Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

28 Ocak 2017 Cumartesi

Bazı Meslekleri Yüceltirken, Bazılarını Küçümsemek

Bazı Meslekleri Yüceltirken, Bazılarını Küçümsemek

İçimizdeki ayrımcılığın en görünür vechesi, bazı meslekleri aşırı yüceltirken, bazı meslekleri ise küçümsemek ve aşağı görmektir. Bu konuda anlatılan çok güzel bir fıkra vardır. Vücudun azaları kendi aralarında vücudun hangi organının en değerli olduğu üzerine tartışıyorlarmış. Her organ kendisinin vücudun en değerli organı olduğunu iddia ediyormuş. Beyin; "Tabii ki en önemli organ benim. Tüm bedeni sinir ağları ile ben yönetirim."demiş. Kalp buna karşı çıkmış."Elbette en değerli organ benim. Çünkü beyin dahil tüm organlara, onların hücreler için gerekli olan kanı ben pompalarım. Ben kan pompalamazsam hepiniz bitersiniz!" demiş. Mide ise; " hayır, en önemli organ benim. Çünkü tüm beden ve hücreler ihtiyaç duydukları gıda ve besinleri ancak benim aracılığımla alabilir. Ben olmazsam, tüm beden açlıktan ölür!" demiş. Buna akciğer karşı çıkmış ve en önemli organın kendisi olduğunu iddia etmiş. Bu tartışmayı uzaktan izleyen popo ise sessiz sakin tartışmayı takip edip herkesin sözünün bitmesini beklemiş. En sonunda tartışma devam ederken, "durun bakalım lan! Bedenin en önemli organı benim" demiş. Diğer tüm organlar popo'ya dönüp katıla katıla gülmeye başlamışlar. "Ne, sen misin? Sen zurnanın son deliğisin. Sen nasıl en önemli organ olabilirsin ki!" diye alay etmişler. O da; "görürsünüz siz." diyerek tüm dışkılama faaliyetlerini durdurmuş. 1. gün bir şey yokmuş. Fakat 2. gün vücutta sıkıntılar baş göstermeye başlamış. Artık 3. gün vücut şişmeye, morarmaya ve dayanılmaz bir şekilde ağrımaya başlamış. 4. gün tüm organlar popoya gidip özür dilemişler. " Ya ne olur sen bizi affet! Evet, kabul ediyoruz vücudun en önemli organı sensin! Ne olur faaliyetlerini bir an önce başlat. Yoksa hepimiz öleceğiz! " diye yalvarmışlar. Ve popo da böylece krallığını ilan etmiş. Hiçbir organımız bir diğerine üstün olamaz. Bunu en iyi hasta olduğumuzda anlarız. Bırakınız organlarımızı, bir tırnağımızda bir sorun olsa, tüm aklımız fikrimiz ve tüm dikkatimiz orada olur. Adeta, en önemli organımız tırnağımız olur. Aynı şekilde bizler de bireyler olarak toplum yaşantısı içinde büyük bir mekanizmanın küçük dişlileri veya organlarıyızdır. Bir dişli olmazsa, o eşsiz mekanizma da çalışmaz. Her mesleğin kendine özgü zorlukları ve önemi vardır. Ancak bizim toplumumuzda doktorluk, diş hekimliği, eczacılık, mühendislik, gazetecilik, televizyon ve medya sektörü çalışanı gibi bazı meslekler yüceltip göklere çıkarılırken, bazı meslekler ise küçük görülür. Bu mesleklerin başında çobanlık, amelelik, çöpçülük, hamallık gibi genel olarak çiftçilik ve bedenen çalışılan meslekler gelir. İşçilik, tamircilik, el işçiliği, garsonluk, taksicilik, şoförlük, kasiyerlik de küçümsenir. Hatta içlerinden amelelik bir hakaret sıfatı olarak kullanılır. "Amele sümüğü gibi" yada "Bir çobanın oyu ile benim oyum bir mi?" ifadeleri, aşağılamanın ve o kişilere üstten bakmanın dışa vurumudur. Bu meslekler alenen veya üstü kapalı olarak aşağılanır, küçük görülür. Bu durum özellikle ülkemizdeki seçkincilik anlayışının genel bakış açısıdır. Halbuki aşağılanan o meslekler olmasa ve küçümsenen o işi yapan insanlar olmasa, o insanlar çalışmasa çalışmasa tüm toplum sistemi çöker. Eğer çiftçi toprağı ekmese, biçmese, hayvanları yetiştirmese tüm toplum bu durumdan etkilenir. Eğer küçümsenen ve burun kıvrılan ameleler ağır işleri yapmasalar, çöpçüler çöpleri toplamasa, caddeleri süpürmese, diğer küçümsenen işler yapılmasa hiç bir proje tamamlanamaz ve şehirlerimizi, caddelerimizi, sokaklarımızı pislik götürür ve tüm toplumun işleyişi bozulur. O zaman, peki bu neyin küçümsemesi? Ancak, görülüyor ki toplum olarak içimizdeki ayrımcılık merakı ve görünmez bir kast sistemi (alt tabaka-üst tabaka algısı) genlerimize kadar sinmiştir. Bu duruma örnek olarak, aşağıda yaşanmış gerçek bir hikaye paylaşacağım.

Çalıştığım şirkette sevdiği vizyoner bir taksici ile tanışmıştım. Kendisi kısa sürede şirketimiz içinde ünlü olmuştu. Çünkü kendisi, alışıldık bir taksici profilinde bir kişi değildi. Üniversite mezunu, yabancı dil bilen, eğitimli, bilgili, görgülü ve çok yardımsever bir insandı. Aracına tertemiz bakardı. Yurtdışından yabancı bir misafir karşılanacaksa herkes bu taksici arkadaşı arayarak misafirini onun karşılamasını istiyordu. Bu sayede bu taksici arkadaşın ülkemizde yaşayan yabancılardan da oldukça geniş bir müşteri kitlesi oluşmuştu. Hava alanı yada uzak bir yere gidilecek veya dakiklik gerektiren önemli bir durum olduğunda herkesin aklına bu taksici arkadaş geliyor, herkes onu çağırıyordu. Bir gün ben de bu taksici arkadaşı hava alanı transferi için çağırdım. Yolda kendisi ile çok güzel ve samimi bir sohbete tutuştuk. Kendisi, bana başından geçen şu olayı anlattı. Soğuk bir İstanbul kışında bir gün, bir yabancı müşteriyi İstanbul'daki evinden alıp yapılacak bir iş görüşmesi için İstanbul Boğazı kenarında lüks bir restoranda götürmek üzere çağrılmış. Taksici, misafiri ile sohbet ede ede müşterisini, Boğaz kenarındaki buluşma noktası olan restorana ulaştırmış. Müşterisi olan bu yabancı misafir dönüş için 1-2 saat beklemesini söylemiş. Ancak bir an duraksayan yabancı müşteri taksici arkadaşa İngilizce olarak: "Hava buz gibi Neden sen de benimle gelmiyorsun? Zaten çok önemli bir konu da değil." diyerek kendisini ısrarla içeriye davet etmiş. Taksici arkadaş istemeyerek ve mahcup bir vaziyette daveti kabul etmek zorunda kalmış. Beraberce yabancı müşteri ve diğer buluşacakları Türk beyefendi için ayrılmış olan masaya oturmuşlar. Türk beyefendiyi beklerken sohbet etmeye devam etmişler. Çok geçmeden o bey de teşrif etmiş. Tabii taksiciyi tanımadığı için onu yabancı misafirin yanındaki yabancı misafiri zannetmiş. Taksiciye karşı oldukça sıcak davranmış. Fakat bir süre sonra yabancı olan müşteri, yanındaki arkadaşı Türk ve taksici olduğunu belirterek kendisiyle tanıştırınca, bizim beyefendinin suratı birden bire değişmiş. Bunu fark eden taksici arkadaş da bu durumdan rahatsız olup dışarı çıkmak istemiş. Ancak yabancı olan buna müsaade etmemiş. Çok ısrar ederek kendisinin de masada onlarla beraber kalmasını rica etmiş. Ben bu olayı duyduğumda ne çok üzülmüş, içimizdeki görünmez kast sisteminin ne kadar yaygın olduğunu düşünmüştüm. Ne kadar acı bir durumdur ki, bir yabancı bir insan bir Türk taksici ile oturup bir şeyler yemeye içmeye, sohbet etmeye gocunmuyor, fakat kendi insanımız kendi öz insanını küçümsüyor, onu sohbetine, muhabbetine ve sofrasına ortak edemiyor!

