Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

29 Nisan 2017 Cumartesi

Yin Yang'ın Başka Bir Veçhesi Teknolojik Dönüşüm (Kodak, Nokia, Tesla, Endüstri 4.0 ve Sonrası)

Hızla gelişen ve değişen dünyada öne çıkabilmek için dünyanın, toplumun ve pazarın değişim hızından daha hızlı olmak gerekiyor. Günümüzde artık değişimin hızı da artmıştır. Bir yatırım için karar verip harekete geçene kadar; pazar, müşteri beklentileri veya toplum değişebilmektedir. Bu duruma en iyi örnek “Nokia ve Ericson” şirketleridir. Cep telefonunun ilk çıktığı, bir salgın gibi dünyaya yayıldığı yıllarda, piyasayı elinde tutan en büyük firma Nokia idi. Cep telefonu ile konuşabilmek, SMS ile haberleşebilmek adeta bir devrim gibi bir şeylerdi. Artık telefon için masa telefonlarına ihtiyacımız kalmamıştı. Her yerden mobil olarak herkese ulaşabilir olmuştuk. Hele SMS ile mesajlaşmak, sanki şimdinin email'i kadar önemli bir iletişim aracına dönüşmüştü. Hani o antenli, "takoz” diye belimizdeki kılıflarda, çantamızda taşıdığımız, antenleri upuzun olan cep telefonları! Bu pazardaki en büyük firmaları Nokia ve Ericson şirketleri idi. O firmaların telefonlarının satışları, tüm dünyada kasırga gibi esiyordu. Hem de o "takoz" telefonlar oldukça astronomik fiyatlara satılıyordu. Cep telefonları zamanla küçülmeye, ekranları renklenmeye, işletim sistemleri ile akıllanmaya başladılar. Özellikle de Nokia şirketi, o kadar büyümüştü ki, belki o yıllarda dünyanın en değerli şirketi haline gelmişti. Fakat çep telefonları geliştikçe, ekranlar büyümeye fakat tuşlar kaybolmaya, telefon tuşların yerini dokunmatik ekranlar almaya başladı.Nokia buradaki geçişi, müşteri beklentilerini ve eğilimini tam anlayamamıştı. Fakat Apple, müşterilerine yıllardır sattığı müzik dinleme aleti olan ipod'a telefon özelliklerini ekleyip ismini de "Iphone" olarak piyasaya sürüverince, adeta yer yerinden oynadı! Bu olay, tüm dünyada o kadar büyük bir sansasyon yarattı ki, herkes bu olayı konuşmaya başladı. Çünkü, Apple’ın yaptığı bu devrim ile cep telefonu artık akıllı bir bilgisayara dönüşmüştü. Artık cep telefonlarımız ile bilgisayarımızın yapabildiği bir çok şeyi yapabilmeye başlamıştık. Cep telefonumuz ile iletişim kurabildiğimiz gibi, iş maillerimize ulaşabiliyor, fotoğraf çekip paylaşabiliyor, görüntülü konuşabiliyor, bir çok bilgisayar dosyasını açabiliyor ve hatta cep telefonumuz ile bazı bilgisayarda kullandığımız uygulamalarını kullanıp çalışabiliyorduk. Çünkü o artık sadece bir cep telefonu değil, bir akıllı telefona dönüşmüştü. Çünkü artık onun bir işletim sistemi vardı. Uygulama yükleyip kaldırabiliyor, yazılımını güncelleyebiliyorduk. Daha sonrasını biliyorsunuz. Google Apple’a rakip olarak “Android”i çıkardı. Ve bu günlere geldik. Ve Nokia şirketi, hiç kimsenin aklına gelmeyecek şekilde, teknoloji yarışında geri kalarak, neredeyse iflas noktasına geldi. Artık Nokia ve Ericson cep telefonları, ancak yaşı büyük olan insanların hatırladığı uzak bir efsane olarak kaldı. Belki endüstri müzelerindeki yerlerini de çoktan almışlardır. Hem de 10-15 yıl gibi kısa bir süre içinde adeta doğdu, büyüdü ve öldüler! Aslında Nokia ve Ericson şirketleri, araştırma geliştirme, yönetim olarak çok yanlış şeyler de yapmamıştı. Yanlızca Apple ve Google’ın görebildiği, müşteri ve pazar eğilimlerini onlar görememiş veya anlayamamışlardı. Veyahut Apple, durumu herkesten çok daha hızlı görüp, müşteri beklentilerini de aşıp, adeta pazarı kendisi şekillendirmişti. Bu durum tıpkı rahmetli Henry Ford’un o çok meşhur sözünü “İnsanlara ne istediklerini sorsaydım, daha hızlı giden at arabaları üretirdim” sözünü hatırlattı bana. Kendisi ne kadar geniş ve ileri bir vizyona sahip bir insanmış değil mi? Bizim bugün, her gün kullandığımız arabalarımızı ve sanayinin itici gücü olan otomotiv endüstrisini, biraz da bu vizyona borçluyuz aslında. Ama ya sonrası?
Çok sevdiğim bir arkadaşım Tesla'nın olayını bir çılgınlık olarak gördüğünü söylemişti. İnsanların daha tasarımı bitmemiş, ortada henüz olmayan bir araç modelinin, daha üretim yapacak bir fabrikası olmayan bu markanın 2-3 yıl sonra piyasaya çıkacağını vaad ettiği bir otomobilini şimdiden satın almak için kuyruğa girmelerini, parasını peşin vermelerini bir dini bağlılık gibi, hatta dinden de öte, bir "Tesla tarikatı" olarak gördüğünü söylemişti. Ancak bu gibi davranışları ve günümüzün tüketim anlayışını kimliğimizin bir parçası haline getireli çok zaman geçti. Apple’ın yeni çıkaracağı iphone, ipad, mac yada iwatch modelini ilk satın alan, ilk kullanan insanlardan olmak için insanlar günler öncesinden kuyruklara girmiyor mu? Yada yeni çıkan farklı bir teknolojik bir cihazı ilk kullananlardan biri olmak için günler öncesinden sıraya giren insanlar yok mu? Yada sevdiğimiz bir müzik grubu, gönül verdiğimiz takımımız ve tuttuğumuz takımın renklerinin hayatımızdaki yeri, en az "din" kadar tesirli değil mi ki zaten? Hayranı olduğumuz müzik gruplarının organizasyonları ve tuttuğumuz takımız maçları öncesinde bazen günler öncesinden insanlar bilet kuyruğuna girmiyor mu?
