Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

27 Aralık 2018 Perşembe

Kapitalizm ve Post-modern İmparatorluk Amerika


Günümüz toplumları ve devletleri için ekonomik refah ve zenginliğin motoru kapitalizm, kapitalizmin motoru ise insanın doğasında bulunan hırsı ve açgözlülüğünün kullanılmasıdır. Kapitalizmin kalesi olan Amerika’nın bir dünya imparatorluğuna uzanan başarısının altında yatan ana sebep, insan açgözlülüğünü ve hırsını esas alan kapitalizmi merkezine alan bir yönetim sistemini seçmiş olmasıdır. Kristof Kolomb’un yeni dünyayı keşfinden sonra Amerika, eski dünyanın medenileşme ve ekonomik gelişiminin yanında oldukça kısa sayılabilecek bir dönemde hızla gelişmiş, dönemin hegamon güçleri İngiltere, Fransa gibi ülkeleri geride bırakarak bir dünya imparatorluğuna dönüşmüştür. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) nin bu başarısının altında yatan sebep insanoğlunun doğuştan içinde olan daha çok mal ve zenginliğe olan hırsı ile birlikte insan yaratıcılığını temel alan özgür düşünce, fikir ve teşebbüs hürriyetini birleştirebilmiş bir ülke olmasıdır. Amerika bu temeller üstünde dünya üstünde görülmemiş düzeyde bir hızlı gelişmeye, ekonomik büyümeye, teknolojik devrimlere, yeni buluşlara imza atmış, dünya üstünde benzerleri görülmemiş düzeyde büyük gelirleri olan şirketlerin yarattığı etki ile milenyum çağında dünyanın en güçlü devleti olmuştur. Amerika Birleşik Devletlerinin ve devasa şirketlerinin uyguladığı kapitalizmin motor gücü olan insani ve ekonomik gelişime zemin hazırlayan, işleyen ve insanlara güven veren bir hukuk sisteminden de bahsetmek gereklidir. İnsan yaratıcılığı ve ekonomik girişimlerin oluşabilmesi için elbette güvenilir bir hukuk sistemi gereklidir. Çünkü, güvenilir ve işleyen bir hukuk sisteminin olmadığı yerlerde ve ülkelerde insanlar yatırım yapmazlar. “Adaletin mülkün temeli” olmadığı ülkelerde insanlar zenginliğini artırmak için risk alarak yatırım yapmak yerine, sahip oldukları zenginliği ve kapitali koruma eğilimindedirler. Amerika’nın insani, ekonomik ve kurumsal gelişime imkan veren hukuk sistemi ve anayasası çok çok kolay kurulmamıştır. Uzun bir süre Amerika, hukuksuzluğun hukuk olduğu, güçlü olanın ve eli hızlı olarak tetiği çeken insanların kazandığı “Vahşi Batı “ olmuştur. Sonra Amerikalılar kendi bağımsızlıklarını Britanya İmparatorluğuna karşı kanlı bir savaş sonunda kazanabilmişlerdir. Hem yeni kurdukları Amerikan devleti için hem de Fransız ihtilalinden sonra bağımsızlık isteyen diğer halklara da destek olacak özgürlükler bildirgesini tüm dünyaya ilan etmişlerdir. Daha sonra yeni kurulan Amerika devleti, kendi içlerinde Kuzey ve Güney eyaletleri arasında uzun süren bir iç savaş da yaşamışlardır. Kuzeylilerin kazandığı bu savaş sonunda uzlaşma ile yeni bir anayasa yapılarak, özgürlük ve serbestlik ilkeleri temelinde kölelik düzeni ortadan kaldırılmıştır. Yeni dünya denilen kıtada yeni kurulan Amerika Birleşik Devletleri çok kısa bir süre içinde, insanların hangi ırktan olurlarsa olsunlar, dünyanın hangi ülkesinden gelirlerse gelsinler Amerikalı olmaktan gurur duydukları bir ülke haline gelmiştir. Amerika, insan hırsı ve açgözlülüğünü ödüllendirdiği devlet düzeni, insan hak ve hürriyetleri, teşebbüs hürriyeti ve iyi çalışan bir adalet sistemi ile desteklediğinde, ekonomik gelişme ve zenginleşme süreci inanılmaz derecede hızlanmıştır. ABD kısa süre içinde dünyanın en etkili, güçlü ve zengin devletine dönüşmüştür. Bu gelişmeler o kadar kısa bir sürede gerçekleşmiştir ki, ABD her iki dünya savaşının neticesini belirleyen ülke haline gelebilmiştir. ABD özellikle ikinci dünya savaşı sonrasında şekillenen yeni dünya düzeni ve soğuk savaş yıllarında bir dünya imparatorluğu haline dönüşmüştür.
Amerika, hiç şüphesiz siyasi yapısı ile insan yaratıcılığını ve üretkenliğini itici güç olarak kullanırken, özgürlük ve hürriyet ortamının bir diğer sonucu olan sanat ve bilimin yeşerebilmesi için olmazsa olmaz olan fikri mülkiyet haklarını garanti altına alan güvenilir bir hukuk sistemi kurmuştur. Amerika, bütün dünya insanlarının hayalinde emeklerini zenginliğe, refaha ve mutluluğa erdirecek bir fırsatlar ülkesi olmuştur. Bu hayalin ismi de iki yüzyıldır “Amerikan Rüyası “ olarak anılmıştır. Çünkü Amerika, sadece insanların hayallerini gerçeğe dönüştürecek bir fırsatlar ülkesi olmasının yanında, dünyanın her yerinden yaratıcı ve öne çıkan insanlar için karmaşadan, adaletsizlikten ve hukuksuzluktan kaçış ve sığınma yeri olmuştur. Bu yüzden dünya üstündeki totaliter ve baskıcı rejimlerden veya toplumlardan kaçan binlerce sanatçı, bilim insanı, yazar Amerika’daki özgürlük ortamında çok önemli eserler ve çalışmalar ortaya koyarak Amerika’nın kültürel ve ekonomik gelişmesine de büyük katkılar sağlamışlardır. Neden bu insanlar ABD’de yaptıkları çalışmaları kendi ülkelerinde aynı eserlerini verememişlerdir? Çünkü insan yaratıcılığı, üretkenliği, inovasyon, bilim ve sanat ancak özgürlük ortamında yeşerebilir ve büyüyebilir. Fikri hür, vicdanı hür olmayan insanlar yeniliklerle, büyük devrimlere yol açacak fikirleri, buluşları ve sanat eserlerini ortaya koyamazlar. Kendi veya yakınlarının hayatlarından endişe eden insanlar büyük sanat eserleri ortaya koyamazlar. Büyük paralar yatırarak yapacakları yatırımı, kendi ülkelerinin güven vermeyen hukuk sistemlerine emanet edemezler. Çünkü, yaşayarak görmüşlerdir ki, ülkelerindeki hukuksuzlukların, kıskanç gözlerin ve etkili çevrelerin etkili olduğu toplumlarda girişimciler büyük yatırımlara girişemezler. Bu yüzden binlerce, belki de milyonlarca insan kendi ülkelerindeki baskıcı ve despot yönetimlerinden, krallarından, devlet başkanlarından, önyargılı, hoyrat ve hoşgörüsüz toplumlarından kaçarak Amerika’ya yerleşmişlerdir. Kendi baskıcı toplumlarının dışlayan ve ötekileştiren insanlarının sebep olduğu baskılar yüzünden birçok etkili ve üstün yetenekli insan kendi ülkelerinde veremedikleri eserlerini ABD’de vermişler, Amerika’nın refahına ve gelişmişliğine çok büyük katkılarda bulunmuşlardır.
Yeni dünya düzeni ve ticarette globalleşme trendi dünya çapında büyük ve azman Amerikan şirketlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Amerikan şirketlerinin insan yaratıcılığı ile açılan ufukları, daha çok kapital biriktirme eğilimi, serbestlik ve özgürlük ortamı ile bir araya geldiğinde parasal güçlenmeye dayanan kapitalizmi daha da güçlendirmiştir. Güçlenen kapitalizm ise tarihte görülmemiş şekilde büyük şirketlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Exxon Mobil, Apple gibi dünyaca ünlü büyük Amerikan şirketleri o kadar büyümüştür ki, onbinlerce insanının çalıştığı, bütçeleri ve ekonomik büyüklükleri ile birçok ülkeden bile daha çok katma değer üreten devasa organizmalara dönüşmüşlerdir. Kapitalizmin güçlenmesi sonucunda Amerika süper bir güç haline gelirken, soğuk savaş döneminin bitmesi ve ekonomik korumacılığın azalması sonucunda güçlü Amerikan şirketlerinin tüm dünyaya yayılma eğilimine girmesi sonunda globalleşme olgusu doğmuştur. Yani, şirketlerin önünde artık hedef kitle ve pazar payı olarak sadece kendi ülkeleri ve kendi ülke vatandaşları değil, tüm dünya ülkeleri ve tüm dünya vatandaşları hedef pazar olarak ortaya çıkmıştır. Şirketlerin kazandıkları büyük miktardaki para ise daha çok para ve daha büyük gücü doğurmuştur. Daha çok zenginlik de daha çok askeri güçlenmeyi doğurmuştur. Daha çok askeri güçlenme de, tüm dünyayı domine ederek kontrol altına almaya çalışan Amerikan hegamonyasını meydana getirmiştir. Soğuk savaş yıllarından sonra Sovyetler Birliği’nin çökmesinden sonra tek siyasi kutuplu dünyada tek süper güç durumunda kalan ABD dünyanın jandarmalığına soyunmuştur. Artık, soğuk savaş yıllarında olduğu gibi denge politikası takip etmek yerine, tüm dünya düzenini kendi çıkarlarına göre belirlemeye, belli devletlerin yönetimlerini değiştirmek için o ülkelerde karışıklık çıkarmaya başlamıştır.
Her ne kadar Amerikan kapitalizmi ülkeye ekonomik zenginlik, insanlarına refah getirse de, uygulamada büyük eksiklikleri vardır. Amerika’da ekonomik çıkar ve gelir üstüne kurulu aç gözlü bir kapitalizm uygulanmaktadır. Çoğu zaman bireyler ve çalışanlar bu kapitalizmin pençeleri arasında kurban edilmektedir. Amerika devleti ekonomik zenginliğinin yanında, sosyal bir devlet değildir. Amerika’da “her koyunun kendi bacağından asıldığı” bir düzen vardır. Sosyal güvenlik birikimleri ve sağlık tedavi masrafları dahi, Amerikan vatandaşlarının kendi sorumluluğu altındadır. Bir araştırmaya göre, dünyada en çok evsiz sayısının olduğu ülkelerden birisi ABD’dir. Kapitalizm devlet ve ülke kalkınmasında gelişmenin motorudur. Demokrasi, bireysel hak ve özgürlükler ile bir araya geldiğinde dünya üzerinde kurulmuş en iyi yönetim sistemi gibi görünmektedir. Ancak yine de bu avantajlarına rağmen Amerikan devlet sistemi mükemmellikten uzak olup, aksayan yanları vardır. Özellikle insanlardaki hak ve adalet duygusunun korunamaması durumunda, bireyleri, büyük ve zengin şirketlerin, patronların ve güçlü lobileri olan petrol ve silah şirketlerinin, amaçlarını elde edebilmelerinin bir parçası, kölelerihaline dönüştürdüğü mevcut ortam kapitalizmin sonunu getirebilir. Bizim ülkemizde herkesin bildiği bir söz vardır; “Biri yer, biri bakar, kıyamet ondan kopar. Kapitalizmden oluşan refahın adil olarak bölüşülmediği, şirketlerin ve patronların oluşan karları ve kazanımları çalışanları ve halk ile bölüşmediği, zengin bir azınlık kesimin hep daha zengin olduğu, geniş halk yığınlarının ise gün geçtikçe fakirleştiği bir ortamın sürdürülebilirliği yoktur. Bir gün beklenmedik bir şekilde insanlarda bir itaatsizlik, haksız düzene karşı bir başkaldırı ve isyan başlayabilir. Ben Amerika’da büyük şirketlerin ve kapitalizmin yerle bir edileceği tersine bir halk devrimi bekliyorum. Ve bu tersine devrimin nerede duracağı asla tahmin edilemez. Jack Ma’nın endüstri 4.0 devrimi için dediği gibi, “teknolojik ve ekonomik gelişmede bireyler ve insanlar ihmal edilirse, bu teknolojiyi ve tüm ekonomik kazanımları yok edecek tersine bir devrime yol açabilir.”