Çevrenize bakın, hiç mutlu garsonlar, mutlu taksiciler, mutlu kasiyerler, mutlu temizlik işçileri, mutlu servis şoförleri, tamirciler, mutlu fabrika işçileri görüyor musunuz? Ben göremiyorum, muhtemelen siz de göremezsiniz. Ancak bu popüler olmayan işleri yapan insanlara layık görülen asgari ücreti düşündüğünüzde, o geniş halk kitlesinin mutsuzluğunu anlayabilirsiniz. Ülkemizin çoğunluğu meslek lisesini bitirip iş hayatına atılınca, açlık sınırının çok altında olan asgari ücrete mahkum edilmiş olarak çalışma hayatına katılıyor. Hem de tüm ömrü boyunca! Bir insan yıllarca ülkemizdeki asgari ücretle nasıl insanca yaşayabilir, geleceğe nasıl güvenle bakabilir? Hele bir de kira ödüyorsa, psikolojik bunalımlar ve gelecek endişesine kapılmadan evinin, ailesinin geçimini nasıl sağlayabilir? Bu insan çocuklarına nasıl daha iyi eğitim sağlayabilir? Bu insan nasıl ev, araba sahibi olabilir? Bu insan nasıl sinemaya, tiyatroya, konsere gidebilir? Ben yurt dışına çıktığım zamanlarda çoğunlukla birilerine hizmet etmenin zevki ve mutluluğuyla işlerini neşe içinde yapan garsonlar, taksiciler, işçiler, kasiyerler, memurlar gördüm. Özellikle de garsonların güler yüzlü pozitif enerjilerini hemen fark etmişimdir. Siparişi alırken, servis yaparken, arada bir gelip her şeyin yolunda olup olmadığını, varsa ilave ihtiyacımızı sorduklarında onların pozitif enerjilerinden dolayı büyük mutluluk duymuşumdur. Hatta aynı mekana 1 yıl, 2 yıl sonra gidip aynı garsonlar ve çalışanları gördüğümde ise sanki bir yakınımı görmüş gibi olurum. Böyle mutlu garsonları ve çalışanları gördüğümde, neden bizde hep mutsuz, asık suratlı, kaba garsonlar ve çalışanlar olduğunu düşünmüşümdür. Aslında çalışan kesimin mutsuzluğunun esas nedenini de hemen tahmin ederim. Garsonlar gibi; tüm hizmet sektöründe çalışan kesimlere de doğru düzgün maaş verilmediği gibi, köle gibi çalıştırıldıkları için bu durum çalışanların yüzlerine ve enerjilerine de yansır. Bu nedenle bizde mutlu garson, mutlu kasiyer, mutlu fabrik işçisi görme şansınız azdır. O insanlara çoğunlukla da asgari ücret layık görüldüğü için, insanlar da çalıştıkları iş yerlerinde en küçük bir sorun yaşadıklarında yada daha iyi bir teklif aldıklarında iş değiştirirler. O yüzden ülkemizde herhangi bir restorana 2. veya 3. defa gittiğinizde sirkülasyondan dolayı aynı garsonu görme ihtimaliniz azdır.

Birçok alt ve üst yapı çalışmasının en temel değeri olan, en zor işleri yapan amelelerde yani inşaat işçilerinde ise durum daha fecidir. Yaz-kış, yağmur-çamur, kar,sıcak, nem demeden bedenleri ile dış ortamda ve şantiye ortamında çalıştıkları halde hak ettikleri yüksek ücreti alamadıkları gibi, işlerinin prestiji de yoktur. Halbuki bu durum; Avrupa'da tam tersidir. Almanya'da bedence çalışma gerektiren ağır işlerde, pis veya tehlikeli işlerde çalışan insanlar, okumuş olan insanlardan, doktorlardan, mühendislerden, öğretmenlerden daha fazla para kazanırlar. Çünkü bedenen çalıştıkları, tehlikeli ve pis işlerde yıprandıkları için… Aslında doğru ve adil olan da budur. "Kafalıyım ama amele olacağım." Bu sözü Almanya'da iş bulma kurumuna meslek eğitimi almak ve iş hayatına atılmak isteyen gençlerin başvuru kuyruğunda beklerken, bir tv kanalının röportaj için mikrofonu uzattığı bir Türk gencinin ağzından duymuştum. "Aslında kısaca derslerde başarılıyım ancak boşu boşuna okuyarak dirsek çürümeye gerek yok. Amelelik yaparak zaten doktorlardan, mühendislerden daha fazla para kazanabileceğim" demek istiyordu. Yine hayatımın bir döneminde işim gereği 2-3 haftalık dilimler halinde, çeşitli kereler İngiltere'de geçirme şansı yakalamıştım. Her gün otelimizden, çalıştığımız şirkete aynı taksici Bob ile gelip giderdik. Bob ile bir hayli samimi olmuştuk. Konuştukça Bob'un çok bilgili ve çok kültürlü bir insan olduğunu öğrendik. Hatta Bob'un her yıl yurtdışında ailesi ile birlikte tatil yaptığını, ayrıca kendisinin Londra'daki ünlü müzikallere ve operalara gittiğini öğrendiğimizde çok şaşırmıştık. Hem kazanç, gelir hem de profil ve vizyon olarak ülkemizdeki taksici meslek grubu ile bağdaştıramadığımız, şaşırtıcı bir olaydı. Halbuki şaşılacak bir şey değildi bu. Gayet normal olan bir şeydi. Hepimiz insandık. Hepimizin hakça, adilce, müreffeh olarak yaşamaya hakkı vardı. Hiç bir insanın hiç bir insana üstünlüğü olamayacağı gibi, hiç bir mesleğin hiç bir mesleğe üstünlüğü olamazdı. Fakat bizim toplumumuzda ayrımcılık ve sınıfsal arımlar genlerimiz kadar işlemiştir. Almanya'da, İngiltere'de bir müdür, bir kafeterya çalışanı ile, temizlikçi ile, işçi ile, taksici ile oturup kalkabiliyor, Pub'da oturup birşeyler içip sohbet edebiliyorsa biz bunu neden yapamıyoruz? Neden bazı insanları ve bazı meslek gruplarını bazılarından küçük görüyoruz? Elbette akademik kariyerin maaş ve hayat standartlarında bir farkı olmalı ancak okuyan ve okumayan arasında bu kadar fark olması hiç doğal değil. Okuyan insana insanca yaşamı layık görürken, okumayana köleliği layık görmek hiç de adil değil!