Endüstri 4.0 da çok ileri bir konsept. Endüstri 4.0 alışıldık üretim plânlama, satış, pazarlama anlayışını yıkıyor. Emek yoğun üretim, ara mamul ve ara prosesler, sevkiyat, servis gibi konseptler de endüstri 4.0 ile birlikte artık yavaş yavaş ölüyor. Endüstri 4.0 ile üretim bambaşka proseslere evriliyor. Artık ara üretim malları, ara prosesler, bir çok alt imalatçılar gelen ara mallar devreden çıkıyor. Direkt ham maddeden final mamule, çok yüksek bir otomasyon süreciyle üretim söz konusu olacak. Günümüzün emek yoğun prosesleri, endüstri 4.0 ile birlikte nerdeyse insansız üretime yakın düzeyde otomatiğe ve otomasyona dönüşecek. Günümüzün satış, pazarlam ve üretim planlama departmanlarının tamamına yakını devreden çıkacak. Müsteri, kendi istediği aracının veya ürününün konfigürasyonunu kendisi internet üstünden yapacak. Ödemesini online yapacak. Müşteri isteklerini üretecek şekilde otomasyonu yapılmış olan üretim planlama sistemi çalışmaya başlayacak. Bir çok ara mamul imalatçılar yerine, ana fabrikada gelişmiş 3D printerlar ile siparişin üretimi kendiliğinden başlayacak. Müşterinin aracının ve ürününün parçaları kendiliğinden hazır edilecek. Ambarlar 100% e yakın oranda insansız çalışacak. Ve n,hayetinde final üretim de, yine çok büyük bir otomasyon ile en az insan etkisi ile tamamlanacak. Endüstri 4.0üretim anlayışını kullanan Tesla gibi firmaların ürün, tasarım ve üretim mantığı çok farklı olacak. Artık tüketiciler olarak bir araba almayacağız. Adeta çok akıllı bilgisayarlar satın alıyor olacağız. Çünkü yeni devrim olacak elektrikli araçlar, artık otomatik pilotta sürücüsüz gittiği, araçların adeta birer bilgisayar olduğu, internete girdiği, her türlü eğlence imkanı sunulduğu sistemlere dönüşecek. Arabalarımız, evimiz ve iş yerimizdeki bilgisayarlarımız ile tamamen entegre olacak.
Yakın gelecekte artık fikirler satacak, yenilikler, buluşlar satacak. Fikre ve yeniliğe değer vermeyen, yeni teknoloji ve trendlere ayak uyduramayan dev şirketler çok kısa bir sürede batacaklar. Ve biz bunları çok yakın bir gelecekte hep birlikte göreceğiz. Nasıl mı bu kadar eminim? Geleceği anlayabilmek için geçmişe bakmak gerektiği söylenir. Yapılan araştırmalara göre milenyum tabir edilen 2000 yılına girerken dünyanın ilk 500 firmasının yarısının artık ilk 500 de olmadıkları tespit edilmiş. Yani yirmi yıla varmadan, dünyanın en gözde şirketlerinden yarısı gözden düşmüşler. Şimdi dünyanın en büyük olan firmaları ise, son 20 yılda yeni fikirler ve yaklaşımlarla ortaya çıkan firmalar. Artık değişimin hızı ve yıkıcılığı da artmıştır. Eskiden on yıllar alan değişimler ve büyümeler ve yokoluşlar yıllar içinde gerçekleşmektedir. Bu durum, nereden bakıldığına bağlı olarak, insanlara ve yatırımcılara yüksek risk olduğu kadar, çok büyük hatta sonsuz fırsatlar da sunuyor.
Evet Tesla da dünyayı değiştirecek. Bu Ford'un yüz yıl önce yaptığı devrim kadar büyük olmayacak belki. Ancak kesinlikle bir devrim ve dönüşüm göreceğiz. Ford, yüz yıl önce hiç olmayan bir şey yapmıştı. At arabalarından otomotive geçiş, dünyadaki en büyük devrimlerden biri oldu. Belki Tesla'nin yaratacağı devrim, o çapta büyük olmayacak. Ancak bir devrin sonunu getireceği kesin gibi. Bu dönüşüm, Kodak yada Nokia trajedisinin bir benzeri olmasa da, klasik otomotiv endüstrisini dönüştürecek. Hantallaşmış, eski teknoloji kullanan verimsiz firmalarını bir yol ayrımına sürükleyecek. Elektrikli araç devrimine ayak uyduramayan otomotiv devleri bir bir yıkılacak. Bu tıpkı ying yang döngüsü gibi bir dönüşüm. Yada bir varoluş olabilmesi için, mutlaka bir yıkım olması gerektiği gibi. Tıpkı Nokia’nın, Ericson’un telefonlarının egemenliğinin bitişi gibi.
Ya sonrası? Sonrası da endüstri 4.0'ı, teknolojiyi, hatta internet iletişimini dahi yok edecek farklı bir yıkıcı değişim, hatta devrim den söz ediliyor. Dünyanın en büyük online alışveriş sitelerinden birisi olan "Alibaba"nın patronu Jack Ma; özellikle endüstri 4.0 ile gelecek olan yoğun bir otomasyon, yüksek teknolojinin getireceği insansızlık dönemininde insanların kitleler halinde işsiz kalacağına dikkat çekiyor. Jack Ma bu dönemin sosyal patlamalara hatta teknoloji karşıtı hareketlere yol açıp, yıllar sürecek uzun bir dönem, insanoğlunun eriştiği yüksek teknolojiyi ve iletişimi yok edecek devrimlere yol açabileceğini ortaya atıyor.
Beni hiç şaşırtmayan bu öngörü, insanoğlunun yaşamının her alanında var olan bu Yin Yang, yani hayat ve ölüm gibi, varoluş ve gelişmenin karşısında yıkım ve yok oluşun bitmek tükenmek bilmeyen döngüsüne işaret ediyor. 