Bir yanda alabildiğine kapitalist, liberal, diğer yanda ise sosyal ve adil bir devlet düzeninin nasıl olması gerektiği konusunda Almanya'dan alınacak binlerce dersler vardır. Almanya'da insanlar devletine güvenirler. İşsiz kaldıklarında 8-10 ay değil, işsiz kaldıkları sürece evini geçindirebilecek minimum miktarda işsizlik maaşı alırlar. Almanya'da annelik, babalık, evlilik, hastalık veya sakatlık gibi durumlarda devletin şefkat elini gösteren cömertliği de had safhadadır. Alman vatandaşlarının oldukça yüksek sosyal hakları vardır. Almanya, sahip olduğu üretim gücü, verimlilik, ürettiği ürünlerde sağlamlık, kalite ile tüm dünya üstünde bir marka haline gelmiştir. Almanya, global dünyada katma değeri çok yüksek ürünlerin üretildiği dünya çapındaki büyük şirketleri ile en kapitalist ülkelerden birisidir. Ayrıca, refah seviyesi sıralamasında da, dünyanın en müreffeh ülkelerinden biridir. Şaşırtıcı bir şekilde Almanya vatandaşlarına ve çalışan kesime sağladığı imkanlar ve yaptığı sosyal yardımları ile belki de dünyadaki en sosyalist ülkedir. Yani Almanya devletinde hayatın her yönündeki denge göze çarpar. Gelişmenin motoru olan kapitalizm ile devletin şefkat yönünü gösteren sosyal yardımlar, insanlar arasındaki eşitlikçi politika anlayışı ve sosyalizmi bir araya getirip dengeye oturtmuştur.
Ülke olarak bizler de serbest liberal ekonominin bir sonucu olan kapitalizm sistemini uygulamaktayız. Kalkınma, ilerleme ve muasır medeniyetler seviyesinin üzerine çıkabilmek için bizler de global liberal ekonomik düzeni benimsemiş bir ülkeyiz. Ancak, Türkiye olarak Amerika ve Almanya gibi kapitalist ülkelerden farklı olarak yalnızca insan açgözlülüğünü esas alan vahşi kapitalizmi uygulamaktayız. Kapitalizmi frenleyebilecek, regüle edip kurallara uymasını sağlayacak adil, güvenilir ve şeffaf bir adalet sistemini kuramadığımız gibi, insanların en az sömürüleceği, sınıf farkının insanın gözüne sokulurcasına bariz olmadığı, insanların kendilerini sistemin içinde köle gibi hissetmeyeceği, vergi yükünün hakça bölüşüldüğü sosyal devlet yapısını maalesef kuramadık. Üstelik millet olarak serbest düşünce, özgürlük, hoşgörü ve fikir hürriyeti ayakları ise tüm tarihimizde olduğu gibi yine eksiktir. Çünkü bizler toplum olarak bu erdemlerden ziyade güce biat etme kültürümüz olduğu için, muasır medeniyet seviyesini yakalamanın tek yolu olan insan yaratıcılığı, üretkenliği ve bunların itici gücü olan sanat ve bilim maalesef toplumumuz içinde hiçbir zaman yeşermeye imkan bulamamıştır.  Aradan çıkan ayrık otu gibi filizlenen birkaç değerli insan ve onlar ve girişimleri, toplumdaki otoriteler tarafından veya kıskanç gözlülerin ellerinde hoyratça yolunarak kökünden koparılmıştır.
Ayrıca, Amerika’nın takdir edilmesi gereken gelişmesinin motoru olan bireysel özgürlükler, hukuk sistemi ve liberal ekonomisinin yanında, lobiciliğe ve güç dengelerine dayalı siyasal sistemi sosyal patlamalara ve her an kırılmaya hazır fay hatlarını barındırmaktadır. Zengini daha zengin, fakiri ise daha fakir yapan mevcut sistemin kırılganlığı şüphe götürmez bir gerçektir. Mevcut durumda ABD’nin siyasi sistemi güçlü lobiler ile zengin şirketlerin güdümü altındadır. Amerikan siyasi sistemi, seçimleri finanse etmek için siyasilerin seçim kampanyaları için bağış toplamasına dayalı olduğundan , siyasi kampanyaların en güçlü bağışçıları da, güçlü lobi grupları ve zengin şirketler olmaktadır. Bu durum ise halk yığınları yerine, tamamen zengin ve nüfuzlu azınlığın isteğinin siyasete ve politikaya yansımasına neden olmaktadır. Bu siyasi düzen, zengin ve seçkinci bir grubun daha zengin ve daha güçlü olmasına neden olurken, halkın isteklerinin tamamen göz ardı edilmesine yol açmaktadır. Bu durum sonsuza kadar sürdürülemez olup, sosyal patlamalara kapı aralayabilecek kırılganlık getirmektedir. Diğer yandan mevcut siyasi düzende Amerikan halkı hiç istemese de, güçlü ve zengin şirketlerin lobiciliğinden dolayı bütün dünyada nefret uyandıran yayılmacılık ve İsrail politikası on yıllardır sürdürülebilmektedir. Bütün bu risklere ve zayıflıklarına rağmen, Amerikanın şansına, dünyanın geri kalan tüm ülkelerinin beceriksizliği yüzünden güvenilir bir para sistemi oluşturulamamıştır. ABD dolarının dünya üstündeki egemenliği adeta tüm ülkeler tarafından kabul edilmiştir. ABD dolarının dünya üzerindeki bu hegemonyası sayesinde zengin lobi şirketlerinin kontrolündeki Amerika siyaseti ve askeri gücü tüm dünyayı domine etmeye devam edebilmektedir. Çünkü tüm bu askeri ve ekonomik hegemonyanın temelinde ABD doları vardır. Bunun sebebi ABD dolarının matbaasının Amerika’da bulunmasıdır. Karşılıksız dolar basma imkanı sayesinde Amerika ekonomik, askeri ve siyasi bir imparatorluğa dönüşmüştür. Bu muazzam ekonomik ve askeri güç sayesinde her iki dünya savaşının neticesi Amerika’nın müttefikleri lehine olmuştur. Ancak ikinci dünya savaşı sonrasında  ve soğuk savaş yıllarında Amerika ekonomik ve askeri olarak büyümeye devam etmiş, neredeyse tüm dünyayı domine eden bir post modern imparatorluğa dönüşmüştür. Amerikanın kapitalizm ihraç ettiği Çin gibi, Avrupa ülkeleri gibi devletlerin tuttukları yüksek oranda Amerikan doları rezervleri sayesinde ABD istediği kadar dolar basabilme imkanına kavuşmuştur. İşte bu muazzam imkan sayesinde Amerika ordusu korkunç büyüklükteki askeri bir güce dönüşmüştür. Rusya, Çin gibi ülkeler mevcut ekonomik sisteminin ve karşılıksız dolar basma imkanının yarattığı azman büyüklükteki Amerikan ordusunun tüm dünya barışını nasıl tehdit eder hale geldiğini yeni yeni fark etmeye başlamışlardır. Bu yüzden dünyanın en büyük ekonomilerinden ve ABD doları rezervi olan ülkelerinden birisi olan Çin, Rusya, gibi ülkeler ve Avrupa Birliği artık bu canavarı kısmen kendi yarattıklarının farkına varmışlardır. Çünkü, ne kadar döviz rezervi tutup ticari anlaşmaları dolar ile yaparlarsa, ABD’nin askeri ve ekonomik olarak büyümesine katkı sağlıyor olduklarının farkına vardılar. Bu yazıyı yazdığım günlerde ABD’nin başkanı olan Donald Trump’ın ülkemiz aleyhindeki beyanatları ve ülkemiz aleyhine verdiği kararlar yüzünden $ ve ₺ paritesi zembereğinden boşalmış durumda. Dolar son iki yılda neredeyse iki katından fazla değer kazanırken, bizde her geçen gün fakirleşiyoruz. Ülkemiz insanları ve yönetimimiz, boynumuza dolanmış bir deli gömleği haline gelen dolar kuru etkisinden nasıl kurtulabileceğimizin hesaplarını yapmaya başladık. Halbuki Trump, aynı oyunu daha önce Meksika, Çin, Rusya ve İran için de oynamıştı. Aslında Trump’ın Türkiye’ye karşı açıkladığı yaptırımların etkisiyle hızla sarsılan Türkiye ekonomisi ve TL nin dramını izlerken, dünya devletleri de yeni yeni dolarizasyonun gücünün ve kötülüğünün farkına varmaktadır. Anladığım kadarıyla, şimdilerde yüksek sesle dile getirilmese de, ülkemiz gibi, Çin, Rusya, İran gibi ülkeler de bu dolar gömleğinden kurtulmanın çarelerini düşünmeye başladılar bile. Bu durum hiç şüphesiz modern çağın İmparatorluğu olan Amerikanın çöküşünü hızlandıracak bir gelişmedir.
Yin Yang bize; hiçbir şeyin sonsuza kadar büyümeye devam edemeyeceğini, büyüme ve güçlenmenin olması için zayıflama ve parçalanmanın kaçınılmaz bir yaşam döngüsü olduğunu öğretir. Yin Yang olgusunu hayatın her alanında olduğu gibi devletler ve imparatorlukların doğup büyümesi, güçlenmesi, daha sonra da zayıflayıp dağılması döngüsünde kolayca görebilirsiniz. Amerikan İmparatorluğunun sonunu getirecek olan şey; dolarizasyon baskısından kurtulan dünyanın tetikleyebileceği dolar enflasyonu ve mali krizin Amerikan halkına sirayet etmesi sonucu büyük bir ekonomik buhran çıkması ile başlayabilir. Elitlerin kontrolündeki mevcut kırılgan yapı ABD’nin yumuşak karnıdır. Jack Ma’nın endüstri 4.0 için söylediği gibi, Amerikada yaşanabilecek büyük bir ekonomik kriz ve sosyal adaletsizliğin artması sonun başlangıcı olabilir. Tüm zenginler ile seçkinlere karşı başlayacak bir halk hareketi, halk yerine zengin ve güçlü elitist bir lobinin hizmetçisi haline gelmiş politik sistemi ve onun tüm ayrıcalıklarını yerle bir edebilir. Yani, mevcut Amerikan siyasi sisteminin belirleyicisi olan elit zümresini yok edecek bir tersine devrim hareketi yaşanabilir. Ben, doların güç kaybederek çöküşünün Amerikan zenginliğini yok edeceğini, halka sirayet eden geniş çaplı bir ekonomik krizin de bir avuç zenginin elit kesimin ve güçlü lobilerin kontrolünde olan siyasi sistemi yerle bir edecek bir halk devrimini tetikleyebileceğini düşünüyorum.

