Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

25 Kasım 2017 Cumartesi

Çocuklardan Neler Öğrenebiliriz?

Evet yanlış anlamadınız! Biz yetişkinlerin de çocuklardan öğrenebileceği birçok konu var. Onlar dünyaya gelirken çok muhteşem bir potansiyelle, tertemiz bir ruh ile geliyorlar. Dolayısıyle bizim, kendimizin zamanla, yetişme evresinde unutmuş olduğumuz bir çok yeteneği ve özelliği üzerlerinde taşıyorlar. Onlar henüz Allah vergisi olan, yüce bir potansiyel ve ruh güzelliğine sahipler. Bilge şair Halil Cibran; “Ağlamayan bilgelikten, gülmeyen felsefeden ve çocukların önünde eğilmeyen yücelikten uzak tutun beni!” demiştir Eğer bakmayı bilirsek çocuklardan alacağımız bir çok dersler ve ibretler vardır. Bunlar neler mi? İşte çocuklardan öğrenebileceğimiz şeylerden bazıları:

An’ı Yaşamak
Çocuklar geleceği ve geçmişi düşünmezler. Gelecek için endişelenmez, geçmiş için üzülmezler. Sadece şu anı yaşarlar. Halbuki biz yetişkinler; hayatımızın hızla akıp gittiğini, fakat hiç bir şey anlayamadığımızı daha sonradan idrak edebiliyoruz. Çocukluğumuzdaki bir çok anıyı, en ince ayrıntıları ile hatırlayıp yaşatırken, yetişkinlik hayatımızın hızla akan yılları, neredeyse hiç bir iz bırakmadan geçip gidiyor. Bunun sebebi çocukluğumuzda an’ı yaşamış olmamızdır. Çocukluğumuzdaki oyunlarımızda an’ı öyle bir coşkuyla yaşardık ki; bir saat sanki bir yılmış gibi hafızamızda yer ederdi. Fakat yetişkinlikte aldığımız sorumluluklar ve hayat koşturmacası bizi adeta bir girdap gibi içine çekmiştir.
Özgürce Yaşamak:
Çocuklar biz yetişkinler gibi, içlerinde çok gizli duygular taşımazlar. Sevinçlerini, kızgınlıklarını üzüntülerini hiç gizlemeden hissettikleri gibi yaşarlar. Dışarıya da bunu yansıtırlar. Kendi içlerinden geldiği gibi davranırlar. Hayatlarını özgürce yaşarlar. Davranışlarında gizli, saklı yada sahte hiç birşey yoktur.  Bu yüzden kin tutmazlar, stres ve sıkıntı yapmazlar.
Korkusuz Olmak
Çocuklardan öğrenebileceğimiz en önemli derslerden biri de korkusuz olmaktır. Çünkü çocuklar hiç bir şeyden korkmazlar. Çünkü korkular sonradan öğrenilir. Tabi ki elini köpeğin ağzına sokma, elini sıcak sobaya yada ateşe sürme, kendini ifade etmek için akıllarındaki düşünceyi hemen söyleyivermek gibi bazı yanlışlar, zamanla tecrübe ile öğrenilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak Eckhart Tolle Ancak yetişkin dünyasında / dünyamızda bir çok korku; kendi  beynimizin yarattığı bir illüzyondur. Aslında olmayan şeyler için yaşadığımız korkulardır.”  Bunlardan bazıları: Eleştirilme korkusu, başkaları tarafından yargılanma korkusu, reddedilme korkusu, gelecek korkusu, bilinmezlik korkusu...vb. Baktığımız zaman bu korkuların hiç birinin çocuklarda olmadığını görürüz. Korku ve endişeler ile ilgili anlatılan eski bir kıssa vardır: Yaşlı bir adam ölüm döşeğindedir. Artık hayattaki son anlarını yaşamaktadır. Sürekli olarak yanında bekleyen oğluna nasihat verir. “Oğlum; benim hayatım endişe ve korkularla geçti. Fakat hayatım boyunca yaşadığım bu endişe ve korkuların büyük çoğunluğu hiçbir zaman gerçek olmadı!” demiş. Bu hikaye de, bir çok günlük kaygılarımızın ve korkularımızın ne kadar yersiz olduğunu göstermektedir.
Saf ve Temiz Bir İnsanlık Algısı