21 Nisan 2017 Cuma

Hayattan neler öğrendim


*Hiç bir şeyin düşündüğüm kadar zor ancak göründüğü kadar da kolay olmadığını öğrendim.

* Toplum olarak başka insanların özgürlüğünü savunmadığımız sürece, kendi özgürlüklerimizin de garanti altında olmadığını öğrendim.

*Davranışlarımı kontrol etmem gereğini, aksi halde davranışlarımın beni kontrol ettiğini öğrendim.

*Olgunluğun, kutladığımız yaş günlerinin sayısından değil, hayattaki tecrübelerden ve bu tecrübelerden öğrendiklerimiz olduğunu öğrendim.

*Arkadaşlık ve dostlukta, sayıdan ziyade arkadaşlığın kalitesi ve niteliğinin daha önemli olduğunu öğrendim.

*Sadece başkalarını affetmenin yetersiz olduğunu, bazı zamanlar kendimizi de affetmemiz gerektiğini öğrendim.

*Kalbimiz ne kadar kırılırsa kırılsın, dünyanın dönmeye devam ettiğini, bizim sıkıntımız yüzünden durmadığını öğrendim.

*Geçmişimizin ve şartlarımızın bizi “biz” yapan faktörlerin başında geldiğini fakat “kim olacağımız”ın kendimize bağlı olduğunu öğrendim.

*Kimseye kendimizi sevdiremeyeceğimizi, ancak tek yapabileceğimizin; ancak sevilecek birisi olabilmek olduğunu öğrendim.

*Aşk kelimesinin bir çok anlamı olduğunu, çok fazla kullandıkça değerini kaybettiğini öğrendim.

*Ne kadar yaşlı ve ne kadar bilge olursanız olun, hayatın size yeni şeyler öğretmekten geri durmadığını öğrendim.

*Armudun dibine düştüğünü, yani erkeklerin babalarına, kızların da annelerine benzediğini öğrendim.

*Hayatın herşeyi yapamayacak kadar kısa, bir çok şeyi yapmaya yetecek kadar uzun olduğunu öğrendim.

*Karı-kocanın, Anne-Baba ile çocukların, en yakın arkadaşların, en tutkulu sevgililerin dahi, yollarının ayrı olduğunu öğrendim.

*İnsanların yalnızca kendilerini değiştirebilecekken, yalnızca başkalarını değiştirmeye çalıştıklarını öğrendim.

*Kendimizi değiştirmeden, toplumumuzu yada devlet yönetimimizi değiştiremeyeceğimizi öğrendim.

*Hayatta takip eden ve tüketen olduğumuz müddetçe, üreten ve takip edilen olamayacağımızı öğrendim.

*Hayatın anlamının, dolu dolu yaşamak, onun için zamanımızı öldürmektense zamanımızı değerlendirmemiz gerektiğini öğrendim.

*Hayatta alınacak olan en büyük riskin, hiç bir risk almamak olduğunu öğrendim.

*Her şeyde bir ilk olduğunu öğrendim.

*Ne kadar iyi olursanız olun, birilerinin sizden daha iyi olduğunu öğrendim.

*Mutluluğun, ancak paylaşılınca gerçek olduğunu öğrendim.

*Eğer bir odada en zeki kişi ben isem, yanlış odada olduğumu öğrendim.

*Başkalarının bize değer vermesinden önce, kendi kendimize değer vermemiz gerektiğini öğrendim.


*İnsanlara ve çevremize karşı gerçekçi ve açık olmak gerektiğini öğrendim.

*Daha da öğrenmeye devam ediyorum :)

16 Nisan 2017 Pazar

Siyasi Sistemimizin İşleyişinin Çarpıklığı

Hayatımın hissedebildiğim dönüm noktası olan 35-40 yaşlarıma kadar çok politize olmuş bir insandım. Gençlik yıllarında sol ideoloji ve sosyalizm beni derinden etkilemişti. Belki bunun sebebi hayranı olduğum Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli gibi sanatçılar ve arkadaş çevremdi. Yüksek Okul yıllarında ise milliyetçi arkadaşlarımdan dolayı, milliyetçi, ülkücü camiaya da ilgi duymuştum. Komünizmin çökmesi sonucu insanlara umut olacak bir ideoloji olmaktan çıkması ve memleketimizdeki sol partilerin oldukça halktan kopuk olmaları nedeniyle genelde liberal ve muhafazakar partilere oy verdim. Çünkü sol partilerin yapması gereken aş, iş, özgürlük mücadelesini muhafazakar ve liberal partiler veriyordu. Liberalleşme konusunda yine muhafazakar partiler başı çekiyordu. Ancak liberal orta sağ partiler de, kısa bir başarı döneminden sonra ciddi bir yolsuzluk ve bozulma sürecine girdiler. Aynı şekilde, muhafazakar partilerin de bozulması ve yolsuzluklara karışması da çok uzun sürmedi. Sanki çağdaş filozof Lord Acton'un dediği, "İktidar yozlaştırır, mutlak iktidar mutlak yozlaştırır." sözü doğrulanıyordu. Son 3-4 seçimde ise oy kullanmadım. Oy kullanmama nedenim, geç de olsa ülkemizdeki demokrasinin sözde bir demokrasi olduğunu anlamış olmamdı.  Meğerse yıllardır inandığımın aksine ülkemizdei demokrasi aslında "mış" gibi bir demokrasiymiş. Demokrasi varmış gibi görünen sistemimiz, aslında çoğulculuğa ve halka dayanmıyormuş.