21 Ocak 2017 Cumartesi

Ülkemizde Hayvan ve İnsan Olmak & Timsah Osman'ın Hazin Hikayesi

Ülkemizde Hayvan ve İnsan Olmak & Timsah Osman'ın Hazin Hikayesi

Sokak hayvanları yolda bizimle yada herhangi bir insanla karşılaşınca korkup yollarını değiştirirler hiç fark ettiniz mi? Sokak köpeği yada kedisi fark etmez, insan görünce, görünce sanki şeytan görmüş gibi kaçarlar. Çünkü insanlardan, (insanlarımızdan) korkuyor ve kaçıyorlardı. Halbuki zaman zaman çıkma fırsatım olduğu yurtdışı gezilerinde, vahşi hayvanların insanlardan hiç korkmadıklarını ve hiç kaçmadıklarını fark edip şaşırmıştım. Örneğin Londra'da parklarda, kanal kenarlarında güvercinler, ördekler, kuğular gibi bir çok hayvan ile karşılaştım. Neredeyse yanlışlıkla üstlerine basma aşamasına geldiğim halde, hayvanlar insanlara olan güvenlerinden dolayı hiç kaçmıyorlardı. Londra parklarında ve kanal kenarlarında kafasını 180 derece arkaya çevirerek huzurla uyuyan ördekler, güven içinde dolaşan kazlar, asalet içinde yüzerek yanınızdan geçen kuğu çiftleri, ansızın titrek, ürkek tavırlarla ağaçlardan inip yanınıza gelerek sizden fındık, fıstık, yemiş isteyen şirin sincaplar, sokaklarda, caddelerde, metroda insanlarla beraber yürüyen, parklarda ayak altında huzur içinde uyuyan ve insandan kaçmayan güvercinler gördüm. Soğuk kış gecelerinde yiyecek bulmak için rahat rahat şehre, caddelere, sokaklara kadar inen tilkiler gördüm. Bunlar Londra parklarında, Thames kanalı kenarlarında, doğayla barış içinde inşa ettikleri yerleşim yerlerinde yürürken, koşarken hissettiğim huzurun ve güven duygusunun aynı şekilde orada yaşayan hayvanlarda da olduğunu fark etmeme sebep oldu. O sırada bizim ülkemizde insan görünce sanki şeytan görmüş gibi kaçan hayvanları düşündüm. Bu konu üstüne biraz düşündüğümde tarihte Anadolu topraklarında yaşamış bir çok vahşi hayvanın neslinin erkenden tükenmesinin nedenin de aynı ortak sebebe dayandiğını fark ettim. Zira, eski zamanlarda yaşadığı bilinen Anadolu Kaplanı ve Pars'ı gibi bir çok vahşi hayvan türünün nesli de tükenmişti. Bu topraklarda yaşamış olan dağ keçisi, ceylan ve geyik gibi av hayvanlarının da soyu tükenmişti. Tüm bunların en başta gelen nedeni; vahşi hayvanların bizim toplumumuzda tehdit olarak algılanmasıydı. O yüzden vahşi hayvanlar avlanır, yok edilirlerdi. Örneğin bir yılan görüldüğü yerde öldürülür. Çünkü, yılanın başının daha küçükken ezilmesi gerektiğine dair atasözümüz vardı. Diğer eti yenebilen hayvanlar ise zaten eti yada derisi için avlanıyorlardı. Bu yüzden Anadolu da yaşamış olan birçok hayvan türünün nesli hızla tükenmiştir. Yine kuşlar, ördekler, kazlar pek hayvan türü ülkemizde insanlara yanaşmazlar. Çünkü, eğer insana yanaşırlarsa tekme yeme, kulağı kesilme, hırpalanma riskleri olduğunu bilirler. Bu konuda bir yakınımdan dinlediğim bir olay bende derin üzüntü uyandırmıştı. Kocaeli Gölcük'de kuşların üreme alanı ve yuvası sayılabilecek bir yerde kuğular sırf öldürülmek amacıyla vurulmuşlardı. Bilenler bilir, Gölcük deresinin eski Seka fabrikasının olduğu yerde İzmit körfezine döküldüğü yerde küçük bir lagün vardır. Bu lagünün etrafında tel örgü vardır. Yani insanların içeriye girme imkanı yoktur. Bir zaman bu tel örgülerin getirdiği koruma sayesinde bu lagün, karabataklar, kuğular, yaban ördekleri, martılar...vb türlü türlü birçok kuş türünün geldiği, beslendiği ve ürediği adeta küçük bir kuş cennetine dönüşmüştü. Fakat bir gün öğrendik ki; bir kendini bilmez avcı, tel örgülerin ardından silahını ateşleyerek o nadide kuğular dahil bazı kuşları avlamış. Aslında belki de avlamak değil, sadece öldürme zevkini tatmin etmiş bir hastalıklı bünye demek gerekir. Çünkü kuğuların eti yenmediği gibi, vurduğu hayvanları tel örgüler ile çevrili yerden içeriye girerek alma ihtimali olmadığını biliyor. Ama vuran kişiyi bulma ve yargılama yönünde yetkililerin bir çaba gösterdiğini duymadım. Kuğu öldürme zevki de bizim milletimize mahsus bir şey sanırım. Yine güzel ülkemizde başka bir kuğu öldürüp yiyen kişinin kuğunun etinin lezzetli olmadığı hatta ishal yaptığına dair haberini gazetelerden öğrenmiştim. Yine Hatta İngiltere'de bir parkta kuğu öldürüp yiyen kişinin Türk çıkmasına hiç şaşırmamıştım. Kraliçeye ait olan bir hayvanı öldürmek suçlaması (İngiltere de kamuya ait ortak kullanılan tüm mallar, parklar, yollar, hayvanlar...vb İngiltere hukukunda kraliçeye ait görünüyormuş) ile dava açılan kişi savunmasında, kuğuların kraliçeye ait olduğunu bilmediğini, sadece aç olduğu için kuğuyu öldürüp yediğini, hatta kuğunun bir kısmının hala buzdolabında olduğunu belirtmişti.