Çocukların gözünde herkes özeldir.Çocukları dikkatle incelerseniz; herkese karşı masum, özel ve ayrı bir bakışla baktıklarını görürsünüz. Onların o güzel gözlerinde hiç bir ön yargı, hiç bir gizli hesap ve sahte bir duygu yoktur.
Mutlu Olmak
Hepimiz mutlu olmak istiyoruz! Bu konuda hiçbir şüphe yok. Fakat içimizde mutlu olabileceğimize dair kuvvetli şüpheler mevcut! Hayatta bizi mutsuz eden şeyler; genellikle yüksek beklentilerimizdir. Kendimize çok büyük hedefler koymaktır. Maddi olarak ise, hep daha fazlasını istemektir. Bu konuda hep bizden daha zengin insanlara bakıp, kendi durumumuza üzüleceğimize; arada bir bizden fakir olan milyonlarca insan olduğunu anlayıp, durumumuza sevinçle şükür edebiliriz. Evet mutluluk da, mutsuzluk da bizim kendi tercihimizdir!Bunun için çocukları gözlemlemeniz yeterli. Küçük şeylerle de mutlu olunabileceğini çocuklara bakıp görebilirsiniz.
Ön Koşulsuz Sevgi
Çocuklardan karşılık beklemeden vermeyi ve ön koşulsuz sevgiyi de öğrenebiliriz. Anne-babası olarak size, bir arkadaşına, evcil hayvanına yada bir oyuncağına olan sevgilerini gözlemlemeye, anlamaya çalışın. Koşulsuz sevgiyi göreceksiniz. 
Unutabilmek
Çocuklar üzüntülerini, kırgınlıklarını ve hayal kırıklıklarını çok çabuk unuturlar. Kolayca affeder ve unuturlar. Kin tutmazlar. Halbuki bizler yetişkinler olarak; çoğunlukla “ego”larımızının esareti altındayız. Yakınlarımızla yaşadığımız tartışma ve münakaşalarda bunun sıkıntısını yaşıyoruz. Alttan alabilmek, affedebilmek, unutabilmek bize ölüm gibi geliyor. Sonrasında kırgınlıklar, dargınlıklar ve ayrılıklar! Bu konuda çocuklardan öğrenebileceğimiz çok şeyler var. Onlara bakıp da kin tutmamayı, affedebilmeyi, gerçek dostluğu öğrenebiliriz. Ve bir çocuğa bakıp mutluluğu yakalayabiliriz!
Doğruyu Söylemek
"Çocuktan al haberi" ata sözümüzü duymuşsunuzdur. Bu söz boşuna söylenmemiştir. Onlar yalan, dolan, plan, entrika bilmezler. Kalplerindeki temizliğin eseri olarak, hep doğruyu söylerler. Yalan söylemeyi, gizlemeyi ve entrikayı sonradan öğrenirler. Eğer hepimiz çocukluğumuzda ki masumiyetimiz ile kalmış olsak, bu dünya çok daha yaşanılır ve çok daha güzel bir yer olurdu. Gerçek dostluklara ve samimiyete daha fazla rastlanırdı.
Büyük Düşünmek Ve Hayal Gücü
Dünyamızı geliştiren, medeniyetimizi inşa eden büyük buluşlar, büyük projeler hep hayallerle başlamıştır. Hayal olmadan hiç bir ilerleme ve gelişme olmaz. Bu yüzden belki çocuklardan alacağımız en önemli ilham, onların hayal gücünün sınırsızlığı ve renkliliğidir. Belki onlar sayesinde, geçmişte unuttuğumuz, unutturulduğumuz, baskıladığımız hayallerimizi tekrardan hatırlayabiliriz. Belki tekrardan o hayallerin büyüsüne kapılıp, içimizdeki o muhteşem potansiyelin ardına düşebiliriz. Dünyanın en ünlü bilim adamı Albert Einstein diyor ki:  " Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Çünkü; bilgi limitli iken, hayaller limitsizdir ve tüm evreni kuşatır." Hepimiz doğduğumuzda, müthiş bir potansiyel ile doğarız. Sonrasında ailede, okulda ve toplumda belirli düşünce kalıpları ile, yetiştirme tarzı ile sınırlanırız. Adeta kendi potansiyelimize arkamızı döneriz. Bu öğretilmiş çaresizlik ile artık limitlenmiş, sınırlanmış ve edilgen bir birey haline geliriz.