2 Nisan 2018 Pazartesi

Sanat Halk İçin midir, Halk Sanat İçin midir?


Sanat Halk İçin midir, Halk Sanat İçin midir?

Geçtiğimiz yıllarda bazı devlet sanatçıların hükümete ve belediye yönetimlere karşı olan duruşları yüzünden, hükümet ile bazı belediyeler de sanatçılara karşı tavır almıştı. Belediyelerin şehir tiyatrolarında oynanan tiyatro oyunlarının bazılarını kaldırmak, bazılarının da içeriğini değiştirmek istemeleri yüzünden büyük tartışmalar çıkmış ve bu konu ülke gündeme oturmuştu. Daha sonra Cumhurbaşkanının bu konuya dahil olmasıyla tartışmalar iyice alevlenmişti. Devlet sanatçılarının ve sanat camiasının bir türlü kabullenemediği Ak Parti iktidarı döneminde çeşitli kereler olduğu gibi, yine hükümet ve sanat camiası arasında büyük tartışmalar çıkmıştı. Gerek AKM (Atatürk Kültür Merkezi) restore mi edilsin, yoksa yıkılıp yeniden mi yapılsın tartışmasında, gerekse şehir tiyatrolarının oynayacakları oyunların belirlenmesi konularında büyük tartışmalar dönüyordu. Sanatçılar, AKM’nin yıkılarak yerine cami veya külliye yapılacağı gerekçesi ile AKM’nin yıkılmasına olanca güçleriyle karşı çıkıyor, AKM için sadece restorasyon istiyorlardı. Şehir ve devlet tiyatrolarının içeriği konusunda da, devletin tiyatroya para verse bile sanat içeriğine karışamayacağını bunun sanata ve sanatçıya müdahale olduğunu söylüyorlardı. Hükümeti de sanat düşmanı olmakla suçluyorlardı. Hükümet ve belediye ise AKM nin temellerinin çok zayıf olduğunu, restore etmenin hiçbir işe yaramayacağını dolayısıyla yıkılıp yeniden yapılması gerektiğini söylüyor, devlet tiyatrolarında, resmi ideolojiye ve halkın değerlerinin aleyhinde bir oyunun oynanamayacağını söylüyorlardı. Cumhurbaşkanı da tartışmaya katılmış, "Sanat halk içindir, halk sanat için değil. Devlet ve şehir tiyatroları kaldırılmalı!" diyerek tartışmayı alevlendirmişti. Bu konuda oldukça büyük tartışmalar yaşanmış, sanatın ve sanatçının halk ve devlet nezdindeki yeri, sanatçının sanatını yapma özgürlüğü, devletin sanatçılara olan yaklaşımının nasıl olması gerektiği ve "devlet sanatçısı" ünvanı sorgulanmıştı. Daha sonra yine idealde olması gerektiği gibi değil de, bir orta yol çözümü bulunarak olayın üstü kapatılmıştı.

Ülkemizde üretilen sanatın neden bu kadar yetersiz, halktan kopuk ve sahipsiz olduğu araştırılırken, iğneyi kendimize çuvaldızı da sanatçılarımıza batırmak zorundayız. Aksi halde bu konuyu olması gereken düzleme oturtamayız. Sahne sanatçılarımız da çoğunlukla halkın kültürüne ve değerlerine yabancı kaldılar, hiçbir zaman halkın öz kültürünün ve değerlerinin esas olduğu, halkın sahipleneceği ve satın alacağı bir sanat yapma kaygısında olmadılar. Sanatçılarımız sanatı hep Batı’dan öğrendiklerini tekrar etmek şeklinde anladılar. Kendi kafalarındaki sanatı halkın onaylayıp sahiplenmesi gerektiğini düşündüler. Bu tutumlarıyla adeta "halk sanat içindir" dediler. Ama onların halka sanat diye sundukları şeyin, çoğunlukla bizim halkımız tarafında bir karşılığı yoktu. Sanatçılarımızın yaptıkları sanat, başkalarının kültürü ve başkalarının sanatıydı. Dolayısıyla halk, önüne konan bu yemeği (sanatı) yemedi. Yani bu sanatı tüketmek için para harcamaya razı olmadı. Bu durumu ise sanatçılarımız yanlış anladılar. Halkın onların sanatını anlamadığını düşündüler. Zaten küçümsedikleri ve cahil buldukları halk ile sahne sanatçılarımız arasındaki mesafe, küçümseme, kızgınlık, kırgınlık arttıkça arttı. Halktan ümidini kesen sanatçılar ise ümitlerini zengin sponsorlara ve devlet sanatçılığına bağladılar. Dolayısıyla, sanatçılarımız “devlet sanatçılığı”na razı olarak, devletin buyurgan bakışını, ulufe kültürün kabullenmiş oldular. Ancak “devlet sanatçılığı” sanattan ve özgürlüklerden taviz vermek demekti. Çünkü, sanatı sübvanse eden içeriği de belirlemek istiyordu. Çünkü, devlet sanatçısı olup, devletin ve hükümetin ideolojisine ve değerlerine aykırı bir sanat yapmak düşünülemezdi.

Oysa, halkımız sanata ve sanatçıya karşı değildi. Sadece benimsemediği, kendi kültüründen olmayan bir sanatı tüketmek istemiyordu. Aslında tarihimiz incelendiğinde bizim öz kültürümüzden çıkmış, kendi değerlerimizle harmanlanmış, halkımız tarafından büyük bir teveccüh görmüş birçok sanat dalı ve bir çok sanatçı olduğunu görebiliriz. Karagöz-Hacivat, Meddah, Hikaye anlatıcılığı gibi halkın değerleri ve kültürüyle yoğrulmuş birçok sanat türü tarihte halkımız tarafında oldukça teveccüh görmüştü. Hatta hala devam eden aşıklık geleneğimiz ve Türk sanat müziği gibi sanatlarımız da vardı. Aslında olması gereken şey, ileri batı toplumlarında olduğu gibi, devletin elini eteğini sanattan ve bilimden çekmesiydi. Benim yurtdışı gezilerinde şaşırarak gördüğüm olaylardan biri tiyatroların, müzikallerin ve sanat gösterilerinin önünde uzayıp giden kuyruklardı. Özellikle Londra’da on yıllardır oynayan "Chicago, Aslan Kral ve Operadaki Hayalet" gibi gösteriler ilk günkü kadar yoğun talep görüyor, biletleri çok pahalı olmasına rağmen adeta karaborsa satılıyordu. Halk da bulabildiği ilk fırsatta bu biletlerden alabilmek için uzun kuyruklar oluşturuyordu. Bu şaşırtıcı manzara karşısında ister istemez bizi, bizim halkımızı, bizim toplumumuzu ve bizim sanatçılarımızı düşünerek karşılaştırma yaptım. Batılı devletlerin sanata destek vermesine gerek olmadığını, sanatın halkın ilgisi ve desteği ile rahatça kendi çarklarını çevirebildiğini gördüm. Bizdeki gibi, doğal olmayan yöntemlerle sanatı yaşatmaya çalışmanın sanata zarar verdiğini anladım. Biz hiçbir tiyatro veya sanatsal gösteri için bu kadar pahalı bilet ücreti ödemeye razı olmayacağımız gibi, ancak Ramazan ayında pide almak için, banka işlemleri için ve faturamızı ödemek için bu kadar uzun kuyruklarda bekleyebileceğimizi düşündüm. Ülkemizdeki devlet ve şehir tiyatroları Büyükşehir belediyelerinin himayesi altında varlıklarını devam ettirebilen sanat gösterilerinin bedava veya bedavaya yakın cüz-i miktarda bir fiyat olmasına rağmen yeterli ilgiyi çekmediğini fark üzülmüştüm. Üstelik bu durumun nedeni, halkımızın fakir olması veya alım gücü olmaması da değildi. Maç biletlerine, sevdiği takımın maçlarını izlemek için televizyon kanallarına ödenen yıllık abonelik paralarını, insanlarımızın evlerine aldıkları son model eşyalar, son teknoloji televizyonlar ve cebimizdeki son model telefonların maliyetlerini düşündüğümüzde, hiç de fakir bir halk olmadığımız ortaya çıkar. Ama üstünde biraz düşününce, halkın önüne konan sanatın halkın değerleriyle ilgisi olmadığı ve sanatçının halkına karşı üstten bakışının olduğu sonucuna vardım. Sanatçının küçümseyerek değer vermediği halk da, sanatçıların yaptığı sanata adeta yokmuş gibi davranıyordu. Devlet ve sponsorlar vasıtasıyla desteklenen sanat gösterilerinin üç kuruşluk çikolata fiyatına satılan biletlerine dahi halk rağbet etmiyordu. Halktan kopuk sanatın toplumda bir karşılığı yoktu. Zaten şimdilerde birçok sahne sanatçısı televizyonlarda oynayan dizilerdeki dizi oyunculuğu ile geçimini sağlamaya çalışmaktadır.

Sanatın halk için olması gerekmediği gibi halk da sanat için değildir .Kimisi "sanat, sanatsever içindir "de demiştir. Ancak bence “sanat, sanat için olmalıdır”. Çünkü sanat inceliktir, sanat estetiktir, yeniliktir ve sanat özgürlüktür. Sanat estetik ve incelik kaygıları ile yapılmadığında sanat olmaktan çıkar. Sevgili arkadaşım Özak'ın söylediği gibi; "Sanat, sanat için değil de, para için olursa, sanatçının hedef kitlesi alıcılar olur. Bu durumda kapasitesi ne kadar yüksek olursa olsun sanatçının potansiyelini sınırlar. Ama sanat, sanat için yapılırsa sanatçının önünde hiçbir limit kalmaz!". Ama sanatçının karnını da doyurabilmesi ve geleceği için kaygılanmaması gerekir. Bunun için sanata halkın sahip çıkması, halk tarafından talep görmesi ve yüceltilmesi gerekir. Eğer bu olursa sanat yapay bir sanat olmaktan çıkıp özgün, özgür ve yaratıcı bir sanat olabilir. Bu durumda halk sanatı sahiplenir ve sanatçı da gönlümüzdeki olması gereken ayrıcalıklı yere kendiliğinden yerleşir. İşte bunun gerçekleşebilmesi için sanatçının halkından kopuk olmaması, sanatını halkına dayandırması gerekir. Sanat, aslında bireyler ve toplumlar için ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaçtır. Sanat, temel ihtiyaçlarının üstüne çıkabilen ve insan olmanın o sonsuz potansiyelinin farkına varabilmiş ve estetik duyguları gelişmiş bireyler ve toplumlar için ruhların gıdasıdır. Eğer bir kişinin en büyük kaygıları; aç karnını doyurmak, kendini güvende hissetmek ve geleceğinden endişelenmek ise o kişi için sanatın, bilimin ve felsefenin hiçbir önemi yoktur. Montaigne, "Denemelerde: "Anaksimenes, Pythagoras'a şunu yazmış. Gözlerimin önünde ölüm ve kölelik dururken yıldızların düzeniyle nasıl uğraşabilirim!" der. Evet, sanat bir ihtiyaçtır. Ancak insan karnını doyurabilir, geleceği için korkuyu bir kenara koyabilir ve Maslow un ihtiyaçlar piramidindeki en en temel ihtiyaçlarının üstüne çıkabilirse...