Belki de daha çocukken yavrularımıza hayvan sevgisini aşılamamız gerekiyor. Daha küçüklükten çocuklarımıza, hayvanlarımıza,  sokak hayvanlarına eziyet etmenin yanlışlığını aşılamamız gerekiyor. Osho, "Hayvan gözüne bakarsanız, Tanrı'yı orada görebilirsiniz." der. Yani, "Yaratılanı sevmek, Yaratan'dan ötürü." durumu. Yani, hayvanları sevmeyen kişilerin, insanları da sevemeyeceği gerçeği... Ancak maalesef,  insanlar kendilerinde olmayan ışığı başkalarına yansıtamıyor, kendilerinde olmayan sevgiyi de çocuklarına da aktaramıyorlar. Zira, medyada sık sık sokak hayvanlarına eziyet eden, döven, tekme atan, işkence eden insanların haberlerini görüyoruz. Kedilerin kuyruklarına teneke bağlayan çocuklarımızın haberlerini, kendi hayvanlarını vahşice döven, işkence eden insanların haberlerini alıyoruz. Bir defasında ailece tatile giderken arabayla şehirlerarası yolda, bir köyün yakınlarından 100 km hızla geçerken bir an, eşeğini kürek sapıyla döven bir köylüyü görünce, hepimiz hem dehşete kapılmış hemde çok üzülmüştük. Hepimizin tüm tatil keyfi kaçtığı gibi, o eşeğe yardım edememenin üzüntüsünü içimizde yaşamıştık. Öyle ya, daha kendi insanlarını şiddetten koruyamayan bir ülkede hayvanlara karşı şiddeti ve eziyeti şikayet edebileceğimiz hiçbir kurum yoktu. Maalesef ülkemizde yabani hayatı korumaya dair bir bilinç çok az olduğu için; devletin vahşi yaşamı koruma refleksi de hiç gelişmemiştir. Bu yüzden, yabani hayata zarar verenlere, hayvanları öldürüp, eziyet edenlere karşı da sistemli bir cezalandırma yoktur. Hayvanları korumaya dair kurulan dernekler de yetersiz kalmaktadır. Örneğin bahçesine uçamayan yavru bir Kartal düşen yakın akrabam, bu hayvanın uçabileceği zamana kadar tutulabileceği ve tedavi edilebileceği bir kurum veya muhatap bulamamıştı. Belediye vahşi hayvanlar ile ilgilenmediklerini söyleyip, kendisini orman işletmesine yönlendirmiş, onlar da ilgilenmediklerini söyleyip, özel bir hayvanat bahçesine yönlendirmişler. Oraya da ulaşamayınca kendi imkanlarıyla hayvanı uçurmaya çalışmışlardı.

 

Timsah Osman'ın Hazin Hikayesi

Bana bu hikayeyi çok sevdiğim bir arkadaşım anlattı. Kendisi bu gerçek ve yaşanmış olayı televizyonda bir haber programında izlemiş ve bana Timsah Osman’ın hikayesini anlatmıştı.  Olay, bir Anadolu kasabasındaki bir insanının bir timsah beslemeye heves etmesi şeklinde başlıyor. Sonra bir şekilde bir timsah yavrusu edinip köydeki evinin akvaryumunda beslemeye başlıyor. İsmini de Timsah Osman koyuyor. Timsah Osman büyüdükçe doğal olarak akvaryuma sığmaz hale geliyor. Artık timsah evin banyosunda ve küvette tutulup orada beslenmeye başlanıyor. Gel zaman, git zaman Timsah Osman iyice büyüyüp küvete de sığmaz hale gelince, sorumsuz sahibi artık onu evde besleyemeyeceğini anlayıp, köyün deresine salıyor. Tabii köyün deresi timsahın akrabalarının yaşadığı Afrika, Amerika veya Asya ırmakları kadar zengin değil. Anadolu kasabasının küçük deresinde yeterli yiyecek yok! Zavallı Timsah acıkınca her gün dereden çıkıyor ve köy kahvesinin önüne gelip ağzını açarak kahvede okey ve pişti oynayan umursuz insanlarının insafa gelip de ona yiyecek bir şeyler atmalarını sabırla bekliyor. Artık Timsah Osman'ın kahvenin önüne gelmesi ve oradan atılacak bir yiyecek artığı veya kuru ekmeğini beklemesi, her gün yaşanan ve kanıksanan bir olay halini alıyor. Bu haber çekildiğinde, kahvede oyun oynayanlar, gülüşüp sohbet edenler timsahın dışarıda aç be aç beklemesini o kadar kanıksamışlar ki, timsahın geldiğinden ve yiyecek beklediğinden habersiz, umursuzca gülüşerek oyularını oynamaya devam ediyorlar. Sizce de hazin bir hikaye değil mi? O, yaşadığı nehrin hakimi, o etrafına korku salan kudretli timsah, bir Anadolu kasabasında, bir kahvenin önünde Timsah Osman olarak, ağzını açmış bir vaziyette köylülerin insafa gelerek ona bir kuru ekmek, bir yiyecek artığı vs. bir şey atmalarını bekliyor. Belki o Timsah, yani Timsah Osman ağzını açmış bir şekilde yiyecek beklerken gerçekten "timsah gözyaşı" döküyordur, kim bilir!

Ve ülkemizde insan olmak... Güzel ülkemizde iyi insan olmak da maalesef en az hayvan olmak kadar zordur. Eğer kurallara uyan, başkasının hakkına saygı duyan fakat aynı şekilde diğer insanlardan da bunu bekleyen biriyseniz bu ülkede işiniz çok zordur. Çünkü ülkemizde insanın insan onuruyla yaşaması zordur. Gün içinde mutlaka bir tehditle, türlü haksızlıklarla ve hak gaspı ile karşılaşırsınız. Kuyrukta beklerken önünüze girmeye çalışanlar, her yerde tanıdığını, hemşerisini kullanarak öne geçmeye ayrıcalık elde etmeye çalışanlar, kaba gücünü veya ekonomik gücünü kullanarak istediğini yaptırmaya çalışanlar her gün karşılaştığımız sıradan olaylardır. En azından trafikte bir gün içinde onlarca hak gaspı ve ölüm tehlikesi ile karşılaşırsınız. Birileri mutlaka hakkınıza yada canınıza kast ettiğinde Türkiye'de kurallara uyan bir vatandaş olmanın sızısını içinizde yaşarsınız. Bir devlet dairesinde veya hastanede de işiniz olduğunda da benzer duygulara kapılabilirsiniz. Saf, salak, kör taklidi yaparak uzun kuyruğun önüne, bekleyenlerin önüne geçen yüzsüz vatandaşlarımızı gördüğünüzde, memur, şef, müdür ve hatta bir hademe olan tanıdığı ile göstere göstere sırada bekleyen onlarca insanın önüne geçen birini gördüğünüzde bu güzelim ülkenin vatandaşı olduğunuza içerlersiniz. Ve maalesef, içinizden kınamak dışında hiçbir şey yapamazsınız. Vergisini düzenli ödeyenler de düzenli olarak aldatılır ve enayi yerine konulurlar bu güzel ülkede. Çünkü her birkaç yılda bir, vergilerini ödemeyen, yüzsüz ve asalak insanlar için vergi affı çıkar, zamanında ödeyenler ise ödedikleri ve saf vatandaş oldukları ile kalırlar bu ülkede. Üstelik, bu saydığım haksızlıklar, zorbalıklar ve kural tanımamazlıklar en basitleridir. Güzel memleketimizde çok daha büyük hak gasplarına rastlamanız kaçınılmazdır. Peki, Avrupa'lılar kendi ülkelerinde birbirlerine, doğaya ve hayvanlara karşı saygılı, adil ve yaşanabilir ülkeler kurabildikleri halde, bizler neden böylesi sistemler kuramıyoruz hiç düşündünüz mü?

14 Ocak 2017 Cumartesi

Kader ve Kadercilik

Kader ve Kadercilik

 

 Coğrafya kaderdir.

