla, hiçbir zaman kendisi olmasına izin verilmemiş yetişkin çocuklarla doludur. Birçok insan toplumumuzda hala kendini gizleme ihtiyacı hissediyor. Çünkü etrafındaki yakın-uzak insanlar ve sosyal çevre, o insanlara kendisi yani "ben" olma hakkı tanımıyor. Çevre ve kültür insanlara özgürlük vermediği gibi, sürekli baskılıyor, empoze ediyor, kınıyor, aşağılıyor ve ötekileştiriyor. Hatta, neyi nasıl düşünmesi gerektiğini dahi toplum, çevre ve baskın medya belirliyor. Toplum içinde birçok insan kendisinin kendisi olma özgürlüğü bırakılmadığı için, kendini farklı şekillerde ifade edebilmektedir. Örneğin kendisine siyasi bir seçim özgürlüğü bırakılmayan bir birey, sosyal ve yakın çevresinde kendini ifade edebilmek için aşırı muhafazakarlaşabilmekte, baskın çevrenin siyasi ve ideolojik görüşünün fanatik savunucusu rolüne girebilmektedir. O kişi aslında farklı bir karakter olsa bile, toplumda kendini ancak fanatikleşerek ifade edebildiği için, şaşırtıcı bir şekilde bambaşka ideolojilerde aşırı uçlara savrulabilmektedir.

"Ben" olabilmek her insan için temel bir ihtiyaçtır. "Ben" olamayan insan eksik kalmıştır. "Ben" olamamanın eksikliği ve ezikliğini yaşayan insanlar, ilk fırsatta bu eksikliklerini dışa vururlar. Bizim futbol maçlarımızın bu denli futboldan uzak, küfür ve şiddete meyilli olmasının sebebi de budur. Millet olarak ezik ve baskı altında olduğumuz için, sürü psikolojisi içinde kendine gelen güvenle, insanlar yapmayacakları şeyleri yapmakta, söylemeyecekleri sözleri söylemekte, etmeyecekleri küfürleri etmektedirler. Kuşkusuz linç kültürü de bireylerin “ben” olamamasından kaynaklanmaktadır. Tüm bunlar, bireylerin maruz kaldığı açık yada gizli baskı, şiddet ve ezilmenin bir dışavurumu, bir deşarj yöntemidir. Futbol maçlarımızın seyircinin sürü psikolojisi ile bastırılmış duyguları dışa vurma eğiliminden dolayı, maçlarımızdan öfke, küfür ve şiddet eksik olmamaktadır. Çünkü maç izleyen kitlenin çoğunluğu bastırılmış ve "ben" olmasına izin verilmemiş insanlardan oluşmaktadır. Sürü psikolojisi ile içlerindeki bastırılmış olan "ben" olma ihtiyacı aniden ortaya çıkmaktadır. Sürü psikolojisinin yarattığı kendine güven ve coşku ortamı bunu kolaylaştırmaktadır. Ancak alkol aldığında kendisi olabilen insan manzaraları da sıkılıkla karşılaştığımız durumlardandır. O kişiyi tanıyanlar ve yakın çevresi kişinin sarhoş olduktan sonraki davranışlarından ve ortaya çıkardığı kişiliğinden ötürü büyük bir şaşkınlığa kapılırlar. Çünkü kişiyi hiç bir zaman o kişilikte görmeye alışık değillerdir. İçki içip sarhoş olunca sapıtma, saldırganlaşma, duygusallaşma ve kırıp dökmenin sebebi, bu baskı altında kalan, ve ben olmasına izin verilmeyen benliğin aniden ortya çıkmasıdır. Çok sevdiğim bir arkadaşımın tespitidir. "Avrupa'da bizden çok içki içilir. Ancak bizdeki kadar olay çıkmaz. Eğer bizde Avrupa kadar içki içilseydi, sokaklardan oluk oluk kan akardı!" demişti. Yüzde yüz katıldığım bu tespitin nedeni, yine insanların ben olmalarına izin verilmeyişi, kişiliklerin baskı ile örselenmesidir. İçki içince bastırılmış duygular istem dışı olarak ortaya dökülüyor. Sonrasında ise duygusal gel-gitler, öfke patlamaları ve kırıp dökmeler ortaya çıkıyor. "Ya o kız buraya gelecek! ya da O patron bana muhtaç olup yalvaracak!" gibi duygusal patlamalar ortaya çıkıyor. Avrupalı eğlenmek için içki içerken, bizim insanımız efkarlanmak veya unutmak için içki içiyor. Bu yüzden de içki içip sarhoş olduğu zaman, türlü sebeplerle bastırıp gizlediği gerçek benliği aniden ortaya saçılıveriyor. Belki bu yüzdendir ki, bizde "Bir kişiyi tanımak için;  o kişi ile yolculuk yapmak, aynı çatı altında yaşamak ve o kişi ile içki masasına oturmak gerekir." denmiştir. Zaten alkolün binyıllardır tüm toplumlarda bu kadar sevilmesinin en büyük sebebi insanın kendisi olabilmesine yardım etmesi olabilir, kim bilir.

Ben olabilmek, benlik kurabilmek ve anlaşılmak birer ihtiyaçtır. Hatta Maslow un ihtiyaçlar piramidinde yer almasalar bile, bu ihtiyaç olma durumları görmezden gelinemez. İnsanın erdeminde ilerleyebilmesi ve kendini gerçekleştirebilmesi için, kendi kişiliğini ve benliğini de aşabilmesi gereklidir. Ancak daha “kendi” olamayan, yada kendi olmasına izin verilmeyen bir insan hiç bir zaman benliğini aşmak, sanat, felsefe, bilgelik ve erdem gibi kendini gerçekleştirme hedefleri peşinde koşamaz. Siz siz olun çocuklarınızın ve etkiniz altındaki insanların "ben" olmalarını engellemeyin!

Bumerang - Yazarkafe