Anayasamıza bakacak olursanız, ülkemizin yönetim şekli demokratik cumhuriyettir. Ülkemizde yönetime talip olan siyasi partiler ve onların milletvekilleri de kuşkusuz halkın oyları ile seçilirler. Buraya kadar herşey normal görünüyor. Ancak ironik bir şekilde, demokrasinin temel direği olan siyasi partilerimizin içlerinde demokrasi yoktur. Ülkemizdeki neredeyse tüm partiler, bu partileri yöneten liderlerin iki dudağı arasından çıkan emirlerle yönetilirler. Neredeyse tüm liderler, partilerini sanki o siyasi parti babasından kalma tapulu malıymış gibi, tek adam şeklinde yönetirler. Parti liderlerinin astığı astık, kestiği kestiktir. Kimse liderin tasarruflarını sorgulayamaz. Parti lideri koltuğunda kendi canının istediği kadar oturabilir. Partilerini iktidara taşımak bir yana, onlarca seçim kaybetmiş birer başarısızlık abidesi olsalar da parti liderleri, ölünceye kadar koltuklarını bırakmazlar. Peki bu başarısız liderler istenmedikleri makamlarda ve partilerinin başında kalmayı nasıl başarıyorlar? Çünkü, ülkemizdeki siyasi partiler yasası, parti liderleri ve parti üst yönetimine verilmemesi gereken yetkiler veriyor. Parti liderleri ve yönetimleri, parti yönetimlerini belirleyen parti delegelerini kendileri belirleyebiliyorlar. Evet, garip ama yumurta tavuktan çıkıyor, tavuk da yumurtadan. Parti liderinin başa geldikten sonra ilk yaptığı iş, bu döngüyü garanti altına alacak şekilde, kendi koltuğunu sağlama alacak icraatleri yapmak oluyor. Yani, parti liderleri, parti delegelerini seçiyor, delegeler de parti kongrelerininde kendilerini o makama getiren parti yönetimlerini seçiyorlar. Parti liderinin seçtiği delegelerin başka bir adaya oy vermesini beklemek zaten saflık olmaz mı? Yani al gülüm ver gülüm olayı ve bir çıkmaz döngü asla kırılamıyor. Parti yönetimi ve lider 10 seçim bile kaybetse, kongrelerde seçilmeye devam ediyor. Ülkemizdeki partilerin yönetimlerine bakarsanız bu gerçeği gözünüzün gözbebeğine batacak çıplaklıkta görebilirsiniz. Üstelik bu lidere dayalı yönetim düzeni ve anlayışı bütün partilerimizde aynıdır. Bu yüzden parti kongreleri öncelikle usul tartışmaları ile geçer. Kongrenin blok liste mi, yoksa çarşaf liste ile mi yapılması gerektiği konusunda kavgalar çıkar. Liderler antidemokratik bir bir durum olmasına rağmen blok liste isterler. Çünkü, çarşaf liste, kendi hegemonyalarını zayıflatır. Çünkü blok liste, halkın, yani teşkilatların seslerini bastırmaktır. Bu yüzden, blok listenin demokratik bir ülkede olmaması gerekir. Ama tüm partilerimizin kongrelerine dikkat ederseniz, genelde blok liste, tek başkan adayı, tek yönetim kadrosu anlayışı baskındır. Farklı sesin, farklı kadroların, farklı adayların çıkamadığı partilerden de, farklı, alternatifler ve yeni politikalar çıkmaz. Sadece statükocu ve hegemonyacı yönetimler çıkar. Bu yüzden alternatif politikalar üretebilecek akıllı, başarılı, parlak simalar partilerimizin yönetimlerine bir türlü giremezler. Önlerindeki görünmez duvarlar adeta Çin seddi gibi dikilir. Sadece liderlerine en çok bağlı, en sadık ve en itaatkar tipler parti kadrolarına girebilirler. Bu gözle görünmez duvar ve dile getirilmeyen mekanizmadan tüm parti liderleri çok memnundur.