Kader, tüm hayatın ezelde Levhi Mahvuz’da yazıldığı şekliyle hiç değişmeden akmasıdır. Kaderin değişmeyeceği Kur’an da ve diğer bazı kutsal kitaplarda belirtilmiştir. Kader, evrenin yaratılış anından beri geçmişte olmuş olan tüm olayları ve gelecekteki olacak tüm olayları kapsar. Hayatın akışı sırasında evrendeki her şey kaderde yazıldığı şekliyle gelişir. Gerçekleşen her olay, gerçekleşmesi gerektiği şekliyle cereyan eder.  Ve insanın başına gelenler, kaderinde yazıldığı şekilde gerçekleşir. İnsanlar kararlarını ve seçimlerini, kaderlerinde yazılı olduğu şekliyle, yani seçmek zorunda oldukları haliyle seçerler. Kaderin dışına çıkmak imkansızdır. Kaderin sosyoloji ve felsefe bilimlerindeki adı determinizmdir. Kader veya bilimsel tabiriyle determinizmde insanın yaptığı seçimlerin nasıl gerçekleştiği açıklanır. İnsanın hayatın akışı sırasında aldığı kararlar zihninde oluşan elektro kimyasal süreç içinde otomatik olarak gerçekleşir. Evrendeki her şey gibi, zihin de fizik kanunlarının bir esiridir. Anne ve babadan alınan genetik miras, yetiştirilme, eğitim, kültür ve yaşanan geçmiş tecrübelerden oluşan fizik girdilerinin beyin hücrelerinde yarattığı elektro kimyasal süreç sonucunda zihin bir karar verir. Determinizm, karar verme şartlarının, (evren, algılar, yaşanmış tecrübeler, fiziksel etkileşim süreci ve elektrokimyasal karar verme süreci) tekrarlanması halinde bireyin her seferinde aynı kararı vereceğini öne sürer. Kader ve determinizm, dışına çıkılması mümkün olmayan bir akışı tarifler. Bu akış bir insanın hayatı, bir ailenin hayatı, bir ülkenin hayatı, hatta tüm evrenin tüm geçmişi ve geleceğidir.

İnsanoğlunun davranışlarını ve eylemlerini belirleyen iki faktör vardır. Bunlar insanın bir şeyi yapmayı sevmesi ya da o şeye zorlanmasıdır. Bu her iki durumda da insanın özgür iradesinin bir etkisi yoktur. Sevdiğimiz şeyleri düşündüğümüzde (yemek, renkler, müzik, davranış kalıpları…vb) sevme eylemini kendi irademizle yapmadığımızı görebiliriz. Yani biz sevdiğimiz şeyleri bilinçle seçip eyleme geçmiyoruz, aksine sevdiğimiz şeyler bizi harekete geçiriyor. Diğer faktör olan, insanın bir seçime zorlanması idurumu ise, insanın anne ve babasından aldığı genetik kodlar, bebeklik ve çocukluktan gelen yetiştirme tarzı, edindiği terbiye ve yaşanmış tecrübelerinin neticesinde geliştirdiği davranış kalıbıdır. Örneğin, dana etini yemenin çok günah olduğu bilinci ile yetiştirilmiş bir Hindunun yemek tercihlerinde dana eti yerine tavuk veya balık etini seçmesi bir zorunluluktur. Çünkü onun için dana eti hiçbir zaman seçim opsiyonu olmayacaktır. Davranışlarımızı ve seçimlerimizi gözlemlediğimizde, bize ait olduğunu sandığımız seçimlerin çoğunluğunun DNA’mız, yetiştirilme şeklimiz ve edindiğimiz tecrübeler ile zorunlu olarak gerçekleştiğini görebiliriz. Bunun yanında günümüzde bazı sinir bilim (Neuroscience) deneylerinde bilinçli olarak yaptığımızı sandığımız seçimlerin aslında zihmizde bizim farkında olduğumuz karar anından birkaç saniye öncesinden gerçekleştiği de tespit edilmiştir. Bu sonuçlar insanın seçimlerinde özgür iradeye sahip olduğu inancına karşı büyük soru işaretleri ortaya çıkmasına neden olmuştur. Zira, biz seçim yapmadan aslında neyi seçeceğimizin belli olması, biz neyi seçeceğimize karar vermeden önce zihnimizin bizim yerimize karar veriyor olması insanı dehşete düşürecek kadar sarsıcıdır. Çünkü, bizler kararları kendimizin verdiğini düşünüyoruz. Ancak görünen o ki kader, (veya deterministik sebepler dünyası) insan yaşamında düşündüğümüzden çok daha fazla etkilidir. Buna karşın, sahip olduğumuzu düşündüğümüz “Özgür İrade” denilen şey ise sadece bir yanılsamadan ibarettir. Tıpkı kalp atışlarımızın sürekliliğinde ve ritminde, nefes, böbrek, ciğer, sidirim gibi yaşamsal falliyetlerimizde kontrolümüzün olmaması gibi, aslında özgür irade ile aldığımızı sandığımız kararlar üstünde de tam kontrolümüz bulunmamaktadır.  Spinoza, “Eğer aşağı doğru akan bir su, düşünebilen bir varlık olsaydı, kendi özgür istenci ve iradesiyle aşağı doğru akmakta olduğunu düşünürdü. Karar verme durumumuzu özgürlük olarak kabul edemeyiz. Çünkü kararlarımız çoğunluk hafıza denilen yapının etkileriyle oluşur.” der. Bu gerçek o denli korkunç bir durumdur ki, insanı kendi beyninin karmaşık yapısı ve elektro kimyasal mekanizmasının aldığı kararları uygulamaktan öteye gitmeyen piyon veya veya kukla durumuna düşürür. Bu tespitler, suç-ceza sistemini, din ve inanç sistemlerinin cennet-cehennem inanışlarını kökünden sarsıcı öğeler barındırır. Zira bizim sahip olduğumuz genetik mirasla edindiğimiz kişiliğimizde, içine doğduğumuz ailede, yaşadığımız ortamda ve aldığımız eğitimler neticesinde hangi inanç sistemine sahip olacağımız bellidir. Sahip olduğumuz genetik mirasla edindiğimiz kişiliğimizde, içine doğduğumuz ailede, yaşadığımız ortamda, küçük yaşta maruz kaldığımız olaylar neticesinde yetişkinlikte aslında nasıl bir kişi olacağımız aşağı yukarı bellidir. Çoğu zaman insanlar bir katile, hırsıza ve tecavüzcüye nefretle ve öfleyle bakarlar. Ve haklı olarak bu tür kişilerin olabilecek en şiddetli şekilde cezalandırılmasını isterler. Halbuki üzerinde düşünüldüğünde, o kişilerin içine doğdukları aileler, genetik mirasları, çocukluklarında başlarına gelenler ve yaşadıkları tecrübeler çoğunlukla o kişilerin eylemlerinin nedenini oluşturur. O insanların yerlerine çocukluktan beri tamamen kendimizi koyduğumuzda, muhtemelen aynı kötü eylemleri bizim de işliyor olacağımızı görebiliriz. Bu korkunç realite suç ve ceza sistemlerinin anlamsızlığını gözler önüne sermektedir. Beynimiz hayati tehlike olabilecek kaç-yada savaş durumlarında, biz farkında bile olmadan önce karar alıp uygulamaya geçer. Böyle bir “kaç yada savaş” durumunda biz, bazen kaçarken, bazen de savunma refleksiyle farkında bile olmadan bir insanı kolayca öldürebiliriz. Yine dinler ve inanç sistemlerinin bazı öğeleri de benzer şekilde determinizm veya kader ile anlamını kaybetmektedir. Zira insanın genetik mirası, içine doğduğu ailenin dini inancı (muhafazakar, liberal veya inançsız olması), aldığı eğitimler ve yaşadığı tecrübeler o insanın inancını belirleyecektir. Dolayısıyla, şartları ve yaşadığı tecrübeleri aynı olmayan insanları aynı kriterlerlerle ödüllendirmek veya cezalandırmak da çok mantıklı değildir. Üstelik bir insanın başına gelen şeyler, kaderinde yazıldığı şekliyle geliyorsa, seçimleri bile beyninin karmaşık yapısı ile farkında olmadan gerçekleşiyorsa cenneti (ödül) veya cehennemi (ceza) kazanma inancı da anlamını kaybeder. Zira, hangimiz anne ve babamızı kendimiz seçtik? Hangimiz milletimizi, doğduğumuz ülkeyi ve toplumumu kendimiz seçtik? Çocukluğumuzda başımıza gelenler konusunda hangimizin söz hakkı oldu? Hangimiz çevremizi, akrabalarımızı seçebildik? Hangimiz dini inancımızı, mezhebimizi kendimiz seçtik? Sosyoloji biliminin kurucusu olan büyük İslam filozoflarından İbni Haldun “Coğrafya kaderdir.” der. Bu söz çağlar ötesinden gelen çok güçlü bir sözdür. Kuşkusuz bu söz, sadece bir insanın yada bir toplumun yaşadığı coğrafi bölgenin onun kaderi üstündeki kaçınılmaz etkilerini, hayatın akış şeklini, komşularını ve kaçınılmaz savaşlarını kapsamıyordu. “Coğrafya kaderdir.” sözü, aynı zamanda insanın içine doğduğu aileyi, aşiretini, kültürünü, dini ve ideolojik inançlarını da içeren tüm değerler sistemini kapsıyordu. Çünkü, içine doğduğumuz aile ve toplum tüm değerler sistemimizi, inancımızı ve ahlakımızı da oluşturuyor. Bunun da ötesinde içine doğduğumuz aile ve toplum kimliğimimizi oluşturur. Biz insanlar olarak kendimizi kimliğimiz üstünden tanımlarız. Değerlerimiz bizim neye öfkeleneceğimizi, neye güleceğimizi ve ne için savaşmamız gerektiğini söyler. Değerler sistemimiz bize çalmamız yada çalışmamız gerektiğini söyler. İçine doğduğumuz aile ve toplum, bizim milliyetçi, muhafazakar yada liberal olup olmamamızı belirler. Dolayısıyla bu yüzden gerçekten de “Coğrafya kaderdir.”