*Nevzat Keleş-Nasıl Çocuk Yetiştirilmez

10 Kasım 2017 Cuma

Şükür Meditasyonu


*Şükür; Allah'a yaptığımız teşekkürdür. Bizi yokluktan, hiçlikten varlık âlemine çıkardığı için, bize verdikleri için teşekkür etmektir. Maddi yada manevi sahip olduklarımız için teşekkür etmektir. Gün içinde kaç defa teşekkür ediyoruz hiç düşündünüz mü? Markette para üstünü verince kasiyere, iş yerinde defalarca arkadaşlarımıza, yemek esnasında tuzu uzatan arkadaşımıza, doğum günümüzü hatırlayan yakınlarımıza, size iyi davranan ve gülümseyen taksi şoförüne...vb gün içinde onlarca defa teşekkür ediyoruz. Peki ya bize her şeyi veren Allah'a yeterince teşekkür ediyor muyuz? Eğer Allah'a inanmıyorsanız da, evrene veya doğaya size verdikleri için teşekkür ediyor musunuz? Şükür edecek bir şey görmekte zorlanıyor musunuz? Bize verdikleri tüm nimetler için, sağlığımız için, görebildiğimiz, duyabildiğimiz, yürüyebildiğimiz, koklayabildiğimiz için, biyo-kimyasal bir fabrika gibi çalışan, tıkır tıkır işleyen vücudumuz için, kalbimiz, beynimiz, karaciğerimiz için, böbreklerimiz için, ellerimiz, kollarımız için, sinir sistemimiz için, tıkır tıkır çalışan boşaltım sistemimiz için, ailemiz için, devletimiz için, can korkusu yaşamadan (yada görece olarak diğer az gelişmiş devletlere göre daha az olduğu için) hayatımızı devam ettirebildiğimiz için, istediğimiz eğitimi alabildiğimiz için, fikir ve mülkiyet hakkımız olduğu için, arabamız için, evimiz için, yine milyarlarca insanın susuzluk, açlık ve gıda sorunu yaşadığı dünyada akşam ne yiyeceğiz diye düşünmek zorunda olmadığız için, elektriğimiz olduğu için, milyarlarca insanın temiz suya erişimi olmadığı dünyada, evimizde temiz suyumuz, doğal gazımız, telefonumuz, internetimiz olduğu için, tüm imkanlarımız için, tatile gidebildiğimiz için, maça, sinemaya, tiyatroya gidebildiğimiz için, işimiz olduğu için, aklımız için, düşünebildiğimiz için, bunlar gibi, bizim görebildiğimiz şeyler için, göremediğimiz daha milyonlarca nimet için? Belki bu nimetlerin bazılarının, belki de hiç birinin farkında bile değiliz. Bu nimetlerin farkına varabilmek için sadece birinden dahi mahrum olmamız yeterli. İşte o zaman, o nimetin eksikliğinin acısını tümüyle içimizde yaşadığımızda, ancak o nimetin öneminin ve güzelliğinin farkına varabiliyoruz. Bu ise benim gözümde biraz nankörlüğe yakın bir durum. İnsan nimetlerden mahrum kalmadan o nimetleri görebilmeli ve şükür edebilmelidir. Uzakdoğu öğretilerinden olan meditasyonu uygulayanlar, anın tadını çıkararak yaptıkları çay meditasyonu sonrasında çaylarına, ve o çaylarını içebildikleri fincanlarına, etrafında onların hayatlarını kolaylaştıran eşyalarına dahi teşekkür ederler. Thich Nhat Hanh “Çayınızı sanki o an dünyanın ekseni sadece sizmişsiniz gibi yavaşça ve saygıyla yudumlayın. Yavaş yavaş, eşit ve geleceğe doğru. Acele etmeden.” der.
Nimetlerin önemini anlamak için, o nimetten mahrum kalmayı beklememeli insan. Her durumda şükür edebilmeli insan. Yaşadığı müddetçe mutlu olabilmeli insan. Sadece varoluş dahi mutlu edebilmeli insanı. Erdem için, mutluluk için çok fazla şeye gerek yok. Bugün dünyanın en büyük fizikcilerinden birisi olan kişi, beyni ve bir gözü hariç, tüm vücudu felçli, özel bir destek sistemi ve tekerlekli sandalyede hayatını devam ettirebilen Stephan Hawking'dir. O bilim adamı yanında, kendi sahip olduklarımızın bir hesabını yapalım. Ne kadar varlıklı ve zenginiz değil mi? Mutluluk için çok zengin olmayı, imkanlarınızın artmasını, başka koşulların oluşmasını beklemek ne büyük bir yanılgı. Hayatımızda hedeflerimizi elde ettikçe daha mutlu olacağımıza dair içimizde bir inanış vardır. Fakat, eğer dikkat ettiyseniz, hedeflerimizi elde ettikçe hislerimizde çok bir değişiklik olmaz. İstediğimiz şeyleri elde ettiğimizde hissettiğimiz mutluluklar, sadece saman alevi gibi kısa sürede sönen ve solan kısa mutluluklardır. Eğer şimdi mutlu değilseniz, asla mutlu olamazsınız. Yada saman alevi gibi yanıp sönen, çok kısa zaman dilimleri halinde mutlu olursunuz. Çünkü siz mutluluğunuzu belli koşullara bağlamışsınız demektir. Mutluluğu ve huzuru dışsal etkenlere bağladıysanız, maalesef siz asla mutlu olamayacaksınız!