Ama bu (güya demokratik) parti düzeninde eksik tek bir şey vardır o da "halk"tır. Yani demokrasinin olmazsa olmazı olan halk. Dikkatlice incelerseniz bu sistemde halk yoktur. Hani seçimden seçime hatırlanan, seçimlerde siyasi partilerin liderlerinin işaret ettiği adaylara oy atmaktan öte bir fonksiyonu olmayan halk. Siyasi partilerin sadece tavanını değil, tabanlarını oluşturan yerel teşkilatlar ve yönetimlerini de belirlemesi gereken "halk” hiç ortada yoktur. Halk sadece seçimden seçime, parti liderlerini gösterdiği adaylara oy atmak için vardır. Bizi Batı demokrasilerinden ayıran en büyük fark da budur. Batı demokrasilerinde, delegeler ve yerel yönetimler parti liderleri ve üst yönetimleri tarafından domine edilemez. Halk, partilerin yerel yönetimleri delegeler üzerinde tam olara belirleyicidir. Parti delegeleri lidere değil, temsil ettikleri halka ve yerel yönetimlere karşı sorumludur. Delegelerin kendilerini seçen halka karşı hesap verme zorunlulukları olduğu için, kongre zamanlarında parti liderlerinin ve parti üst yönetiminin etkisinde kalmazlar. Oylarını vicdanlarının ışığında ve halk yararına kullanırlar. Bu yüzden Batı demokrasilerinde seçim kaybeden partilerin liderleri ve yönetimleri, o işgal ettikleri koltuklarda ve makamlarda oturmaya devam edemez, anında istifa edip çekilirler. Aksi halde oturdukları o koltukların, kendileri için ateşten bir gömleğe dönüşeceğini bilirler. İşi o noktaya getirmeden, onurları ile istifa ederek giderler. Japonya’da, halka verdiği sözleri yerine getiremediği için harakiri yapan devlet adamları bile vardır. Ama biz istifa mekanizmasına bile razıyızdır. O yüzden sık sık Avrupa seçimlerinden sonra, siyasi parti liderlerinin istifa ettiklerine şahit olur, şaşırırız. Böylesi ilkeli ve onurlu davranışların bizim siyasilerimizde olmamasından dolayı kızar, bizim siyasi parti liderlerinin yüzsüz bir  şekilde sahip oldukları koltuklara yapışıp kalmalarına üzülürüz. Üstelik Avrupa'da siyasi parti liderlerinin istifa etmeleri içi, seçim kaybetmeleri de gerekmez. Sözünde duramadığını, vaadlerini gerçekleştiremediğini yada halkın kendine olan güvenini kaybettiğini gören bir çok parti lideri ve siyasetçi seçimleri dahi beklemeden, onurları için istifa edip giderler. Örneğin seçimleri kazanmasına rağmen, Brexit oylaması ile halkının ona olan güvenini kaybettiğini öne sürerek istifa eden İngiltere başbakanı David Cameron buna örnektir. Seçimlerde 1. parti olmasına rağmen, partisinin oylarını düşürdüğü için istifa eden parti lideri de çoktur. Halbuki bizde 20 seçim de kaybeden partilerin liderleri, oylarını artırmak bir yana, partisinin oylarını sürekli düşüren partilerin liderleri ve yönetim kadroları, halkın ve kendi partilerinin tabanının dahi güven duymadığı parti liderleri ve üst yönetim kadroları, sahip oldukları o makamlarda pişkin bir şekilde oturmaya devam edebilmektedirler. Çünkü, bizim sistemimizde lider her şeyin sahibidir. Delegeleri delege yapan, milletvekillerini milletvekili yapan kişi parti tabanı, yani halk değil liderdir. Bu yüzden delegeler kendini halka değil, lidere karşı sorumlu hissederler. Bu sayede liderler de koltuklarında istedikleri kadar kalırlar. Ancak aslında kabahat yüzsüz siyasetçilerde ve sorumsuz delegelerde değildir. Esas suç, liderlerin koltuklarını sürekli olarak sağlama alan siyasi partiler yasasını sorgulamayan toplumda, yani bizdedir. Zira her halk layık olduğu şekilde yönetilmektedir. Bizler çok politize bir halk olduğumuz için, kendi partimizin ideolojisi gözümüzü kör etmiştir. Hepimiz takım tutar gibi kendi partimizi tutar, körü körüne parti ideolojisini savunuruz. Diğer görüşleri ise göz ardı eder, susturmaya çalışırız. Demokrasicilik oynayarak, her seçimde tuttuğumuz partinin amblemine oyumuzu basar, bunu da demokrasi zannederiz. Kimsenin aklına bu çarpık sistemi tartışmak, daha adil, katılımcı ve halka dayanan bir demokrasi talep etmek gelmez. Siyasi bölünmüşlük, kutuplaşma ve her dönemin ağır siyasi tartışma atmosferinden dolayı, mevcut siyasi sistemi tartışmaya sıra bir türlü gelmez.

Halk olarak liderlerin delegeleri seçtiği, delegelerin de lideri ve üst kadroları seçtiği bu sistemi sorgulayıp değiştirmediğimiz sürece gerçek bir demokrasiye kavuşamayacağız. Sadece seçimlerde partilerin amblemine ve liderlerin seçtiği adamlara oy basarak kendimizi demokratik bir ülkede yaşadığımızı zannetmeye devam edeceğiz. Bu mevcut sistem değişmeden, ülkede hiçbir şey değişmez. Çünkü, mevcut sistem ile siyasi partilerde yenilenme olamaz. Üstelik mevcut sistemde iyi, başarılı ve idealist insanlar barınamaz. Bu sistemde sadece lidere yakın olan insanlar, liderin her söylediğine kayıtsız şartsız itaat ve  biat edenler ayakta kalabilir. Halbuki gerçek bir toplumsal ve siyasi aydınlanma ancak aşağıdan yukarıya doğru gerçekleşebilir. Bu yüzden artık partileri ve liderleri tartışmayı bırakmamız gerekiyor. Çünkü, artık süper kahramanlardan ziyade sadece işleyen bir siyasi sisteme ihtiyacımız var. Bizler de, bireyler olarak liderlerin değil sistemin savunucusu olmalıyız! Farklı görüşlerden insanlar olarak bir araya gelip, ortak bir paydada buluşamazsak, toplum olarak hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Bu yüzden siyasetin işleyiş tarzından rahatsızlık duyup, şikayet edip durduğumuz halde hiçbir şeyi değiştiremiyoruz. Çünkü, asgari müştereklerde ve ilkelerde buluşmak yerine, kendi siyasi görüşümüzü ve tezlerimizi tüm topluma zorla empoze etmeye çalışıyoruz. Aslında siyaset kurumu ve yöneticiler bizim aramızdan çıkan insanlardır. Biz neysek siyasetçiler de o dur. Dolayısıyla siyasi partileri, liderleri, siyasetçileri değiştirmeye çalışmak yerine kendimizi değiştirirerek toplumsal aydınlanmaya erişebiliriz. O zaman siyaset biz oluruz, siyaset de bizden olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi...