Peki, insanların ve toplumların kaderi değişir mi? Dua kaderi değiştirir mi? Ait olduğumuz Doğu medeniyeti içinde tıpkı Batı toplumlarının yaptığı gibi, kavga etmek yerine karşılıklı saygıyı, küçük bireysel çıkarlar yerine toplumun daha büyük ortak çıkarlarını, kargaşa ve kuralsızlık yerine hukuk ve güvenliği, sınıfsal zenginlik yerine toplumsal refahı önceleyen adil ve katılımcı bir demokrasi kurabilir miyiz? Maalesef kader değişmez. İnsanlar da toplumlar da kendi kaderlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Hayatta olan her şey olması gerektiği gibi olur. Dua yada kabullenememek yoluyla olanları değiştirmeye çalışmak, zaten yaratıcının, Allah’ın çizdiği kaderi beğenmemek anlamına gelir. Kaderini değiştirmeye çalışmak, yada kaderinden kaçmaya çalışmak, aslında gerçek kaderine yakalanmak anlamına gelir. Tıpkı Oedipus efsanesinde yada Hz Musa ile Firavun kıssasında olduğu gibi… Görünen o ki, kader konusunda yapılacak bir şey yoktur. Hayatta her şey olması gerektiği gibi ola gelmektedir. Bu manada tüm insanlar gibi tüm toplumlar da kendi kaderlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ancak, zihnimizin karmaşık işleyişi içinde neyi seçeceğimizi bilemeyişimiz, iyiyi ve güzeli seçemeyeceğimiz anlamına da gelmez. Schopenhauer, "İnsan istediğini yapabilir ama istediğini isteyemez." der. Aslında bu sözü şöyle de söyleyebiliriz; “Sadece istediğiniz şeyleri yapabilirsiniz” Ama unutmayın, istediğiniz şeyleri siz seçemezsiniz, aksine onlar size seçer. Burada özgür iradeden söz edilemez. Kuşkusuz bu gerçeği bilmek insanı umutsuzluğa sevk eder. Özellikle Türk toplumunun eğitimle bir gün ileri medeni toplumlar gibi bir millet olabileceğini düşünen iyimser insanlar için. Zaten nesilden nesile farkında olmadan aktarılan değerler sisteminin ve kültürün değişmezliğini fark ettiğimizde bunun zorluğu çok daha net kavrayabiliriz. O halde, insan ve insanlarla birlikte toplumlar kendi kaderlerini bilerek ve isteyerek değiştiremezler mi? Ben bu konuda çok zor olmakla birlikte bunun hala mümkün olduğunu düşünüyorum. Çünkü, ileri ve medeni toplumlar da bir zamanlar hoyrat, saldırgan ve vahşi insanlardan oluşuyordu. Ama zamanla nasıl evrimleşerek tüm canlı türleri birbirinden ayrıldıysa, düşünce evrimiyle de ortak yaşama kültürü de gelişti ve olgunlaştı. Batı’da toplumu oluşturan bireylerinin çoğunluğunun bu düşünce evrimini geçirmesi sonucunda, toplumun mentalitesi ve kültürü de o yana doğru evrildi. Böylece bireylerin çoğunluğu seçimlerinde durağanlık yerine gelişimi, savaş yerine barışı, kötü yerine iyiyi, güvensizlik yerine güvenliği istediği anda toplumdaki hayatın akışı da değişti. Bu değişim kaderin değişmesi değil, aksine, asıl kaderin yaşanması demekti. Tıpkı şimdi, şu anda farkında olmadan bir fiziksel evrimin içinde yaşıyor olmamız gibi düşünsel evrim de bunu mümkün kılar. Dolayısıyla, derin farkındalık ile sadece kendimizi değiştirebilir, zaman içinde neyi sevebileceğimizi tercih edebiliriz. Bu çok zor da olsa büyük bir paradigma değişikliğidir. En azından kendi çocuğumuzu bu farkındalıkla yetiştirmeyi başarabilirsek, onun seçimleri atalarının seçimlerinden çok daha farklı olacaktır. Bu değişimin etkisi kendi kuşağımızda hissedilmese bile, yetiştirdiğimiz çocuklarımız ile birlikte gelecek kuşaklarda etkisini gösterecektir. Ancak bunu yapabilmek için insanın kendini eksik ve kusurlu bulması gerekir ki, bu oldukça nadir görülen bir durumdur. Kendini eksik veya kusurlu bulan insan sayısı oldukça azdır. Çünkü insan benliği, organizmanın hayata tutunabilmesi için kendini tam ve kusursuz görme eğilimindedir. İşte bu yüzden insanlar kendilerinden çok karşısındaki insanları eksik ve kusurlu görüp, diğer insanları değiştirmeye çalışırlar. Kuşkusuz bu gerçeklik, değişmez olan toplumsal kaderin bir parçasını teşkil eder. Tıpkı evrimin milyonlarca yılda gerçekleşmesi gibi, düşünce ve kültür evrimi için de binlerce yıl gereklidir.