Mutluluk ve huzur maddi imkanlara bağlı değildir. Yurt dışında yapılan bir araştırmaya göre bir kolunu veya uzvunu kaybeden birinin yaşadığı acı ve travma ile aynı zamanda lotodan büyük ikramiye kazanan birinin yaşadığı mutluluk ve haz seviyelerini karşılaştırdıklarında, bir yıl sonra her ikisinin mutluluk seviyelerinin aynı olduğunu tespit edilmiş. Birinin, ilk loto kazanıldığı andaki zamanlarda yükselen mutluluk seviyesi zamanla azalırken, uzvunu kaybeden kişinin yaşadığı travma, acı ve mutsuzluk seviyesi de zamanla azalıp bir yıl gibi bir zamanda eşitlenmiş. Ünlü filozof ve hükümdar Marcus Aurelius bundan yaklaşık 2 bin yıl önce;"Her sabah uyandığınızda, ne kadar ayrıcalıklı bir varlık olduğunuzu düşünün. Yaşamak, nefes almak ve sevmek için!" demiştir. Bizde her sabah kalktığımızda ne kadar şanslı olduğumuzu düşünelim. Evrenin içinde okyanustaki bir kum tanesi kadar küçük olan dünyamızın kendi ekseni ve güneş etrafında dönüşü, Samanyolu galaksisi içinde sarmal olarak hareketi ile birlikte, evrenin ışık hızında genişlemesinin bir parçası olan dünyamızın her bir gününün, adeta bir mucize şeklinde bir sonraki güne çıktığını görürsünüz. Yine vücudumuz da, biz tüm detaylarını bilmesek de apayrı bir alemdir. Her hücrenin bir fabrika gibi çalışması, diğer hücrelerle iş birliği, tüm organlarımızın, kalbimizin, beynimizin tıkır tıkır, bize hissettirmeden çalışması, her yeni günü yaşamamız için bize adeta bahşetmeleri de aslında bizim için her gün yaratılmış ve yaratılmakta olan bir mucizedir. İşte her gün bize bahşedilen bu yeni hayat, her yeni gün için mutluluk içinde şükür edilmeyi hak etmektedir. Eğer bu durumu idrak etmekte zorlanıyorsanız, her sabah sahip olduğunuz beş şey için birer dakika düşünerek şükredin. Mutlu bir aileye sahip olduğunuz için, iyi bir işe sahip olduğunuz için, eviniz, arabanız, sağlığınız, çocuğunuz...vb nimetler için birer dakika üzerlerinde düşünerek şükredin. Ne kadar şanslı olduğunuzu görün. Şükür içinde, mutlulukla dolun. Emin olun tüm gününüz daha bir pozitif ve mutlu geçecektir. Kahvaltı sofranızdaki veya yemek masanızdaki eşsiz yiyeceklerin, bu yiyeceklerin sadece sizin için hazırlanmasının ayrıcalığını bir düşünün. Örneğin masanızdaki sütün, peynirin, çeşit çeşit süt ürünlerinin sütünü sağlayan çiftçileri, sütlerin sağıldığı inekleri, ineklerin yaşadıkları çiftliği, onların otlamalarını bir düşünün. Masanızdaki balı yapmak için binlerce arının nasıl seferber olduklarını, tüm gün boyunca çiçekten çiçeğe uçtuklarını, kovanlarındaki peteklerin gözeneklerini mucizevi bir şekilde doldurduklarını düşünün. Sadece sizin için. Masanızdaki her gün içtiğiniz çayın, kahvenin yapılışını bir düşünün. Çay ve kahve ağaçlarını, meyvelerini, yapraklarını, onları sabırla yetiştiren, toplayan insanları, ürünlerin kurutup işlenmesini, paketlenip sizin masanıza keyifli bir bardak çay veya nefis kokulu, lezzetli bir kahve olarak gelmesini bir düşünün! Aslında evet, sadece sizin için! Yediğiniz kirazların, portakalların, karpuzun, salatanın, domatesin, elmanın nasıl yetiştiğini, ağaçların, bitkilerinin çiçek açmalarını bir düşünün. Güneşin sıcaklığı ve ışığı ile onları ısıtmasını, meyvelerini sizin için adeta pişirmesini bir düşünün. Aslında her bitki, meyvesini güneş, su ve toprak sayesinde olgunlaştırmaktadır. Yediğimiz içtiğimiz şeylerde, sebzelerde, meyvelerde, hayvanlarda güneş var, mineralleri barındıran toprak var, su var. Yani bir manada güneş, toprak ve su yiyoruz. Başka bir şey değil. Bir nevi toprak bizi beslemeye çalışırken, aslında güneş biraz da bizim için doğuyor, bizim için ışıldıyor. Bu büyük mucizeler sizce de şükrü hak etmiyor mu? Ve masamıza gelen etleri düşünün. Sizin keyifle doymanız için yetiştirilen sığırları, kuzuları, keçileri, yakalanan balıkları düşünün. Çayırlarda otlamalarını, yayılmalarını düşünün. Ve yeterli olgunluğa erişince kesilmelerini düşünün. Aslında sadece sizin için. O hayvanlar şükrü veya teşekkürü hak etmiyorlar mı sizce? Çok sevdiğim bir arkadaşım anlatmıştı. Japonlar genelde deniz ürünleri ve balık ile beslenirler. Japonlar yemeklerinde balık yerken çeşitli sebzeler ve defne yaprağı ile servis ederlermiş. Yalnız defne yaprağını yemezlermiş. Balığı kılçığından özenle ayırıp, kılçığı kırmadan özenle tabaklarının kenarına ayırırlarmış. Balığı ve tabaktaki sebzelerini, garnitürleri huşu içinde yedikten sonra, defne yaprağı ile balık kılçığını özenli bir şekilde örterler ve ellerini dua vaziyeti için kenetleyip balığa teşekkür ederlermiş. Çünkü balığın onları doyurmak için için hayatını feda ettiğinin bilinci ile balığa teşekkür ederlermiş.. Ne kadar ince bir davranış, ne kadar naif bir kültür değil mi? Biz neden en az onlar kadar olamayalım? Yada, resimde görülen, günlük yemeğini almanın sevincini gözlerinde gördüğümüz Hatice teyzenin onda biri kadar? Görebildiğimiz, göremediğimiz bize verilen bin bir nimet için neden şükür etmeyelim? Ne kadar çok şükrederseniz o kadar mutlu olursunuz. Bu kadar kolay mı? Evet. Çünkü dünya kafamızdaki bir algıdan ibarettir. ''Güzel bakan güzel görür, güzel gören, güzel düşünür, güzel düşünen hayattan lezzet alır''  demiştir Bediüzzaman Said Nursi.