Ancak sanat bilim ve yenilikler özgürlük ortamından beslenir. Özgürlük ve hürriyetin bulunmadığı ortamdan gerçek manada sanat da bilim de çıkamaz. Sadece bizim devletimizde olan sistemle devlet sanatçılığı, şehir tiyatroları gibi uygulamalarla devlet sanatçılara destek veriyor gibi görünse de, aslında sanatçıların sanatlarını ipotek altına almaktadır. Devlet belli bir maaş karşılığında “devlet sanatçılığı” gibi uydurma ünvan ile adeta sanatçıları devlet birer memuruna dönüştürmüştür. Esas şaşırtıcı olan şey, sanatçıların bu durumu nasıl olup da kabullendikleridir. Çünkü gerçek bir sanatçı bu durumu asla kabullenemez. Aksi durumda bir ulufe gibi beklediği maaş karşılığında sanatından taviz vermeyi kabul etmek zorunda kalır, devlet de ister istemez sanatçının sanatına karışma hakkını kendinde bulur. Sanatçı devletin desteği ile ayakta durmaması gerektiği gibi, devletin sanatı destekleme zorunluluğu da yoktur.

Sanata değer vermeyen, sanatçının ürettiği sanatın bir alıcısının olmadığı bir toplumdan gerçek sanat da sanatçı da çıkmaz.
Sanatçının ve bilim insanının devletin ödeyeceği ulufe gibi bir maaş karşılığında çalışmasıyla, sanat da, bilim de yeşermez.
Gerçek sanatçı da, ulufeye razı olup sanatına müdahale ettirmez. Çünkü sanat ve bilim fikir özgürlüğü gerektirir.


25 Mart 2018 Pazar

Vizyon Misyon Sözlerinin Klişeler Ötesindeki Önemi ve Google

Vizyon-Misyon Sözlerinin Klişeler Ötesindeki Önemi & Google

"Paradan başka bir şey getirmeyen şirket, zavallı bir şirkettir!" Henry Ford

Her kurumun ve her kurumsal olma iddiasındaki şirketin genel merkezinde, kurumsal dökümanlarında ve internet sitelerinde "Vizyonumuz ve misyonumuz" adlı bildirgeler bulunur. Bu misyon ve vizyon bildirgeleri, şirketin yada kurumun değerlerini, amaçlarını, insanlığa ve topluma, olan borçlarını açıkladıkları manifestolar ve referans bildirgeleridir.  Ancak her şeyin tüketildiği ve dejenerasyona uğratıldığı günümüzde, anlı şanlı "vizyon ve misyon" sözlerinin anlamları da tüketilmiş ve klişe sözcüklere dönüşmüştür.  Çoğunlukla tek tip, basmakalıp, klişeleşmiş bu "misyon ve vizyon" sözleri gösterişli sloganlar olmanın ötesine geçemez olmuşlardır. Bu havalı misyon-vizyon sözleri anlı şanlı şirketlerimizin ana merkezlerinde, faaliyet belgelerinde ve kurumsal dökümanlarında büyük bronz harflerle yazılsalar da, gerçek anlamlarından uzak bir şekilde üzeri tozlu tozlanmaya bırakılmışlardır. Şirketleri yönetenler ve şirket çalışanlarının birçoğu bu sözlerin farkında bile değildirler. Bu yüzden büyük şirketler vizyon ve misyon sözlerini çalışanlarına zorla ezberlettirirler. Zaten farkındalığı olan yöneticiler de bu süslü sözlerin sadece o şirketi kurumsal olduğunu göstermek amacıyla yazılmış sloganlar olduğunu bilirler. Vizyon ve misyonun önemi, kurumsal dökümanlara yazılmış süslü sözler olmasından öte, aslında o şirketin veya kurumun gerçekteki değerlerini göstermektedir. Stephen Covey, “Vizyon bir değerler bütünüdür. Basmakalıp süslü sözlerden öte, hedefinize doğru giderken değerlerinizi, dayanaklarınızı, nelerden güç aldığınızı, sizi siz yapan unsurları ifade etmektedir. Vizyonunuz sizin ne kadar uzağa bakabildiğinizi gösterir." der.

Sadece çok para kazanıp, çok karlı olmayı istemenin o şirketi karlı, büyük ve zengin yapmayacağını Henry Ford daha işin başındayken fark etmişti. Zira Ford, zenginlik için zenginliği aşan, para için ise parayı aşan bir vizyon gerektiğini öğrenmişti. Eğer bir şirket değerlerinde karlılıktan öte bir iyilik amacı varsa, paradan daha önemli hedefler güdüyorsa o şirket çok büyük bir şirket olabilir. Sadece para, ciro ve karlılık hedefi güden şirketler başarılı olamazlar. Bu tür şirketlerin durumu, tıpkı sürekli zenginlik hayali kuran ezik bireyler gibidir. Egosal nedenlerden dolayı zenginlik hayali kuran insanlar kazara zengin olsalar bile, çoğunlukla bu durumu kaldıramazlar, kısa süre içinde ya servetlerini bilinçsizce tüketirler ya da hayatlarını perişan ederler. Zira, herkes bir gün çok para kazanabilir yada zengin olabilir, ancak çok az kimse parasını düzgün ve yerinde harcayabilir. Çünkü, paranın nasıl harcanacağını bilmek için kültür ve vizyon gerekir. Tıpkı bu örnekteki zenginlik hayali kuran bireyler gibi, sadece ekonomik büyüklük hayali kuran şirketler zihinsel dönüşümü gerçekleştiremezler. Sahip oldukları durum ile, hedefledikleri yer arasında sorunlar vardır. Ciro, para ve karlılık oranları o şirketleri esir alarak kurumsal değerlerini bloke eder. Sadece hedefi zengin olmak olan bir insanın, motivasyonunu devam ettirmesinin zorluğunda olduğu gibi, sadece en büyük ve en karlı olmak isteyen şirketlerin de motivasyonları sürdürülebilir değildir. Yolun bir noktasında zaafiyet geçirir ve havlu atarlar. Zengin olabilmek için parayı aşan bir vizyon, güçlü olabilmek için ise gücü alan bir vizyon gereklidir. Büyük olabilmek ve büyük kalabilmek için parayı ve karlılığı aşan içselleştirilmiş bir kurumsal vizyon gereklidir. Örneğin Google'ı "Google" yapan vizyonu ele alalım. Google’ın vizyonu en kısa zamanda dünyanın en büyük, en karlı ve en zengin şirketi olmak mıdır? Eğer Google, dünyanın en karlı ve en büyük şirketi olmak isteseydi, hayatımızda devrim yaratan "Google Maps" gibi uygulamaları, milyarlarca kullanıcıya ücretsiz kullandırmaz, Google Maps'in kaynak kodlarını yazılım geliştirebilmeleri için geliştiricilere ücretsiz olarak sunmazdı. Hayır, Google eğer dünyanın en büyük şirketi olmak isteseydi, hiçbir karşılığı olmadan kara kıta Afrika'ya havada asılı duran balonlarla internet getirebilmek için yatırıma kalkışmazdı. Hayır, Google dünyanın bir numaralı şirketi olmak isteseydi, günümüzde "Apple" şirketinin ücretli olarak kullandırdığı, "Drive, Photos gibi onlarca Cloud hizmetini milyonlarca son kullanıcının hizmetine ücretsiz olarak sunmazdı. Tam tersine, Google'ın hiçbir uygulaması direkt olarak son kullanıcıya birşeyler satma amacı gütmeyip. gelirlerini, Google maps, YouTube gibi inovatif ve yeni pazarlar oluşturan uygulamaları yaygınlaştıkça, reklam vermek isteyen ve uygulamalarının avantajlarından yararlanmak isteyen firmalardan elde etmektedir. Google, milyonlarca dolar ödeyerek ve büyük emeklerle oluşturulan kaynak kodlarını bütün insanlığa, developperlara ve hatta isteyen son kullanıcılara açmaktadır. Google’ın tüm dünya insanlarının hayatına getirdiği kolaylıklar ne kadar büyük bir lütuf ve nimet! Ancak bu büyük vizyonu sayesinde Google çok kısa bir süre içinde dünyanın en büyük şirketlerinden birisi olmuştur. İnanıyorum ki, çok yakın bir gecekte, "Apple" şirketinin de önüne geçebilecektir.

Bu dünya üstünde sadece şirketlerin ve kurumların değil, bireylerin de bir vizyonu ve misyonu vardır. Stephen Covey - Etkili insanların 7 alışkanlığı adlı eserinde, bireylerin de misyon ve vizyon bildirimlerine sahip olmaları gerektiğinden söz eder. Covey, bireysel olarak değerlerimizi, amaçlarımızı, ilkelerimizi, referanslarımızı, hayatta, dünyada ne yapmak istediğimizi yazmamız gerektiğini söylüyor. Her gün yaşamımızı küçük görevler, küçük hesaplar ve günlük kaygılarla tüketmektense, birkaç haftamızı, ayımızı belki yılımızı, kendimizin bu dünyadaki amaçlarımız üstünde düşünmeye ve menkıbemizi bulmaya ayırabiliriz. Kişisel vizyon ve misyon manifestomuz ihmale gelmeyecek kadar önemlidir. Çünkü kalıcı ve etkili değişiklikler, değerler ve ilkelerden gelir. Ancak o taktirde görünüşte imkansız olan değişiklikleri gerçekleştirebilir, görünüşte imkansız görünen işleri başarabiliriz. Kendi kişisel menkıbemizi bulmak bizi motive edip, hayatımıza aradığımız anlamı getirecek ve bizi harekete geçiren güç haline dönüşecektir. 