1 Ocak 2017 Pazar

Yin Yang ve İnsan olmanın dehşeti ile coşkusunu dengeleyebilmek

Hayat şaşırtıcı bir şekilde zıtlıklar üzerine kurulmuştur. Kadın-Erkek, Gece-Gündüz, Soğuk-Sıcak, Pozitif-Negatif, Kış-Yaz gibi zıtlıklar (Yin Yang) düalitedir. Düalite ve bu zıtlıklar ise hayatın enerjisidir. Tüm zıtlıklar birbirini çeker veya birbirlerini sonsuz bir döngüyle takip ederler. İşte bu zıtlıkların geriliminden ve bitmek bilmeyen dönüşümünden hayatın enerjisi meydana çıkar. Kadın olmasaydı, erkek de var olamaz, sebzeler, meyveler ve tüm bitkiler kış yaşamadan yaz zamanı ürün veremezlerdi. Dünyamızın olduğu gibi fiziğin en temel güçlerinden biri olan manyetizmanın Kuzey ve Güney kutbu vardır. Tek kutupla ne dünya, ne evren, ne de tek bir atom dahi var olamazdı. Elektrik akımı + ve – yükler olmadan oluşamazdı. Dünyada ölüm olmadan yaşam da var olamazdı! Diğer yandan, biz hayatı ancak bu zıtlıklar sayesinde anlayabiliriz. Zira, soğuk olmadan sıcağı, karanlık olmadan aydınlığı bilemezdik. Yin Yang ve zıtlıkların gerilimi sadece madde aleminde ve fizik dünyasında görülmez. Zıtlıkların gerilimi ve dönüşümü insanın bedensel ve ruhani dünyasında, kişisel gelişim ve aydınlanma arayışında da görülebilir. Zira, insan gelişiminde kötü olmasa iyinin, günahlar olmasa, sevapların, bilinçsizlik olmasa aydınlanmanın hiç bir değeri olmazdı. O halde insanoğlu kötülüğü, karanlığı, ve cehaleti yargılamamayı da öğrenmelidir. İnsan yin yang döngüsünün hem kurbanı hem de bir parçasıdır. Her insanın içinde iyilikle kötülüğün tohumları ve günahlarla sevapların gerilimi vardır. İnsanın bir yanı yücelmek ve yükselmek isterken, diğer aşağı yanı karanlığa, zevke ve diğer aşağılık duygulara tutunur. Yani, insan bir yönü ile dalları göklere yükselen ulu bir çınar olmak isterken, bir yanı toprağın en kuytu, en karanlık yerlerine, derinlemesine kök salmak ister. Adeta gerçek bir çınar ağacı gibi dallarının yükselebilmesi için, toprağın derinliklerine kök salması gerekmektedir. Kötü yanı olmadan salt iyi, bilge ve erdemli bir insan var olamaz. Her insanın içinde iyilik ve kötülük bitmek tükenmek bilmeyen bir şekilde savaş halindedir. Ama, hiç kimse mutlak iyi yada mutlak kötü değildir. Her kötü insanın içinde nokta kadar da olsa bir iyi yön olduğu gibi, çok iyi görünen bir insanın içinde de az da olsa bir kötülük vardır. Her iyilik kendi içinde nokta kadar az olsa bile bir kötülük (veya kibir…vb) tohumu barındırmaktadır. İyilikle kötülük arasındaki bu gidiş gelişler, birinden karşı tarafa geçişler, sandığımızdan çok daha kolay ve hızlı gerçekleşir. Bu bir döngüdür. Yin yang; insanlığımızı, vicdanımızı, iyilik ve kötülük arasında gidiş gelişimizi, günahlar ve sevaplar arasında bocalayışımızı da açıklar.

Bilge Kızılderilinin hikayesinde olduğu gibi biz içimizdeki iyi veya kötü hayvanlardan hangisini daha çok beslersek elbette o kazanacaktır. Eğer içimizdeki kötü hayvanı daha çok beslersek kötü, şayet içimizdeki iyi hayvanı daha çok beslersek iyi yanımız yani, bilgeliğimiz kazanacaktır. Fakat içimizdeki kötü hayvanı öldürmemeliliyiz de. Çünkü o hayvan tüm hayvansal içgüdülerimizdir. İlkel dürtülerimizi tümüyle kontrol eden o hayvan bizi hayatta tutmaya, güvenliğimizi sağlamaya ve neslimizin devamını garanti altına almaya çalışır. Bizi, yani muhteşem organizmayı korumaya çalışır. Diğer yandan, iyi ve kötü aynı zamanda görecelidirler. Evrensel iyi ve evrensel kötü diye bir şey yoktur. Kiminin iyi dediği kimine göre kötüdür. İyi ve Kötü kavramları içine doğduğumuz toplum tarafından bize sonradan öğretilen bir değer algısıdır. İyi ve Kötü bilinci toplumdan topluma, millettten millete, devletden devlete, insandan insana ve hatta bizim şimdiki algımızla yıllar sonraki algılarımıza göre bile değişir. Bu yüzden kötüyü yargılarken çok dikkatli olmalıyız. Sadece kendi doğrumuz ile olaylara baktığımız zaman, olayın diğer boyutunu yok saymış oluyoruz. Bu farkındalık bize hiç kimseyi ve hiçbir toplumu yargılamamayı, aslında hepimizin aynı olduğunu öğretir.

Yin Yang döngüsü kişisel gelişimimizde ve varoluşsal dünyamızda da karşımıza çıkar. Başarıya en yakın olduğumuz anda, içimizde başarısızlığın tohumları yeşermek için beklemektedir. Ve bu tohumlar her an kök salıp tüm kazanımlarımızı yok edebilecek niteliktedir. Bu yüzden her başarı, içinde başarısızlığın tohumlarını taşır. Fakat, gecenin en karanlık vaktinin şafak sökmeye başlamadan hemen öncesi olması gibi, başarısızlıklar da, başarının çok yakında gelecek olan doğumunun işaretlerini taşır. Nasıl, avantajımız sandığımız şeyler dezavantajımız olabiliyorsa, dezavantajımız sandığımız şeyler de eğer kullanmayı bilirsek avantajımız olabilir. Tıpkı zayıflığımızı kabul ettiğimiz anda güçlenmeye başlamamız gibi. Ve içimizdeki haz ve mutluluk anları... Evet o mutlu anlarımız da mutsuzluğun, acı ve hüznün tohumlarını içeriyor. Mutluluğu bulduğumuzu düşündüğümüz ölçüde, mutsuzluğa yakınlaşıyoruz aslında. Çünkü hazza ve mutluluğa bağlandığımızda çok daha kırılgan hale geliyoruz. Tekrarlayamadığımız o hazlar ve mutluluk anları ise yoksunluğa ve acıya dönüşüyor. Tekrarlanan hazlar ise yetersiz kalıyor. Bu durum uyuşturucu, alkol veya sigara bağımlılığının bilinç altında yatan gizli nedenleridir. Deneyimlediğimiz hazları ve yüksek olma durumunu artan şekilde  tekrarlamak istiyoruz. Çünkü biz yüksek olduğumuz zamanlarda beynimiz dopamin ve serotonin salgılar. İşte bu hormonlar nedeniyle bize haz veren her şey, zamanla bizi o eyleme bağımlı yapar ve bir süre sonra alıştığımız doz yetmemeye başlar. Echart Tolle bu durumu acı-haz döngüsü veya varoluş-yok oluş döngüsü olarak açıklamaktadır. “Her haz içinde ayrılmaz zıddı olan ve zamanla tezahür edecek olan acının tohumunu taşır." der.