*Nevzat Keleş – Hayatın Yönü

4 Kasım 2017 Cumartesi

Özgürlüklerimiz Diğer İnsanların Haklarını Savunmamıza Bağlıdır

Özgürlüklerimiz Diğer İnsanların Haklarını Savunmamıza Bağlıdır

Şiddet ve Güce Tapmak

Avrupa’daki tüm toplumsal kurallar genel bir uzlaşma üzerine kurulu iken, bizim tüm düzenimiz çatışma, kavga ve kaba güç üzerine kuruludur. Bu en basitinden meslekler arası gelir adaletinden öğrencilerin üniversiteye giriş sistemine, toplumsal saygınlık ölçülerine kadar neredeyse tüm alanlarda çatışma kültürü kendini belli eder. Devlet ve toplumsal geleneğimiz de güç ve şiddet odaklıdır. Sokakta, okulda, futbolda, kışlada, ailede, trafikte yaşadığımız sorunlarımızı konuşarak çözmek yerine şiddetle çözmeye çalışırız. Bunun sebebi; yüzyıllardır oturmuş bir hukuk sistemi kuramamış olmamızdır. Hakkımızın yenmemesi için bilek gücüne ve her daim güçlü olma gereğine inanırız. Günümüz siyasi ve toplumsal münakaşalarının temelinde bu hakkımızın yeniyor olmasının kaygısı yatmaktadır. Çoğu şiddet refleksimiz, haklarımızın her an çiğnenme riski altında bulunması nedeniyledir. Bu nedenle toplumuzda “kaba güç” adeta kutsanmaktadır. Güçlü devlet, güçlü lider, güçlü birey, güçlü adam, güçlü kadın, güçlü şirket…gibi değerlerin yüksekliği içindeki “GÜÇ” algısı toplumumuzda kabul gören en büyük erdemdir. Güç, bizim toplumumuzda neredeyse tapınma mertebesine kadar yüceltilmekte ve kutsanmaktadır. Güç odaklı olmamızı tarihimize baktığımız zaman çok daha net olarak görebiliriz. Tarihimizde Türklerin kurduğu küçük devletler ve beylikler, hiç bir zaman kendi rızaları ile bir araya gelip birlik olamamış, ancak kendinden daha güçlü ve onları hizaya sokan büyük bir güç varsa (zorla) itaat etmişlerdir. Dominant büyük güç zayıfladığı anda küçük devletler ve beylikler bulundukları devletten ayrılarak, kendi adlarına hutbe okutup, para bastırarak kendi devletçiklerini kurmuşlardır. Bu yüzden uzlaşma, şefkat ve merhamet kültürü değil de, kaba gücü yüceltme ve ululama kültürü genlerimize kadar işlemiştir. Halbuki ileri toplumlarda kaba güç kutsanmaz, hatta aşağılanır ve sert bir şekilde cezalandırılır. Bireylerin güvenliği, özgürlüğü, ruhsal ve bedensel bütünlüğü devletin koruması altındadır. İleri toplumlarda devlet, bırakınız kaba kuvveti, sözlü yada psikolojik saldırıyı dahi şiddetle cezalandırır. Ancak bizdeki durum tam tersi olarak şiddet içselleştirilmiş durumdadır. Ülkemizde spor olarak beyzbol oynanmadığı halde, beyzbol sopası satışlarının oldukça yüksek olmasının nedeni budur. Çünkü, arabasının sürücü koltuğunun altında beyzbol sopası yada levye bulunduran vatandaş sayısı hiç de az değildir! Güçlü olanın yüceltildiği ve itaat edildiği bizim kültürümüze devletimiz şiddete uğrayan insanlarını korumaktan acizdir! Sokakta karısını yada çocuklarını döven bir adama bile genelde müdahale etmezler. Çünkü bu durumu görenler “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla normal kabul ederler. Öyle ki; geçmişte karısını dövdüğü gazetelerde haber olan ünlü bir türkücünün kadınlar matinesinde, bazı kadınlarımız ünlü türkücüye seslenip; “Beni de döv ....... “diye kendilerini sahneye atmışlardı. Fiziksel olarak güçlü olan ve çevresine şiddet uygulayan kişiler etraflarına saldıkları korku nedeniyle olağanüstü derecede saygı görürler. Hatta şiddet uygulayan kişiler toplumda bir kahraman gibi muamele görebilirler. Eşkıyalığın ve mafya liderlerinin adeta bir kahraman gibi saygı ve sevgi görmelerinden bunu anlayabiliriz.