7 Nisan 2017 Cuma

Mış Gibi Yapıyor, Mış Gibi Yaşıyoruz

Mış Gibi Yapıyor, Mış Gibi Yaşıyoruz

"Mış gibi yapmak” ifadesini ilk olarak sn Doğan Cüceloğlu (nurlar içinde yatsın!) kullanmıştı. Kendisi bu tanımlamayı ülkemizde yapılıyor görünen ama yapılmayan işler ve uygulanıyor görünen ama ama niç uygulanmayan kurallar için kullanmıştır. Doğan bey ve kendisinin kitapları sayesinde benim de bu konuda farkındalığım arttı. Doğan bey, kitaplarında zaman zaman, mış gibi yapılmış olan kaldırımlardan, mış gibi konulmuş ancak uygulanmayan hukuki kurallardan bahseder. Ben de son zamanlarda etrafıma bakınca etrafımda yalnızca eksiklikler, sahtelikler ve mış gibi yapılan işler görüyorum. Doğan beyin söylediği gibi mış gibi yapılan kaldırımları, mış gibi yapılmış özürlü yollarını, mış gibi yapılan belediye hizmetlerini, yapıyormuş gibi yapılan göstermelik eğitimleri görüyorum. Lüks AVM lerde, üst düzey sitelerde, rezidanslarda ve gösterişli şirketlerimizin girişlerinde ilk göze çarpan mış gibi yapılan güvenlik işlerini görüyorum. Memleketimizde neredeyse bir çok şey aslında "mış" gibi yapılıyor. Aslında yapmıyor, yanlızca yapıyor görünüyoruz. Belki de "İşi bileceksin, işe gitmeyeceksin." sözü böyle bir kültürün sonucunda ortaya çıkmıştır, kim bilir. Neredyse tüm iş hayatımız mış gibi yapılan işlerle yürüyor. Her günümüz geçici çözümler, günü kurtaran uydurma hareketler ile geçiyor. Aslında bir çoğumuz görevlerimizi hakkıyla yapmıyor, çoğunlukla görevlerimizi savsaklayıp baştan savıyoruz. Trafik kurallarını, iş güvenliği kurallarını, toplumsal kuralları, etik kuralları göz ardı ediyor, görmezden ve duymazdan geliyoruz. Eğer denetleme görevini yapan insanlar işlerini mış gibi yapmayıp da, hakkını vererek iyi bir şekilde yapsalardı bir Soma maden kazası gibi işgüvenliği facialarını yaşamazdık. Eğer trafik polisleri işlerini mış gibi yaparak değil de, gerçekten hakkını vererek yapsalardı, trafik kontrollerini tam bir şekilde yapsalardı bu kadar kaza olmazdı. Her yıl on binlerce insanımız (sanki kadermiş gibi) trafikte ölmez, on binlercesi yaralanıp sakat kalmazdı. Milyarlarca dolarlık milli gelirimiz, kazalarda hurda haline gelen araçlar yüzünden heba olmazdı. Ve eğer maliye, sgk ve diğer devlet görevlileri de şirketleri ve işletmeleri denetleme işlerini mış gibi değil de, gerçekten hakkını vererek yapsalardı bu ülkede vergi kaçırılamaz, bu sayede vergi yükü sadece çalışan kesimin omuzlarında kalmazdı. Denetlemeler mış gibi yapılmasaydı, gelir adaletsizliği oluşmadığı için çok müreffeh bir ülke olurduk. Denetimler mış gibi yapılmasaydı, merdiven altı firmalar gerek çalışanların hakkını gerekse devletin vergisini gasp edemezlerdi. Eğer tarım bakanlığı ve belediyeler gerçekten işlerini mış gibi değil de gerçekten hakkıyla yapsalardı, sebze-meyve hallerini, semt pazarlarını, gıda firmalarını ve çarşıyı hakkıyla denetlerler, biz ne yediğimizden şüphe etmezdik. Sürekli olarak hormonlu, gdo’lu, kimyevi ve kanserojen katkılarla hızla üretilmiş tarım ürünleri yiyor şüphesi taşımazdık. Eğer belediyelerimiz işlerini mış gibi yapmak yerine, hakkıyla yapıyor olsalardı böyle çarpık, çirkin, plansız şehirlerde üst üste yaşıyor olmazdık. Eğer işlerini denetimlerini hakkıyla yapsalardı gökdelenlerle gecekondular yan yana olmazdı. Şehir planlamacıları ve mimarlar işlerini mış gibi yapıyor olmasalardı, bugün yaşadığımız türden bir trafik ve park sorunları olmazdı. Daha yaşanır daha yeşil şehirlerimiz olurdu. Aslında bizim ülke olarak, yasalar ve hukuk olarak bir eksiğimiz yoktur. Bizim tek sorunumuz, yasaları uygulama, kurallara uyma, insanları kurallara uydurma ve iş ahlakı konusundadır. Ancak işlerimizi mış gibi yapma alışkanlığı sadece devlet ile ilgili bir durum değildir, aksine tüm topluma sirayet etmiş bir kültürdür. Bu vurdumduymazlık kültürü toplumsal olarak genlerimize kadar işlemiştir. Anlı şanlı büyük şirketlerimiz, mühendislik ve inşaat firmalarımız, esnafımız, ticaret erbabımız, çiftçimiz, kısacası hepimiz işlerimizi mış gibi, yani yapıyormuş gibi yapıyoruz. İdealist bir yaklaşımı, neredeyse hiç bir alanda, hiç bir sektörde, hiç bir meslek grubunda göremiyoruz.

Özellikle eğer bir süre yurtdışında kaldıysanız tüm bu eksiklikler gözünüze daha çok çarpmaya başlar. Örneğin yurtdışına çıkmadıysanız taksilerin ve taksicilerin hep bizdeki gibi olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat taksi sektörünün nasıl olması gerektiğini yurtdışından özellikle de Avrupa'dan öğrenebilirsiniz. Araçların temizliği, taksicinin müşteriye davranışı, inerken binerken müşterinin bavullarını yerleştirmesi, sizi ineceğiniz noktanın yakınına yada karşısına değil de, tam önüne getirmesi gibi bir çok fark yaratan şey görebilirsiniz. Yine yurtdışındaki yerleşimi ve binaların güzelliklerini ve yüzyıllar boyu kullanılabilen sağlamlığını bizim binalarımızın çirkinliklerini ve çürüklüğünü karşılaştırınca olayın farkına varmanız kaçınılmazdır. Eğer bizim mimar ve mühendislerimiz de işlerini mış gibi yapmayıp hakkıyla yapsalardı, birçok şehrimizde bu güne kadar meydana gelen depremlerden sonra yaşadığımız binaların yerle bir olmasından dolayı yaşadığımız acıları yaşamaz, ahlar vahlar etmezdik. En küçük depremde çöküveren binalarımızın tüm suçu ve günahı denetleme yapmayan devlet görevlilerinde ve mühendislerde değildir. Elbette müteahhitlerimizi de unutmamak gerekir. Eğer işinin üçkağıdına kaçmadan, malzemeden çalmadan işlerini hakkıyla yapan müteahhitlerimiz olsaydı,  depremlerde bu derece yıkımlar ve büyük trajediler yaşamak zorunda kalmazdık.