3 Mart 2018 Cumartesi

Tuvalet Kültürü ve Medeniyet İlişkisi


İlk Modern Tuvalet

Kültürel bir gezi için gittiğim Gaziantep'te Zeugma antik kentinin kalıntılarının ve birbirinden muhteşem mozaiklerinin sergilendiği "Zeugma Müzesi"ni de ziyaret etme şansı bulmuştum. Herbiri birbirinden güzel antik Yunan döneminin mitolojik efsanelerinin resmedildiği eşsiz güzellikteki mozaikleri ile Zeugma, belkide dünyanın en güzel müzelerinden birisidir. Bu müzedeki muhteşem mozaiklerin yanında beni en çok etkileyen şey, o dönemin yöneticilerinin yaşadığı sarayın (buluntular ikiz villa tabir edilen aslında her biri birer saray olan yerleşim yeridir) kalıntıları idi. Bu kalıntılar arasında en çok dikkatimi çeken şeylerden biri; oturmalı, temizlenme suyu olan, kanalizasyonu olan ilk modern tuvaletin atası sayılabilek olan tuvaleti görmekti. Resimlerden de görülebileceği üzere yan yana olan iki tuvalette iki soylu yan yana oturup, konuşarak, devlet işlerini hallederek hacetlerini giderebiliyorlarmış. Tuvaletlerin dikkat çeken yönü, temizlenme amaçlı olarak ön taraftan akar su şeklinde gelen temiz su, arka taraftan pis su olarak ayrılmakta, sonunda dünyanın ilk modern kanalizasyon borularına bağlanarak pislik uzaklaştırılmaktaydı. Bu ilkel görünen tuvaletler aslında temizlenme (yani taharet) imkanıyla şu anda Batı toplumlarının kullandığı Alafranga tuvaletden bile çok daha ileri noktalardaydı. Ayrıca bu tuvaletler ve kanalizasyon sistemi, Roma İmparatorluğunun temizliğe ne kadar önem verdiğini de gösteriyordu. Benzer şekilde kanalizasyon sistemini ve meşhur Roma hamamlarının antik Roma kenti Pompei harabelerini gezerken de görmüştüm. O dönemin ikiz villasının (saray) kalıntılarından çıkan bu ikiz tuvalet tabiki evin dışındaydı. Ve soğuk havalarda dışarıda tuvaletini yapmak zorunda kalan soylular veya yöneticiler için eziyet verici derecede dondurucu oluyordu. Elbette o dönemin kıvrak zekalı yöneticiler bu sorunun da üstesinden gelmişlerdi. Önce bir çift köle gidip soğuk taşlara oturarak taşları ısıtıyor, sonra da soylular gidip hacetlerini yapıyorlardı. Müthiş pratik ve işe yarayan bir metod bulmuş olan dönemin Roma İmparatorluğu yöneticilerini çok taktir etmiştim. Daha sonra tuvalet kültürü üstünde düşünmeye başladım. Binyıllar öncesinden günümüze gelene kadar olan tuvalet kültürünün evrimini araştırmaya karar verdim.



Tuvalet, tüm dünyada sıklıkla WC olarak tanımlanmasıyla ortak bir isimde buluşmuştur. WC, tanım olarak İngilizce'den "water closet"in kısaltmasıdır. Ülkemizde ise, tuvalet, WC, Yüznumara, Hela, Kubur, Ayak yolu...vb isimlerle anılan tuvalet, Batı'da "rest room" yani, rahatlama odası olarak da anılıyor. Tuvalet en çok rahatladığımız yerlerden birisi olması şaşırtıcı değildir. Tuvalette yaşanan rahatlamanın, beynimizi derin dinlenme, yani alfa moduna soktuğu yapılan bilimsel tespitlerle de kanıtlanmıştır. Bu yüzden hayatımızda en  önemli şeylerin çoğunlukla tuvaletteyken aklımıza gelmesi insanı şaşırmaması gerekir. Belki bu yüzden "Türkün aklının ya sıçarken, yada kaçarken gelir.” sözü bir deyim haline gelmiştir. Kimi araştırmalara göre, insanlar olarak ömrümüzün bir yıldan fazlası bir zamanı tuvalette geçiriyoruz. Dolayısıyla, insan medeniyeti ve tuvalet arasındaki bağlantı çok güçlüdür. İnsan medeniyetinin ulaştığı noktayı tuvaletlerin geldiği noktadan anlayabilirsiniz. Ulusların tuvalet alışkanlıklarından ve temizlik kültüründen medeniyetlerinin durumu hakkında genel bir kanıya varabilirsiniz. Bir ülkenin umumi tuvaletlerinin temizliğine ve fiziki durumuna bakarak, o ülkenin gelişmiş ve medeni bir ülke olduğunu yada olmadığını anlayabilirsiniz. Diş macunu gibi tuvalet kağıdı tüketimi de, gelişmişlik ve medeniyet ölçütlerinden biridir. Tuvalet kültürü aynı zamanda ayrışmanın, ön yargının ve medeniyet çatışmasının da sembolüdür. Milletler diğer milletleri temiz olmadıkları ve tuvalet kültürü olmadıkları gerekçesi ile eleştirir ve hatta kimi zaman da aşağılarlar. Batılılar Doğuluları hoyrat, kaba ve gayri medeni buldukları gibi, yeterince temiz olmamakla, tuvaletlerini çağdışı ve ilkel olmakla eleştirirler. Doğulular ve bizim gibi Ortadoğulular da Batılıları yeterince kişisel temizlik yapmadıkları, büyük tuvaletlerini yaptıktan sonra (taharet musluğu olmadığı için) popolarını yıkamadıkları için eleştirirler. Bitmeyen Doğu-Batı, Gelişmişlik - Az gelişmişlik, Temiz-Pis, kavgaları gibi, medeniyet kavgaları zaman zaman Alaturka tuvalet ile Alafranga tuvalet kültürü üstünden yürümektedir.

Alafranga-Alaturka Savaşları

Kuşkusuz insanların atalarından öğrendiği tuvalet alışkanlığını değiştirmeleri çok zordur. Bu yüzden bizim ülkemizde de Alaturka tuvalet severler ile Alafranga tuvalet severler arasında hangi sistemin daha temiz ve makbul olduğu konusunda bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalar sürüp gitmektedir. Özellikle Alaturka tuvaletin yaygın olduğu mütedeyyin ve geniş halk kesiminin bir kısmı, Alafranga tuvalet kullanmayı iğrenç ve İslami temizlik anlayışına aykırı bulmaktadır. Kimilerine göre, alafranga tuvaletin kapağını indirerek oturmak, o tuvalet kapağının plastiğinin bedenine, bacaklarına ve kalçalarına değme hissi çok iğrenç gelmektedir. Çünkü, bu tuvaleti kapağını kaldırmadan ayakta kullanan erkeklerin çişlerini sağa sola, oturma kapağına sıçratma ihtimali bu tuvaleti kullanma fikrini iğrençleştirmektedir. Alafranga severler ise Alaturka tuvaleti çağ dışı, pis ve iğrenç bulmaktadırlar. Onlar için, tuvalete başkalarının kullandığı terlik ile girmek zorunda kalmak, taharet maşrapası kullanmak, bazı erkeklerin ayakta yapmasından dolayı çişlerinin her yere, terliklere, maşrapaya sıçramış olma ihtimali bu tuvaleti kullanmayı iğrençleştirmektedir. Ben ise bu iki tuvaleti de kullanmaya alışan birisi olarak bu duyguların ikisini de yaşadım.  Ben Alaturka tuvaletin dahi olmadığı bir köyde doğdum. Alt katta hayvanların ahırlarının olduğu köyümüz evlerinde, insanların odaları ve tuvaletleri ikinci katta olup, evler tahta ve kalın odunlardan yapılmıştı. Tuvalet denilen yer, altı boş olup, küçük bir çocuğun içinden geçip düşebileceği büyüklükte sadece küçük bir delik olan bir küçük oda demekti. O zamanlar köyümüzde lağım çukuru bile yoktu. Büyük tuvaletinizi yaptığınızda, bıraktığınız emanetlerin ikinci kattan aşağıya yere düşüşüne şahit olabiliyordunuz. Yani, tuvaletin kullanıldığı dışarıdan görülebiliyordu. Çocukluğumda, büyük tuvaletimi yaparken, aşağıdan bostandan birinin geçerek popomu görme ihtimalinin yanında, delikten aşağı düşme endişesi taşıdığım da olurdu! Çünkü, delik küçük bir çocuğun düşebileceği kadar genişti. Bir de, tuvaletin ıslanmaktan dolayı çürümüş ve esneyen tahta zemini çocukluğumda beni güvensiz hissettirirdi. Ama bu sistem de çömelerek yapıldığı için Alaturka sistemine yakındı. Ortaokul ve lise yıllarımın geçtiği Gebze'deki evimizde ve o dönemki tüm çevremizde ise Alaturka tuvalet kültürü hakimdi. Alafranga tuvalet sistemini görmüşlüğüm olsa bile, kullanımı konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ta ki Yüksekokul eğitimim için gittiğim Burdur'da ilk gece kalmak zorunda olduğum otel odasına kadar. Yurt kaydım olmadığı için, ilk gece bir otelde kalmak zorundaydım. Konaklamak için o dönem Burdur'un en güzel oteli olan, Hoşafçı Oteli seçmiştim. Yüksekokula kayıt ve yerleşme telaşı yaşadığım o ilk gün, midemde ve bağırsaklarımda da sorunlar yaşıyordum. Huzurlu bir şekilde tuvaletimi yapmaya ihtiyacım olduğu o gece Alafranga tuvalet ile yüzleşmek zorunda kaldım. Çünkü odada sadece Alafranga tuvalet mevcuttu. Bense acilen oturmam gereken bu tuvalete nedense bir türlü oturamıyordum. Benden önce başkalarının da oturduğu o oturma yerine oturmak bana iğrenç geliyordu. Birkaç defa çaresizce tuvaletin etrafında dolandım durdum. Artık bağırsaklarım patlamak üzere idi. O yıllar gibi gelen bir kaç saniye içinde aklıma bir fikir geldi. Tuvaletin kapağını kaldıracak, üstüne çıkıp, tuvaletin kenarlarında ayakkabılarımla basarak atalarımdan öğrendiğim gibi çömelerek tuvaletimi yapacaktım. Evet çok akıllıca bir fikir gibi görünen bu tehlikeli girişimi uyguladım. Düşme korkusu ve ölüm tehlikesi geçirerek büyük tuvaletimi sorunsuzca yaptım. Artık o andan sonra benim için Alafranga tuvalet bitmişti. Bu tuvaleti tasarlayanlardan ve buraya koyanlara küfürler ettim! Şükür ki, bu badireyi de atlatmıştım. Ama doğru düzgün temizlenemediğim için hemen bir duş alarak kendimi ancak temiz hissedebildim. Sonrasında neredeyse on yıl Alafranga tuvalete oturmadım. 28 yaşımda satın aldığımız ilk evimizde Alafranga tuvalet olduğu için zamanla bu tuvalete oturmaya alışmak zorunda kaldım. Zamanla Alaturka tuvaletten daha çok sevdim. Çünkü Alafranga tuvalet ile oturarak yapıldığında Alaturka tuvalet gibi ıslanmıyor ve hiçbir yere pislik sıçramıyor ve tuvalet temiz kalıyordu. Ama bunu anlayabilmek için, yüzleşme yaşamam,  deneyimlemem ve ön yargılarımdan kurtulmam gerekiyordu. Şimdi ise ben Alaturka tuvaleti çok iğrenç, ıslak, kirli ve rahatsız buluyorum. Ama insanların atalarından görerek alıştıkları tuvaletin dışındaki sistemlere ön yargılı bakmalarını gayet iyi bir şekilde anlayabiliyorum. Ancak, biz Türkler değişime çok açık, şartlara çok hızlı adapte olabilen bir halkız. Bu da bizi güçlü kılıyor. Darwin; "Doğada güçlü ve akıllı olanlar değil, şartlara en hızlı adapte olabilenler hayatta kalabilirler." demiştir. Halk olarak 30 yıl önce baskın olan Alaturka tuvalet kültüründen, çoğunluğun Alafranga tuvalet kültürüne geçtiği günümüzde ne kadar büyük çaplı bir kültürel değişime uğradığımızı da anlayabilirsiniz. Alafranga tuvalete geçiş hızımız bizim kolay dejenere olabilen bir halk olduğumuzu ortaya koyduğu gibi, zamana, şartlara ve değişimlere ne kadar hızlı adapte olabildiğimizin de bir kanıtıdır. Bu yüzden, Türk milletinin en güçlü yönü olan adaptasyon ve hayatta kalma genleri sayesinde binyıllar öncesinden gelen Alaturka ve çömelerek tuvalet yapma kültüründen Alafranga tuvalete onyıllar içinde geçme başarısı hiç de yabana atılabilecek bir şey değildir.