 

Ötekilerin Hakları

Toplumumuzdaki güç odaklı olma  durumu siyasi hayatımıza bile yansımıştır. Toplumumuz kültüründe çok seslilik iyi karşılanmamaktadır. Farklı düşünen insanlar çoğunlukla siyasi rejim, iktidar veya devlet için tehdit olarak görülmektedir. Bu durumu ülkemizde fikir suçlularının hapislerde tutulurken gerçek suçluların zamanla çeşitli aflarla serbest bırakılması gerçeğinden anlayabiliriz. Maalesef biz henüz birbirimizin asgari müştereklerini hoşgörü gösterme bilincinden çok uzaklardayız. Bu bilince ulaşabilmek için belki Avrupa, Amerika toplumlarının yaşadığı türden bir dönüşüm ve aydınlanmaya ihtiyacımız var. Nasıl ki onlar zamanında toplumlarının tüm kesimleri olarak birleşerek kendi krallarını ve soylularını devirdiler, sonrasında sonu gelmeyen iç savaşlar ve iktidar mücadeleleri yaşadılar. Toplum olarak birbirlerinin özgürlüklerini savunmadıkları sürece, kendi özgürlüklerinin de garanti altında olmadığının farkına ve bilincine varabildiler. En nihayet dökülen onca kandan sonra toplumlarının tüm kesimleri olarak asgari müştereklerde buluşarak, birbirlerinin haklarını  tanıdılar. Biz henüz toplum olarak böyle bir değişim ve dönüşüm yaşamadık. Ne kendi padişahımızı kendimiz devirdik, ne kendi haklarımızı mücadele ederek kendimiz alabildik, ne de Cumhuriyetimiz için herhangi bir bedel ödedik. Avrupa toplumlarının mücadeleler ile kazandığı; birçok hakkımız bize Atatürk tarafından hediye edildi. Bu yüzden ne kendi ne Cumhuriyetimizin değerini, ne kendi haklarımızı ne de diğer insanların haklarını içselleştirebildik. Küçük siyasi hesaplarımızdan dolayı toplumumuz içinde farklı düşünen kesimler olarak bir araya gelerek gerçek manada herkesin hakkını garanti altına alan bir demokrasi ve hukuk sistemini inşa edemedik.