Peki, sanatçılarımız, sporcularımız, entelektüellerimiz, akademisyenlerimiz işlerini mış gibi mi yoksa hakkıyla mı yapmaktalar? Pek öyle görünmüyor! Maalesef ülke olarak, yaptığımız hiç bir işte iyi değiliz. Ülke olarak hiçbir meslek dalında amatörlükten kurtulamıyoruz. Bir türlü yaptığımız işlerde uzmanlaşmayı başaramıyoruz. Çünkü bizde her alanda fazla sirkülasyon olup, içimizde idealizm olmadığı için yaptığımız her iş yetersiz düzeyde kalıyor. Bu yüzden dünyada en iyisi olduğumuz hiç bir meslek yoktur. Ben çok düşündüm ama hiç bir şey bulamadım. Sadece mesleklerde ve zanaatlerde  değil, tarımda da iyi değiliz. Sporda olmadığımız gibi, sanatta ve akademik çalışmalarda da neredeyse hiç yokuz. Üniversitelerimizde her türlü imkan olmasına rağmen, adeta akademisyen ordusuna sahip olmamıza rağmen, bilimsel bir buluş veya teknolojik bir yeniliğe imza atamıyoruz. Eğer sahip olduğumuz tüm üniversitelerdeki akademisyen ordusu işlerini mış gibi yapmak yerine hakkıyla yapsalardı üniversitelerimizin seviyesi bu kadar yerlerde olur muydu? Eğer işler mış gibi yapılıyor olmasaydı onlarca, yüzlerce, binlerce yeni buluş, patent, teori gibi akademik başarılara sahip olmaz mıydık? Her yıl binlerce doktoralı masterlı akademisyenlerimiz mevcut sayının üstüne ilave geliyor. Ama ciddi bir bilimsel araştırma yada bilimsel çalışma yada teknolojik bir buluş göze çarpmıyor. Çünkü, bilimsel olması gereken akademik çalışmaların çoğunluğu yine mış gibi yapılıyor. Doktora ve master faaliyetlerinin çoğu sırf o ünvanları elde edebilmek için yapılıyor. Sırf bir şeyler yapıyor görünmek için yapılıyor. Maalesef bir çok bilimsel araştırma Google'dan bulunup “kopyala biraz değiştir ve yapıştır” ile yapılıyor. Eğer işlerini mış gibi yapmak yerine hakkıyla yapan sporculara sahip olsaydık futbolda, basketbolda, amatör dallarda başarıdan başarıya koşmaz mıydık? Eğer öyle olsaydı olimpiyatlarda altın madalya ve başarı sıralamasında son sıralarda olmak yerine başı çeken ülkelerden biri olmaz mıydık? Futbol ve basketbolda Avrupa ve dünya kupalarında başarıdan başarıya koşmaz mıydık? Çünkü artık ülke olarak elimizde her türlü imkan var. Paraysa para, tesis ise tesis, imkan ise imkan her şey var. Ama başarı bir türlü gelmiyor. Ama bu değer yargıları ve böylesi bir kültürle başarı asla gelmez!

Peki kurallara uymayışımızın, kuralları uygulamayışımızın, denetimlerin takipçisi olamayışımızın, işlerimizde bir türlü profesyonelleşemememizin nedenleri nelerdir? Benim bulabildiğim; içimizde idealizmin bir değer olarak yer almaması ve genlerimizdeki dıştan gelen hiçbir kuralı içselleştiremeyen, özgür ve yarı vahşi bir kültüre sahip olmamızdır. Maalesef kültür ve toplumsal değerler eğitimle öğretimle değiştirilemez. Bir kültürün ve değer algılarının değişmesi çok zor bir şeydir. Böylesi büyül bir değişim derin bireysel farkındalıklardan sonra kendimizi ve olaylara bakışımızı değiştirip, yetiştirdiğimiz çocuklarımızı bu bilinçle yetiştirmek ile mümkün olabilir. Bireylerin çoğunluğunun bilinçli bir çaba ile kendini değiştirebilmesi sonrasında  büyük toplumsal değişiklikler olabilir. Bu süreç ise asırlar alacak kadar uzun bir zaman diliminde gerçekleşebilir. Belki şimdilerde hepimiz için en iyisi kendi kendimizi olduğumuz gibi kabul etmektir.

1 Nisan 2017 Cumartesi

Ne kadar kırılgan varlıklarız!