En Büyük Türk Buluşu, Taharet Musluğu

 Biz Türklerin ülkemiz dışında en çok zorlandıkları konu taharet musluğunun olmaması sorunudur. Bir arkadaşım, Avrupa'ya çıktığı zamanlarda gittiği her (büyük) tuvaletten sonra kendini kirli hissettiği için duş aldığını söylemişti. Avrupa ve Amerikada taharet alışkanlığı olmaması yüzünden tuvaletlerinde taharet musluğu da yoktur. Bir Alman arkadaşım ise taharet musluğu için; "Türklerin yaptığı en büyük buluştur." diyerek taharet musluğu çözümünü ne kadar çok beğendiğini söylemişti. Kışın dondurucu seviyede soğuk su gelmesinin dışında sistemin mükemmel bir tasarım olduğunu ifade etmişti. Ancak maalesef bu büyük Türk buluşu nedense Türkiye dışında hiç kabul görmemiştir. Alafranga tuvaletler için biz Türklerin dünya medeniyetine hediye ettiği taharet musluğu çözümü sadece Hristiyan ülkelerde değil, Müslüman Arap ülkelerinde dahi kabul görmemiştir. Bunun nedeni, insanların atalarından öğrendiği en temel alışkanlıklarda olduğu gibi, tuvalet alışkanlığını değiştirmesinin de çok zor olmasıdır. Bu yüzden yurtdışına, özellikle de Avrupa ve Batı ülkelerine seyahat eden Türklerin yemeklerde yanlışlıkla domuz eti yeme endişesi dışındaki en büyük tedirginliği taharet musluksuz tuvaletler olmaktadır. Maalesef havaalanından veya Kapıkuleden çıkar çıkmaz çok sevdiğimiz taharet musluğu ortadan kaybolmaktadır. Bu da pratik çözümler bulmakta çok maharetli olan biz Türklerin farklı çözümler geliştirmesine neden olmaktadır. Kimi tuvalete giderken yanına yarım litrelik pet şişe almakta, kimileri de benim gibi yanına ıslak mendil almakta,  kimileri ise çok daha farklı çözümler geliştirmektedir. Yalnız bir keresinde bir proje için uzun süreli olarak kalabalık bir Türk grubu olarak gittiğimiz Almanya'da, çalıştığımız tesisin tuvaletleri tıkanmıştı. Biz ise duruma ses çıkarmasak da, bu durumun yoğun ıslak mendil kullanımından dolayı kaynaklandığını anlamıştık.


Britanyanın Eski Dönemlerindeki Tuvalet ve Lavabo Kültürü

 Kanalizasyon sistemi ve alışkın olduğumuz tuvaletlerin olmadığı eski Britanyada tuvalet pislikleri bir kovada biriktirilip, belli bir saatte pencerelerden sokağa dökülürmüş. Bu yüzden sık sık oluşan alt kata pislik sıçramalarından sakınmak için Londra'da özel bir mimari gelişmişti. İngiltere'de evlerin pisliklerini rahatça dökebilmeleri ve alt kata sıçratmamaları için üst kata çıktıkça evler üst kata doğru genişleyen bir mimari ile yapılıyordu. Bugün hala bu eski mimari tarzındaki evleri Londra'da veya Edinburgh gibi şehirlerde görmek mümkündür. Edinburgh'da pislik dökme saati ve ritüeli varmış. Zamanın şehir yönetimi herkesin kafasına göre bir zamanda pisliklerini sokağa dökmesini yasaklamış. Çünkü sokaktan geçenler ve ticaret yapan insanlar için pis ve tehlikeli olan tuvalet suyu dökme işi sıkı kurallara bağlanmış. Pislikler her gece sakakta olan insan sayısının en az olduğu saat 23:00 da dökülebiliyormuş. Saat 23:00 ü vurduğunda Edinbrough'lular camlarını açıp Fransızca “su geliyor!” anlamına gelen “leau” (aslında evlerin camından dökülen şey su değil, pislik ile karışık su idi) diye bağırarak sakağa pislik dökebiliyorlarmış. Böylece varsa aşağıdakilerin kaçabilmelerine fırsat tanıyarak pislik içinde kalmalarının ve olası kavgaların önüne geçiyorlarmış. Eğer aşağıda birisi varsa Fransızca “su geliyor!” uyarısıyla son sürat oradan kaçması lazım, yoksa kafasına pislik inecek! Neden bu kelimeyi İngilizce değil de Fransızca kullandıklarına gelince, muhtemelen Fransızca olunca pis su bile olsa kibarlaşıyor ve kulağa hoş geliyor olmasından ötürüydü. Bu hikaye bana Matrix filminden çok sevdiğim bir sahneyi hatırlattı. Seçilmiş kişi Neo ve sevgilisi Trinity onları Matrixe ulaştıracak Anahtarcıyı bulmak üzere kendi başına bir kişi (sistem) olan Merovingian’a müracaat ederler. Oldukça egosu yüksek olan Merovingian, onlara yardım etmediği gibi, söz aralarında sürekli olarak Fransızca kelimeler kullanarak bol bol nutuk atmaktadır. Merovingian; "Fransızcayı çok seviyorum, özellikle de küfürlerini. Bu öyle bir his ki, sanki tuvaletten sonra kıçımı ipek mendillerle silmek gibi bir şey!" diyordu. Tabiki Edinburgh’da gece geç saatlerde pislik kovalarının boşaltılması, sokakta kimselerin olmadığı anlamına gelmiyordu. O devirlerde tüm barlar gece saat 22:00 da kapanıyormuş. Bir çok insan sarhoş olarak barlardan çıkıp evinin yolunu bularak evine ulaşabildiği saatlerde pislik döküm saati başlıyormuş. Bu yüzden sarhoş olan insanlar ya sokaklarda bok içinde sızmış olarak, yada evlerine kafasından aşağı pislikler içinde dönüyorlarmış. Sarhoş olmanın bedeli veya cezası gibi bir şey. Bu konuda bir diğer ilginç bilgi de, alt katlarda oturup da, üstten dökülen pisliklerin duvarlarına ve camlarına sıçramasına maruz kalan insanların fakirler değil de, tam tersi en zengin insanlar olmasıymış. Çünkü, o devirlerde çok sık olan yangınlardan dolayı, bir çok insan evinden çıkamadan hayatını kaybetmekteymiş. Bu yüzden, yangında, kaçması en kolay olan alt kat dairelerin ve evlerin fiyatı çok pahalı olduğu için, alt katlarda sadece zenginler kalabiliyorlarmış. Sanırım, fakirler de, fakirliklerini ve ezilmişliklerini zenginlerin üstlerinden pisliklerini dökerek rahatlatabiliyorlardı!

 İngilizlerin iki musluklu ve gideri kapatılan lavabosu

 Birleşik Krallığa ilk gittiğim zamanlardaki en çok garipsediğim olaylardan birisi de, sıcak su ve soğuk su musluğunun ayrı ayrı olduğu geleneksel lavabo dizaynı idi. Ben yüzümü yıkadığım suyu ılıştırmak için önce kaynar su akan musluktan bir miktar alıp, daha sonra dondurucu soğuk su akan diğer musluktan avucumu yakan suyun üstüne ilave edip, ılıştırarak bu suyu yüzüme çarpmaya çalışırken, İngilizler gibi bilimi bulan ve endüstri devrimi yapmış bir milletin neden böyle saçma bir musluk ve lavabo tasarımını kullanmaya devam ettiğini anlamaya çalışıyordum. Daha sonra tabiki bu durumu İngilizlere sordum. Meğerse onlar yüzünü yıkarlarken musluktan aldıkları suyu direk yüzlerine vurmuyorlarmış. Küçük bir mekanizma ile lavabonun giderini tıkayarak, bir küveti doldurur gibi sıcak ve soğuk su doldurarak suyu lavabonun içinde ılıştırıyorlar, sonra da lavabodaki suyu yüzlerine çarparak yüzlerini yıkıyorlarmış. Bizim kültürümüzde lavabonun gideri asla tıkanmadığı gibi, tükürdüğümüz ve burnumuzu sümkürdüğümüz lavabodaki suyu biriktirip ılıştırarak yüzümüzü yıkamak asla yapmayacağımız bir şeydir. Böylece temizlik anlayışında kültür farkının ne kadar önemli olduğunu da anlamış oldum.