Ülkemizin tarihi utanç verici darbelerle ve birbirimize karşı toplumsal hoyratlıklarla doludur. Ülkemizdeki darbe geleneği Osmanlı'dan, Yeniçeri askerlerinin kazan kaldırarak istemedikleri padişah ve veziriazamları boğdurma veya kafasını vurdurma geleneğinden gelmektedir. Cumhuriyet tarihimizde de çok fazla birşey değişmemiştir. Asker, çeşitli bahanelerle halkın oylarıyla seçtiği siyaset kurumuna ve hükümetlere karşı darbe yapmayı kendinde hak görmüştür. Ancak askeri darbeler tamamen halktan kopuk eylemler de değildir. Ülkemizdeki her darbenin toplumsal bir taraftar kitlesi olmuştur. Darbeciler çok iyi bilmektedirler ki, Türkiye toplumu siyasi olarak bölünmüş olduğu için böl ve yönete çok uygun bir halktır. Ülkemiz, siyasi, ideolojik, kültürel ve dini olarak bölünmüş durumdadır. Alevi-Sünni, sağcı-solcu, Türk-Kürt, laik-anti laik, ilerici-gerici gibi kutuplaşmalarla bölünmüştür.  Bu bölünmüş toplum özgürlük gibi, siyasi haklar gibi en temel konularda bile bir araya gelemezler. Bu yüzden her darbenin farklı bir kesimi ezmesi, buna mukabil, her seferinde diğer kesimlerin buna seyirci kalması hatta bazen darbeyi alkışlaması sonucunda darbe kültürü bir ülkemiz siyasi tarihinin bir kaderi haline gelmiştir. Bu öylesine acı bir gelenektir ki, üç dönem seçilen, üçüncü döneminde %50 nin üstünde oy alan Adnan Menderes hükümetine karşı darbe yapıldığında dahi halkta kayda değer bir isyan ve protesto olmamıştır. Adnan Menderes ve arkadaşları dezenformasyon içeren davalarla ve darbe yönetiminin el koyduğu medya organlarının manipülatif haberleri ile yıpratılmış, en nihayetinde hukuk ayaklar altına alınarak uyduruk mahkemelerde yargılanmış ve en sonunda da idam edilmişlerdir. Ancak bu hukuk skandalları ve başlı başına herkesin karşı çıkması gereken darbeler bile toplumumuzda karşılık ve taraftar bulabilmektedir. Adnan Menderes'e yapılan darbeyi de toplumun bir kesimi desteklemişti. Çünkü Adnan Menderes ve partisi Adalet partisi onlara göre gericiydi. Her ne kadar Adnan Menderes uzun yıllar CHP de siyaset yapmış olsa bile, bu bir şeyi değiştirmezdi. Onlar gericiydi. 1980 darbesi yapıldığı zaman ise ülkemiz ABD’nin ekseninde bir ülke olarak, en büyük düşmanı Komünizm idi. Her ne kadar darbe lideri Kenan Evren; "bir sol görüşten astıysak, bir de sağ görüşten adam astık!" diyerek ne kadar adil bir darbe yaptıklarını kanıtlamaya çalışsa da, darbe ülkemizde sol kesime karşı yapılmıştı. Ülkemizdeki ne kadar sol ve komünist sanatçı, bilim adamı, gazeteci ve entelektüel insan varsa hayat onlara zindan edilmişti. Birçok insan hiçbir suçu yokken uyduruk mahkemelere çıkartılmış, birçok insan hapislerde türlü işkencelere tabi tutulmuş ve birçok insan da faili meçhul cinayetlerle ortadan kaldırılmıştı. Birçok sanatçı ve entelektüel bu baskılardan dolayı yurtdışına kaçmak zorunda kalmış, sonrada vatandaşlıktan çıkartılmışlardı. Bütün bu hukuksuzlukların yanında, hapishane ve karakollarda yapılan işkenceler insanın insana olan zulmünün nerelere kadar varabileceğini, insanın ne kadar vahşileşebileceğinin göstergesi olmaya başlamıştı. Özellikle Diyarbakır hapishanesinde yaşanan işkenceler ve insanlık dışı muameleler sonunda Kürt milliyetçiliğinin bayraktarlığını yapacak olan PKK nın temelleri atılmıştı. Bütün bu haksızlığa karşın, halkımızın büyük bir kesimi özellikle de sağ ve muhafazakar kesim darbeyi içten içe desteklemişti. Tamamen kurgu ve darbeye zemin hazırlama amaçlı körüklenmiş olan sağ-sol kavgasında akan kan dindiği için, darbenin daha çok sol ideoloji, Komünizm ve Kürtleri hedef aldığı için toplumun sağ muhafazakar kesimi içten içe darbeyi 1980 darbesini desteklemişti. Zira, muhafazakar sağ kesimde "Amaaan, zaten onlar Komünist veya Alevi!" bakışı her zaman olagelmişti. Ama gel zaman git zaman işler değişmiş, artık Komünizm çökmüştü. Her zaman olduğu gibi ABD'nin doktrinlerinin etkin olduğu güzel ülkemiz için bu sefer yeni düşman “Kökten dincilik ve İslam” idi. Tabiki bu sefer ordumuzun yapacağı darbenin ana teması da; "Laiklik elden gidiyor" olacaktı. Evet, ülkemizin maruz kaldığı post modern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat darbesi inançlı ve muhafazakar kesime karşı yapıldı. Çiller-Erbakan hükümeti Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in desteği ile düşürüldü. İnançlı kesime karşı o kadar büyük bir saldırı başlamıştı ki, medyanın da desteği ile bir anda başörtülü olan tüm kadınlar ve sakallı tüm erkekler, namaz kılan ve Cuma'ya giden herkes terörist haline getirilmişti. Tüm devlet kadrolarından inançlı insanlar temizlendi, üniversitelerden başörtülü kızlar atıldı, mesai saatlerinde namaz kılmak yasaklandı, sakallı olanlar meczup ilan edildi. Ama yapılan tüm bu zulümlere karşın, toplumun bazı sol, entelektüel aydın ve Alevi kesimleri yapılanları alkışlayarak bu darbeye destek oldu. Bu postmodern darbeye karşı çıkanlar olsa da, ana sol kesim ekseriyetle yapılanlara destek vermişti. Çünkü Sol kesimde de muhafazakar kesimlere karşı çoğunlukla "amaaan onlar zaten gerici, kökten dinci ve yobaz!" bakışı vardı. Hepsi için olmasa da, çoğu sol görüşlü insanımız için başörtülü olan, sakallı olan veya beş vakit namaz kılan insanlara "yobaz" gözüyle bakıyordu. 28 Şubat darbesinin zulüm ile geçen yılları içinde ülkemiz ekonomisi de çöküntüye uğradı. Yaşadığımız derin ekonomik krizden sonra muhafazakar Ak Parti hükümeti yönetime geldi. Uzun yıllar ülkemizi yöneten, halen daha da yönetmeye devam eden Ak Parti hükümeti döneminde bu sefer sol kesim demokratik haklarının kısıtlanmasından, içki içmenin zorlaştırılmasından, hükümet aleyhine gösteri ve protesto gibi demokratik eylemlerin şiddet kullanarak bastırılmasından sızlanmaya başladılar. Yani bu sefer de ezilme sırası sol, özgürlükçü ve liberal kesime gelmişti. Görüldüğü gibi bitmek tükenmek bilmeyen darbe, baskı ve hoyratlık sarmalı sıra ile tüm toplum kesimlerini etkisi altına almaya devam ediyor. Kızım Elif’in dediği gibi, “Bir gruba yada bir kesime zulüm yapan devlet, aslında hepimize, tüm vatandaşlara zulüm yapmaktadır. Biz de zulme sessiz kalarak, kendi kendimizi  bir sonraki hedef yapıyoruz. Sessiz kaldığımız haksızlıklar ve zulümlerle, aynı muamemeleye bizler maruz kaldığımızda, bu duruma  sesini çıkaramayacak topluluklar meydana getiriyoruz.”