Yin yang döngüsü hayatın her yerinde karşımıza çıkar. İnsan hayatının devrelerinde (gençlik, olgunluk ve yaşlılık), devletlerin, hükümetlerin ve hatta siyasi partilerin güçlenip büyüyüp yıkılmasında dahi gözlemlenebilir. Kendi yaşamımızda her şey yolunda giderken, sağlıklı iken kendimizi salıyoruz, kendimize ve sağlığımıza dikkat etmiyoruz. Abur cubur yiyor, kilo alıyoruz. Geç yatıyor, geç kalkıyor, spor yapmıyoruz. Ama bu sağlıksız beslenme ve kendimize yaptığımız bu özensizlik karşısında kaçınılmaz olarak hasta olduğumuzda aklımız başına geliyor. Diyet yapmaya, kilo vermeye, spor yapmaya, uykumuza dikkat edip  sağlıklı beslenmeye başlıyoruz. Aynı şekilde ülkeler de büyür, güçlenir, daha da büyüyüp imparatorluk olurlar. Sonra duraklama devresi, gerileme, zayıflama ve en sonunda parçalanıp yok olma devreleri gelir. Tarihte bu döngüyü yaşamayan imparatorluk ve devlet yoktur. Bakınız Roma ve Osmanlı imparatorlukları... Bakınız tarihteki nice görkemli krallıklar, imparatorluklar ve devletler... Şu bir gerçektir ki, büyüme ve güçlenme, bir ülkeyi bağımsızlığa, bunun yanında etrafındaki coğrafyaya karşı saldırganlığa iter. Bu da savaş, yıkım ve yok oluş riskini artırır. Ancak, yıkım, parçalanma ve yok oluş olmazsa büyüme ve güçlenme de olamaz. Çünkü hiç bir devlet, hiç bir şey sonsuza kadar büyüyüp güçlenemez. İşte bu yıkım, yok oluş ve tekrar güçlenme döngüsü bize yaşam enerjisi veriyor.

Bilge Kızılderili Lideri Don Juan demiştir ki; "Savaşçı, insan olmanın dehşeti ile insan olmanın coşkusunu dengeleyebilen insandır."  Kuşkusuz Don Juan insan olmanın erdemli yanı ile, insanın hayvani yönlerine vurgu yapıyordu. İnsan özünün doğasında olan sebeplerden ötürü, iyi yönde, bilgelik ve erdemde gidebileceği noktanın sonsuzluğu kadar, kötülükte, vahşilikte ve sapıklıkta da, insanın içindeki ona izin veren doğasından dolayı sınırsız olduğunu vurgulamaktadır. Bu da kuşkusuz yin yang'in ta kendisidir. İnsanın bir yönüyle içindeki vahşi hayvanın getirdiği vahşeti, acımasızlıkla etrafına korku saçması, en korkunç katliamları yapabilme ihtimalinin yanında sapık ve alçak olabileceğine vurgu yapıyordu. Kuşkusuz hırs ve kötülükte insanoğlunun yapabileceğinin sınırı yoktur.  Bir insan, aklımızın alamayacağı kadar cani olabilir. Bunlar uç örnekler gibi görünse de, artık günümüzün toplu imha silahları ile çok daha büyük insan ve doğa katliamları saniyeler içinde yapılabilmektedir. Yüksek güçlü bombalar ile sadece tek bir düğmeye basarak binlerce insan anında yok edilebilmektedir. Korkunç bir bilinçsizlik ve çılgınlık hali! Tabiki işin bir de insan olma coşkusu boyutu var. İnsan öyle bir varlık ki, iyilik, erdem ve bilgelikte de herhangi bir sınırı ve limiti yoktur. Sanatta, bilimde, sevgide, şefkat de, yaşam estetiğinde ve bilimsel ilerlemede insanın coşkusu da sınırsızdır.

Geçenlerde bir gün arkadaş toplantısı için İzmit'teydim. Gelirken eşim ve kızım da bana eşlik ettiler. Toplantıdan sonra onlarla buluştuk. Yemek yiyeceğimiz Hoşgör pastanesine doğru giderken yürüyüş yolunda yarısının yıkımı tamamlanmış, kalan diğer yarısı da uzun kollu kepçeli bir iş makinesi tarafından yavaş yavaş yıkılmakta olan 4 katlı eski bir binaya rastladık. Benim hemen ilgimi çekti. Bir yandan toz olmaması için sürekli olarak sulanan eski bina, kepçenin her bir darbesinde yavaş yavaş çöküyordu. Kolonları, çatısı, kirişleri, katlar arasındaki tavan betonları kepçenin her bir dokunuşu ile yerle bir oluyordu. Tabii eşim ve kızım bu manzarayı seyretmek yerine, biraz ilerideki LC Waikiki mağazasına girip alış veriş yapmayı tercih ettiler. Ben ve meraklı erkekler grubu sanki çok ünlü bir tiyatro gösterisi izliyor gibi, olduğumuz yere çivilenmiş halde bu muhteşem yıkımı izliyorduk. Kızım bir yerde okumuş. "Bir yerde bir erkek grubu hepsi birden aynı şeye bakıyorsa orada ya oynanan bir futbol maçı, ya güzel bir kadın, yada bir vinç vardır." Bendeki izleme içgüdüsünün sebebi biraz farklıydı. Ben bu muhteşem yıkımı, hayatın dönüştürücü gücü olan yok oluş - varoluş döngüsüne şahit olmanın verdiği hazla, büyülenmişçesine izliyordum. Eski evin içindeki muhtemel yaşanmışlıklardan dolayı, bu yıkıma dram katmak yerine, bu yıkımı yenilenmenin bir sebebi, bir anahtarı ve bir adımı olarak görüyordum. Yepyeni insanların yaşayacağı, yepyeni bir hayatın hüküm süreceği, yepyeni bir evin yapılabilmesi için bu eski evin yerle bir olarak yıkılması ve hiçbir iz bırakmadan yok olması gerekiyordu. Bu tıpkı ağaçların ve yeşil doğanın meyve verebilmesi ve yenilenebilmesi için sonbaharda tüm yapraklarının döküp, adeta kupkuru kalarak kış mevsimini geçirmeye gerek duymaları gibi bir olaydı. Belki benim bu olayı izleyişim; bir adamın bahçesindeki ağaçların meyve vermesini, sonra bu meyvelerin dalında çürümesini aylar süren bir tefekkür ile izlemesi gibi hayranlıkla bir izleyişti. Bu tıpkı insanların, toplumların veya devletlerin güçlenebilmesi için parçalanıp yok olmaları gerekmesi gibi bir döngü idi. Bu bir hayat döngüsü yani hayatın döngüsünün kendisiydi. Bu döngü, tıpkı bir insanın yaşadığı acı - haz sarmalında yaşadığı sonsuz haz ve bağlanmanın hemen peşinden gelen yıkılış, hayal kırıklığı ve mutsuzluk duyguları idi. Tıpkı hayat sonrasında gelen ölümdü.



*Nevzat Keleş'in "Hayatın Yönü" adlı kitabından
Bumerang - Yazarkafe