Dünya Tuvaletleri

Kimimize göre Batı, tuvalet ve kanalizasyon kültürünü bizden almıştır. Bir zamanlar Batılıların Britanya gibi tuvaletlerini kovaya yapıp sokağa döktükleri, eski çağlarda Fransızlar gibi bazılarının evlerine, saraylarına  ve sokaklarına yaptıklarını, hizmetçilerin bıraktıkları emaneti almaları için üstüne tüy diktiklerini anlatıp mutlu oluruz. Fransızların pisliğe değmemek için yüksek topuklu ayakkabıları, tuvalet sonunda kötü kokmamak için parfümü “Eau De Toilette” icat ettiklerini o dönem bizim hayatımızın nasıl olduğuna kafa yormadan gururlanarak anlatırız. Ama, Batılılar evlerinde yada saraylarında tuvaletlerini kovaya yada sokaklarına ve avlularına yaparken bizim bir evimiz, avlumuz ve sokağımız olmadığını, oradan oraya göçen, arazide nereye müsaitse oraya hacet yapan bir millet olduğumuzu unuturuz. Bu yüzden, bir milletin temizlik anlayışını yargılamak için sadece kıç temizliği kültürüne bakmayı bıraktım. Bunun yanında, Batılıların tümünün poposunu yıkamadığı bilgisi de aslında doğru değildir. Latin İspanyol, İtalyan, Portekiz kökenli milletler popo temizliği için "Bide" isimli popo yıkama lavabosu icat etmişler ve halen daha kullanmaktadırlar. Aslında biz Türkler Latin Roma kültüründen çok şeyler almışızdır. Atalarımız Orta Asya'dan çıkıp Roma İmparatorluğunun yüzlerce yıldır hüküm sürdüğü Anadolu'ya geldiklerinde Roma hamamlarını buldular. Atalarımız da bu hamam ve temizlenme kültürünü benimsedi, yaygınlaştırdı ve bugünlere kadar devam ettirdi. Böylece dünyada Türk Hamamı diye bir kültürün herkesçe kabul görmesine kapı aralandı. Bize esinlenme kaynağı olan Roma hamamlarının kalıntılarını Roma İmparatorluğunun hüküm sürdüğü dünyanın pek çok köşesinde görebiliriiz. Ben Vezüv yanardağının püskürmesi ile lavlar ve küller altında kalan antik liman kenti Pompei yi gezdiğimde Roma hamamlarını görmüş ve çok etkilenmiştim. Bize benzer şekilde popo yıkama kültürü Romalıların temsilcisi olan Latin tomplumlarında da vardır. Bide denilen ve alafranga tuvaletin yanına konulan 2. tuvalet taşı taharet temizliği amaçlıdır. Benim bide ile karşılaşmam da alafranga tuvalet ile yüzleşmem gibi tirajikomik olmuştur. Ziyaret için gittiğim Arabistan’da Hilton otelde "Bide" ile karşılaştığımızda ailecek afallayıp ne olduğunu anlamaya çalışmamız hayatımda unutamayacağım anılarımdan birisi olmuştu. Otel odasının tuvaletinin yanında gördüğüm bide denilen şeye çok şaşırmış, kullanılma amacını anlayamamıştık! İçimde şüphe olmasına rağmen düşündüğüm şey, bunun bir ayak yıkama lavabosu olduğu idi. Hatta hemencecik orada ayaklarımı yıkamıştım. Sonradan araştırma yapıp da, bu bide denilen şeyin ayak yıkama lavabosu değil, bir popo yıkama lavabosu olduğunu öğrendiğimde şaşırmış ve şok olmuştum. :) Tabiki bir daha o lavaboda ayak yıkamadığım gibi, pek yaklaşmadım da. Ancak daha sonra "Bide" lavabosunu veya klozetini araştırdığımda Latin kültürünün temizlik alışkanlığından geldiğini öğrendim. İspanya ve İtalya gezilerimde de bide lavabosunun yaygın olarak kullanıldığını gördüm.


Ancak Arabistan'da tuvalet kültürü ile ilgili olarak şaşırtan şey; tuvaletlerinde temizlenme için taharet musluğu olmaması, bunun yerine duş başlığı gibi hortumlu bir musluğun kullanılması idi. Araplar bu hortumlu ve basmalı musluk sistemini hem Alafranga hem de Alaturka tuvaletlerinin hepsinde kullanıyorlardı.Yani her tuvaletin yanında duş başlığı gibi musluklu bir hortumları daha vardı. Adeta eski tip telefon ahizesi gibi olan bu basmalı musluklu mekanizmayı kullanarak bir elinizle altınıza su tutup, bir elinizle de temizlik yapmanız gerekiyordu. Tabiki başka ellerin tuttuğu bu hortumlu musluğu tutmak zorunda olmak bile alışık olmadığımız için biraz iğrenç göründü. Arabistan'da iken de, aynı Avrupa'da olduğu gibi kendi milletimle, ve buluşu bize ait olan taharet musluğu çözümü ile gurur duymuştum.

Dünya tuvaletlerinden Amerika ve Meksika tuvaletlerini de deneyimleme fırsatı da buldum. Bunun için kendimi çok şanslı hissedebilirim. ABD'de ve Amerikan baskın kültürünün etkisiyle yaydıkları Meksika'da tuvaletler farklı bir çeşit Alafranga olup, biraz geliştirilmiş biraz da değiştirilmiştir. Alafranga tuvaletlerin yuvarlak hatları uzun oval elips biçimine değiştirilmiştir. Oturma kapağının ön uç kesimi, ayakta küçük tuvaletini yapan erkeklerin, oturma kapağını kaldırmamama durumunda çiş sıçraması kapağa gelmeyecek şekilde tasarlanmıştır. Uçaklardaki tuvaletlerin kapak tasarımı da buradan gelmektedir. Kuzey Amerika tuvaletlerinde beni şaşırtan şeylerden biri de, tuvaletlerin yarıya kadar kısmının (temiz) su dolu olmasıydı. Başlarda bu durumu oldukça yadırgasam da sonunda alıştım ve bu tasarımın sebebini de anladım. Klasik alafranga wc’lerde büyük tuvalet yapıldığında, hepimizin başına devalarca geldiği gibi, kazulet tuvalet taşına yapışıyor, sonrasında defalarca sifon çekilmesine rağmen pislikler kolayca temizlenemiyordu. Ama Amerikalıların içi yarı dolu wc tasarımı tüm bu sorunları kökten çözüyor ve ilave fırçalama işlemine gerek bırakmıyordu. Sifonu çekince tuvaletin tüm suları atılıyor, sonrasında sifon sistemi otomatik olarak tuvaleti tekrar yarıya kadar temiz suyla dolduruyordu. Bu tuvalet sistemi ile ilgili bir diğer dikkat çekici bilgi de, sifonunun çok güçlü olması idi. İşte orada, ne Alman, ne İngiliz ne de Türk mühendisliğinin Amerikan mühendisliği kadar ileri olamadığının farkına vardım. Sifonlar o kadar güçlüydü ki, yanlışlıkla sizi bile içine çekebilecekmişcesine korku uyandırıyordu. Bir arkadaşım bu güçlü sifon sistemini "işi şansa bırakmamak" olarak nitelendirmişti. 

Dünya tuvaletleri arasında Japonların da çok temiz ve gelişmiş tuvaletleri olduğunu oraları ziyaret eden bir arkadaşımdan duymuştum. Özellikle Japonya'daki tam otomatik Toto tuvaletlerini anlata anlata bitirememişti. Toto tuvalet, Türk usulu Alafranga tuvalet sisteminin daha da gelişmiş versiyonuymuş. Ilık su ile popoyu el değmeden kendisi yıkayıp, bir de kuruluyormuş. Eeee Japon medeniyetine ve teknolojisine de bu yakışırdı.

Ruslar, Çinliler, Hintlilerin tuvalet alışkanlıklarını da merak ediyorum. Ancak bu ülkelerin gelişmişlik seviyesi ve temizlik algısından dolayı bizim için şok edici ve mide bulandırıcı tuvalet manzaraları çıkabileceğini tahmin etmek hiç de zor değildir. Daha önce Rusya'yı ziyaret eden birisinden Rusya'daki tuvaletlerde, taharet musluğu olmadığı gibi, çoğu tuvalette sifon ve hatta kapı bile olmadığını olmadığını söylemişti. Kapısı olan tuvaletlerde de, kapıların  hacetini gören kişiyi alttan üstten gösterecek şekilde tasarlandığını söylemişti. Yani tuvaletin dolumu yoksa boş mu diye kapıyı tıklatmanıza gerek yok. Direk hacet yapanla göz göze gelince tuvaletin dolu olduğunu anlıyorsunuz. Yine Çin’e seyahat yapan bir arkadaşımdan da ilginç tuvalet hikayeleri duymuştum. Çindeki umumi tuvaletlerde de kapı bulunmuyormuş. Çin tuvaletleri bizim Alaturka tuvalete benziyormuş, ancak bir farkla. Tuvaletin deliği bizdeki Alaturka tuvaletin tam zıttı olarak kapı tarafındaymış. Bir de insanların çömelerek fazla yorulmamaları için bir tutunma borusu varmış. Şimdi manzarayı hayal edin. Hacetinizi gidermek için umumi tuvalete gittiniz. Tuvaletin birinin kapısına geldiğinizde, birisinin arkası size dönük, çömelmiş ve borudan tutunmuş bir vaziyette hacetini giderdiğini görüyorsunuz. Ne kötü bir manzara. Bu şekilde tuvaletinizi yaptığınızı düşündüğünüzde bile içinizi ayrı bir sıkıntı kaplar. En masum anınızda Her türlü incitilmeye açık bir pozisyondasınız. Bu durum bizim kültürümüze tamamen aykırı bir durumdur. Çünkü, bizim kültürümüzde (her manada) önce arkayı sağlama almak  esastır.

Son Söz: Dünyadaki Alafranga tuvaletler içinde Alman arkadaşımın söylediği gibi tuvalet ve temizlik lavabosu bideyi sentezlenmiş olan Türk sistemi Alafranganın en iyisi olduğunu düşünüyorum. Türk tipi Alafranga tuvalette taharet musluğu ve tuvalet kağıdı kullanarak, el değmeden yapılan temizlik en hijyenik ve en sağlıklı olan tuvalet olarak görüyorum. Çok methedilen Japon tuvaleti totoyu şimdilik deneyemedim ancak, taharet musluklu Alafranga wc tasarımı, erkeklerin de oturarak kullanmasıyla dışarıya veya üstümüze sıçrama olayı olmadan, tuvaletin dışı ve yerler ıslanmadan en temiz ve en kuru tuvalet yapma deneyimi yaşatır diyorum. 

25 Şubat 2018 Pazar

İnsanın Ne İster?

İnsan olmanın yolculuğunda insanın fizyolojik ve pisikolojik ihtiyaçlarının harekete geçirici motor işlevi gördüğü ortaya çıkmıştır. Bu konuda psikolog Abraham Maslow tarafından yapılan çalışma ve ortaya koyduğu “ihtiyaçlar piramidi” büyük yankı uyandırmıştır. Maslow’un “İhtiyaçlar Piramidi” büyük ölçüde kabul görmüş bir insan psikolojisi teorisidir. Maslow’un teorisine göre, insanların pisikolojik olarak temel ihtiyaçlarını karşılamaları sonrasında, kendi içlerinde bir hiyerarşi oluşturan daha üst ihtiyaçları tatmin etme arayışına girdiklerini ortaya koymaktadır. İhtiyaçlar hiyerarşisi, bireyin kişilik gelişiminin o an için baskın olan ihtiyaç kategorisinin niteliği tarafından belirlendiğine işaret etmektedir. Maslow'un kişilik kategorileri kendi aralarında hiyerarşik bir dizilim oluştururlar ve her ihtiyaç kategorisine bir kişilik gelişim düzeyine karşılık gelir. Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla üst kişilik düzeyine geçemez. Maslow, gereksinimleri en alt basamaktan başlayarak şu şekilde kategorize etmiştiir:
Fizyolojik gereksinimler: Nefes alma, yiyecek, su, üreme, uyku, sağlık, boşaltım… vb temel ihtiyaçlar…

Güvenlik gereksinimleri: Bedensel bütünlük, iş (kimseye muhtaç olmama), geleceğini garanti altına alma, etik, aile kurma, sağlık, mülkiyet güvenliği… vb ihtiyaçlar…

Toplum tarafından kabul görme & dışlanmama: Topluma ait olma (dışlanmama), sevgi, sevecenlik, arkadaşlık, aile, cinsel yakınlık… vb ihtiyaçlar…

Saygınlık gereksinimi: Kendine saygı, güven, başarı, diğerlerinin saygısı, başkalarına saygı… vb ihtiyaçlar...