Batı toplumlarında bir kesime bir haksızlık ve hukuksuzluk yapılırsa sağcı, solcu, komünist, liberal...vs hiç bir ayrım olmadan birleşerek mücadele ederler. Çünkü onlar, kendi haklarını savunmanın yolunun, başkalarının haklarını savunmaktan geçtiğini anlamışlardır. Adeta Voltaire’in; “Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için yanınızda savaşmaya hazırım!” felsefesini tamamen benimsemişlerdir. Bizler ise birbirimize karşı her zaman hoyratça davranıyoruz. Birbirimizin haklarına yapılan saldırılarda hiç bir zaman dayanışma ve beraberlik sergilemiyoruz. Çünkü, toplum olarak içimizde "Bizi sokmayan yılan bin yıl yaşasın" mentalitesi vardır. Bu sebepten dolayı bir araya gelemediğimiz için toplumun tüm kesimlerini kapsayacak ortak bir anayasa da yapamadık. Bu nedenle siyasi tarihimiz tamamen yaz-bozlardan ve git-gellerden oluşmaktadır. Bizler, demokrasiyi, hukuku ve haklarımızı sadece ucu bize dokununca hatırlıyoruz. Ama haksızlıklar sevmediğimiz kesimlere karşı yapılınca görmezden geliyoruz. Ne yazık ki, adaletsizlik ve zulüm sıra ile tüm toplum kesimlerin üstünden silindir gibi geçiyor. Çünkü, o sırada ezilen kesime kimse sahip çıkmıyor. Gün dönüp hesap dönünce de, zulüm ve hoyratlık bu sefer diğer kesimleri ezip geçiyor ve bu kısır döngü şeklinde devam edip gidiyor. İşte bu kısır döngü yüzünden, yani birbirimizin haklarını korumadığımız için kendimizi bugün güvensiz hissediyoruz. Haklarımızın hukuk tarafından korunacağına dair büyük şüpheler taşıyoruz. Asgari müştereklerde buluşabildiğimiz, hepimizce kabul edilecek ortak bir hukuk sistemi kuramamanın acısını her gün yüreğimizde hissediyoruz. Farkında mısınız; bizler bu kısır döngünün farkına varıp, bu döngüden kurtulmak için adım atana kadar bu düzen böyle devam edecek?
Farkında mısınız; bizler birbirimizi hor görmeye, küçük görmeye ve aşağılamaya devam ettiğimiz sürece bu hukuksuzluğumuz devam edecek?
Farkında mısınız; tıpkı Batılılar gibi, birbirimizin haklarına, kendi haklarımız kadar saygı duyup, birbirimize yaşam hakkı tanıdığımız zamana kadar bu güvensizliğimiz devam edecek?
Farkında mısınız; birbirimizin haklarını savunduğumuz zamana kadar kendimizi ve haklarımızı güvende hissedemeyeceğiz?

Bumerang - Yazarkafe