Her şey nasıl da soluyor gidiyor!
Evimizde, iş yerimizde, arabamızda bakmadığımız bir köşede hemen tozlanma, örümceklenme, paslanma ve çürüme başlıyor. Entropi ve onun görünürdeki veçhesi zaman o kadar güçlü bir olgu ki, etkilerinden kaçmak imkansız. Biz ise nafile bir caba ile zamana ve entropiye direnmeye çalışıyoruz! Temizliyoruz, siliyoruz, parlatıyoruz, yeniliyoruz... Eşyalarımızı, arabalarımızı, evlerimizi, kıyafetlerimizi yenileyerek zamana karşı koyduğumuza dair içimizde bir yanılsama var. Zamana direnmeye çalışırken farkında olmayarak aslında kendimiz eskiyip, yaşlanarak çürüyüp yok oluşa doğru gidiyoruz. Tüm yaşamımız da aynı şekilde kırılganlıklar içeriyor. En güçlü olduğumuzu sandığımız bir anda aslında dağılmaya, parçalanmaya, hasara ve yıkıma yakınlaşıyoruz!
Benzer bir durumu insan vücudunda ve sağlık durumunda gözlemleyebiliyor. İnsan vücudu muhteşem bir biyolojik makine. Ve bu makine de eskiyor, teklemeye başlıyor hatta bazen stop ediyor. 30 lu yaşlardan sonra insan bu durumu idrak etmeye başlıyor. Eskiden yapabildiği şeyleri yapamamaya, zorlanmaya, çabucak yorulmaya ve kendini daha güçsüz hissetmeye başlıyor. Genetiğinden gelen hastalıklar ile yaşa bağlı metabolizma yavaşlaması ve yıpranma belirtileri olan; şeker, kalp, tansiyon, işitme ve görme kayıpları, saçlarda ve sakallarda beyazlama, yorgunluk, mide sorunları, bel fıtığı, kemik erimesi gibi iskelet sorunları menopoz ve andropoz gibi realiteler bir bir ortaya çıkıp kendini belli etmeye başlıyor. Elbette niyetim, bu duruma bir dram yüklemek değil. Sadece, olanı olduğu gibi kabul etmek gerekiyor. Hayatı olduğu gibi, acısı ve tatlısı ile, iyisi ve kötüsü ile. Marcus Aurelius bu konuda "*Sağlıklı bir göz, görülebilen her şeyi görebilmelidir. "Yalnızca iyi olan şeyleri görmek istiyorum" diyemez. Çünkü bu ancak hastalıklı bir gözün durumudur. Sağlıklı bir kulak ve sağlıklı bir burun, işitilebilecek ve koklanabilecek herşeyi algılamalıdır." der.
Bazen bütün hırslarımızla hayata sarılıyoruz. Büyük, güçlü, gösterişli, saygın gelecek hayalleri kuruyoruz. Kendimizi sadece işlere, kazançlarımıza ve hedeflerimize odaklayarak; yakınımızda, burnumuzun dibindeki gerçekleşenleri fark edemiyoruz. Çoğu zaman bize selam veren insanları bile görmüyoruz. Etrafımızdaki çiçeği böceği görmediğimiz gibi çok yakınımızda olan olayları, konuşulanları duymuyoruz. Kafamız sürekli bir şeylerle meşgul. An'ı yaşamak bir yana, kendimizi tamamen otomatik pilota bağlamış doludizgin gidiyoruz. Kendimizi hayatın stresi ve koşturmasına öyle bir kaptırıyoruz ki yıllar biz farkına bile varmadan akıp gitmiş oluyor. Bazen kafaya takmaya hiç gerek olmayan şeylere endişelenerek, kafamızı takıyoruz. İnsanların hakkımızda ne düşündüğüne kafa yorarak vaktimizi boşu boşuna öldürüyoruz. Bizi sevmeyen insanlara kendimizi kabul ettirmeye çalışırken, bizi seven insanları ise ihmal ediyoruz. Sonunda tam hayatımızı düzene koymuşken hayatımızın geçip gittiğinin farkına varıyoruz. Ya büyük bir hastalığın pençesine düşüyoruz, veya aniden ölüverip çekip gidiyoruz bu hayattan. Gebze'de dıştan iyi ve pek hallice görünen bir aile apartmanın üstünde şu yazıyı görmüştüm: "Sac düzene girdi kalmadı hamur, ev düzene girdi kalmadı ömür!" Muhtemelen yılların emeği ile yaptırdığı anlaşılan bir aile apartmanı idi. Apartmanın sahibi, büyük bir hırsla veya şevk ile yılların sonunda evini istediği hale getirebilmiş, içinde belki çocukları ve torunları ile yaşayacağı mutlu bir gelecek hayali kurmuştu. Hayalindeki evini yapma ve evini güzelleştirme uğrunda yıllarını ve emeğini vermişti. Fakat o sözler, her şeyi düzene koyduğu ve artık yaşamaya başlayabileceğini sandığı anda hayatının bittiğini hüzünle fark etmiş bir Türk babasının hissettikleri idi. Kendimizi zenginliğe, güce, prestije, mal biriktirmeye, iş stresine, dünya keyiflerine ve heveslerine o kadar kaptırıyoruz ki! Büyük bir hastalık yaşadığımızda, bir yakınımızı kaybettiğimizde yada ölümün bizzat kendisi gelip kapımızı çaldığında bu kırılganlığımızın farkına varıyoruz. Hayatın bu kırılganlığını ve aslında bıçak sırtı olan hayatımızı sanki hiç ölmeyecekmiş gibi hırsla, kavgayla, mal biriktirmekle geçirirken anlamıyoruz. Ölümün her an yakınımızda olduğu gerçeğinden öte, aslında yaşadığımız her günün bir mucize olduğunu görmüyoruz. Yaşamamız o denli büyük bir mucize ki, biyolojik yaşam parametrelerimizin çokluğunu ve kırılganlığını düşünürseniz bunu görebilirsiniz. 
Bu konuyu, çok sevdiğim şarkıcı Sting'in çok sevdiğim "Kırılgan" (Ne kadar kırılganız bizler) şarkısının sözleri ile tamamlamak istiyorum.


Fragile - Kırılgan
If blood will flow when fresh and steel are one. (Kan çelik ve hava birleşince akacaksa.)
Drying in the colour of the evening sun. (Ve kuruyacaksa akşam güneşinde.)
Tomorrow's rain will wash the stains away. (Yarın yağmur yıkayacaktır tüm lekeleri.)
But something in our minds will always stay. (Ama aklımızdaki birşey çıkmayacak.)
Perhaps this final act was meant. (Belki de bu son sahne.)
To clinch a lifetimes argument. ( Yaşam boyu süren tartışmayı perçinlemek içindir. )
That nothing comes from violence and nothing ever could. (Şiddet hiçbirşey kazandırmayacak ve kazandırmadı.)
For all those born beneath an angry star. (Öfkeli bir yıldızın altında doğan biz insanlar.)
Lest we forget how fragile we are. (Ne denli kırılgan olduğumuzu unutmayalım diye.)
On and on the rain will fall. (Durmadan yağar yağmur.)
Like tears from a star like tears from a star. (Bir yıldızın göz yaşları gibi.)
On and on the rain will say. (Ve durmadan söyler.)
How fragile we are how fragile we are. (Ne kadar kırılganız bizler, ne kadar kırılganız bizler.)
On and on the rain will fall. (Durmadan yağar yağmur.)
Like tears from a star like tears from a star. (Bir yıldızın göz yaşları gibi.)
On and on the rain will say. (Ve durmadan söyler.)
How fragile we are how fragile we are. (Ne kadar kırılganız bizler, ne kadar kırılganız bizler.)
How fragile we are how fragile we are. (Ne kadar kırılganız bizler, ne kadar kırılganız bizler.)
Bumerang - Yazarkafe