Kendini gerçekleştirme gereksinimi: Erdem, yaratıcılık, doğallık, problem çözme, önyargısız olma, gerçeklerin kabulü… vb ihtiyaçlar...

Maslow'a göre birey için o an baskın olan gereksinimler hangi kategoriye ait ise, diğer deyişle günlük etkinlikleri ağırlıklı olarak hangi gereksinimleri doyurmaya yöneliyorsa, kişilik gelişmişlik düzeyi de onun istencinden ya da seçiminden bağımsız olarak bu gereksinim kategorisine karşılık gelen düzeyde bulunacaktır. Belirli bir kategorideki gereksinimler tam olarak karşılanmadan kişi bir üst düzeydeki kategorinin gereksinimlerini algılamaz ve böyle gereksinimlere ihtiyaç hissetmez. Örnek olarak günlük olarak karnını doyurabilen fakat güvenlik içinde bulunmayan, kendini sürekli olarak tehdit altında gören bir insanın dünya görüşünü geliştirmek için kitap okumak gibi bir gereksinimi yoktur. Montaigne, "Denemeler"inde aynı konuyu şöyle işler: Çocuklarımıza kendi dünyalarından önce sekizinci kat göklerdeki yıldızların ve devinimlerinin bilimini öğretmek büyük bir saflıktır. Anaksimenes, Pythagoras'a şunu yazmış. Gözlerimin önünde ölüm ve kölelik dururken yıldızların düzeniyle nasıl uğraşabilirim? (Çünkü o sırada Persliler Yunanlılara karşı büyük bir savaşa hazırlanıyorlardı.) Aynı şekilde, insanın cinsel ihtiyaçları, güvenlik ihtiyaçları gibi temel ihtiyaçlarını gidermeden yazı yazmak, şiir yazmak veya hayatının projesine başlamak gibi üst benlik ihtiyaçlarını hissetmeyecek, gideremediği daha temel ihtiyaçlarını giderme peşinde olacaktır. Ancak bir gereksinim kategorisindeki gereksinimlerin karşılanması durumunda kişi, bir üst kategorideki gereksinimleri karşılamaya yönelecektir. Bu durum kişilik gelişme düzeyini de bir üst düzeye sürükleyecektir. Maslow'a göre psikologların yapması gereken, bireyin kendini gerçekleştirme (self-actualization) aşamasına gelmesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmasına yardım etmektir. Maslow'un ihtiyaçlar teorisine göre, belirli temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlar, ihtiyaçlar piramidindeki üst sıraları yani tekamül ve kendini gerçekleştirme katmanını hedefleyemezler. Bu arada, ilk üç basamak olan fizyolojik, güvenlik ve ait olma ihtiyacının hayvanlarda da olduğunu ifade etmek gerekiyor. İnsanı hayvandan ayıran şeyler, ihtiyaçlar, piramidin en üst iki basamağında yer alır. Yani, eğer insanlar olarak günlerimizi sadece karnımızı doyurmak, üremek, toplumdan dışlanmamak, güvenlik ve gelecek kaygıları ile geçiriyorsak, bir hayvandan çok farklı yaşamadığımızı kabul etmemiz gerekiyor. Kısacası, insan olmanın potansiyeli en üstte yer alan iki basamakta yatıyor.

Maslow'un "İhtiyaçlar Piramidi"nde bahsedilmemiş büyük eksikliklerden de söz etmemiz gerekiyor. Bunlar, insanın özgürlük ihtiyacı, anlaşılma ihtiyacı, ben olma yani kendisi olma ihtiyacı ve hayata dair anlam arayışından gelen inanma ihtiyacıdır. İnsan, hayatın, evrenin ve kendinin varoluşunun anlamını ve sebeplerini bilmek ister. Tam olarak bilemediği veya emin olamadığı konular için bir inanma ihtiyacı hisseder. Eğer insan bir inanç sistemi veya felsefe ile bu eksikliğini tamamlayamazsa kendini eksik ve kusurlu bulur. Belirsizlik ve bilinmezlik insanı endişelendirir, tedirgin eder. Yani, insan hayatına anlam katabilmek için bilmek veya en azından inanmak ister. İşte bu ihtiyaç yüzden dinler ve inanç felsefeleri ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla, insanın inanma ve anlam ihtiyacını da ihtiyaçlar piramidine eklememiz gerekmektedir.  İnanma ihtiyacını, temel ihtiyaçların bir basamak üstüne, insanın olmazsa olmaz ihtiyaçlarından biri olarak yerleştirmemiz gerekir. Maslow’un ihtiyaçlar piramidinde yer almayan bir diğer ihtiyaç da, anlaşılma ihtiyacı, ben olabilme veya benlik kurabilme ihtiyacıdır. İnsan, kendisinin etrafındaki diğer insanlarca anlaşılmasına, kendi karakterinin diğer insanlarca kabul edilmesine de ihtiyaç duyar. Çevresindeki insanlarca anlaşılmayan ve kendisi olarak kabul edilmeyen insan kendi içinde büyük bir boşluk hisseder. Zira, insanın erdeminde ilerleyebilmesi için, insanın kişiliğini ve kendi benliğini de aşabilmesi gereklidir. Ancak ben olamayan, ya da ben olmasına izin verilmeyen bir insan hiç bir zaman benliğini aşmak, bilgelik veya erdem yolunda ilerlemek gibi hedefler peşinde koşamaz. Batılı gelişmiş ülkelerin ilerleme sebeplerinden en önemlisi, bireylerinin, birey olma, yani "ben" olma özgürlüklerinin dokunulmaz olmasıdır. Günümüzün ileri ülkelerin en büyük gücü " ben" olabilen insanlarının sayısıdır. Batılı insanların büyük bir çoğunluğunun kendi hobileri, kendi dokunulmaz bireysel yaşam alanları, kendilerini ifade etme özgürlükleri, kendi tarzları ve kendi duruşları vardır. Bizi de, Batılı toplumlar ve bireylerinden ayıran en temel etken bu faktörlerdir. Doğu toplumlarında bireyin tek başına “ben” olması hoş karşılanmaz ve izin verilmez. Doğu toplumları insanları çoğunlukla aşiretler ve büyük aileler olarak yaşarlar. Bu toplum yapısında bireye ben olma özgürlüğü verilmez. Bireyden çok aşiretin, ailenin ve toplumun değerleri önemlidir. Toplum ise çoğunlukla bireyi baskılar. Doğu toplumları ben olamayan miyonlarca insanla doludur. Maslow'un piramidindeki 4. basamak olan saygınlık gereksinimi kendine saygıyı, güveni, başarıyı, diğerlerinin saygısını kazanmayı, başkalarına karşı saygılı olmayı, kişisel bütünlüğü ve kişinin kendisini tam hissetmesini de kapsar. Kişisel bütünlük ve kendini tam hissetme konusu çok önemldir. Son günlerde sürekli eleştiri konusu olan ego kavramı aslında insanın bilinç altındaki benliğidir. Yukarıda belirttiğim gibi, benlik duygusu gelişmeyen, yani "ben" olamayan insan da hiç bir zaman kendini "tam" hissedemez. Benlik duygusu gelişmemiş ve kişisel bütünlüğü olmayan insan piramitin en tepesini, yani "kendini gerçekleştirme" safhasını hedeflemesi yada aydınlanması beklenemez. Doğan Cüceloğlu'nun savaşçı adlı eserinde; "İnsan ancak kendi kişisel bütünlüğü kadar kendisidir. Kendisi olmayan insanın başkalarını etkileme gücü de yoktur. Kendisi olmayan insan, diğer insanların beklentilerini yaşayan sıradan bir insan olarak yaşar. Kişisel bütünlükten kopan insan gelişemez." der.

İnsan, bir manada da Yin Yang döngüsü ile karşı karşıyadır. Gelişim için öncelikle piramit'in alt basamaklarında yer alan temel ihtiyaçlarımızı karşılamaya, ego ve benlik gelişimi ile birlikte kişisel bütünlük duygusuna ihtiyacımız vardır. Fakat sonrası ve en nihayeti piramitin en tepesi olan kendimizi gerçekleştirime seviyesi için ise egomuzu yenmeye ve benlik duygumuzu aşabilmeye ihtiyacımız vardır. İşte bu yol, insan olmanın yoludur. Bu gelişim, hayatın yolu ve yönüdür. Gözlemlerime göre, toplumumuzun ağırlıklı olarak ihtiyaçlar piramidindeki ilk üç basamağının fasit dairesinde takılı kalmıştır. Toplum olarak burada kalmayı sorun etmediğimiz gibi, bu durumun farkında bile değiliz. Yaşamak için yemek yerine, yemek için yaşıyor, hayatımızın büyük bölümünü, yiyerek-içerek, tatile çıkarak, üreyerek ve mal biriktirip daha zengin olmaya çalışarak geçiriyoruz. Ama enseyi karartmaya gerek yok. Umarım bizler de, bir gün “ben” olabilen bireylerin omzunda yükselen ileri bir insan medeniyeti kurmayı başarabiliriz!

*
https://tr.wikipedia.org/wiki/Maslow_teorisi

20 Şubat 2018 Salı

Hayatta Hep Akan Şeritte Olmaya Çalışma Felsefesi

Hayatta Hep Akan Şeritte Olmaya Çalışma Felsefesi

Bir yakınım, başarılı bir işadamı olan patronunun otomobili ile birlikte seyahat ederken, arabayı kullanan patronunun önündeki tüm araçları bir bir sollamaya çalıştığını fark etmiş. Bu hareketten ve sonu gelmeyen bu sollama mücadelesinden dolayı tedirgin olan yakınımın endişesini fark eden patronu, ona açıklama yapma ihtiyacı hissederek; "Bak, benim hem trafikte hem de ticari hayattaki prensibim, önümdekileri sollayıp geçmektir. Eğer bulunduğum pozisyonda kalırsam, kayıptayım demektir. Bu hem ticarette, hem kişisel hayatta hem de trafikte böyledir." diyerek yaşam felsefesini açıklamış.  Böylece, sevgili yakınımın patronu yanındaki çalışanına hiç unutamayacağı çok etkili bir hayat dersi vermişti. Bu felsefe ticari hayatta ve bireysel hayatta kuşkusuz doğruydu. İnsanın olduğu yerde kalması demek, aslında o insanın kayıpta olması demekti. Yerinde saymak aslında gerilemek demekti. Tıpkı bisiklet pedalını çevirmeyi durdurduğumuzda düştüğümüz gibi, ticari işletmelerin yerinde sayması aslında gerilemek demekti. Dünya olanca hızla değişmekte ve gelişmekte, bu değişim de olağanüstü bir rekabet ve yarış ortamı yaratıyordu. Bu baş döndüren hızla değişen ve gelişen dünyada hem bireysel hem de ticari olarak olduğumuz noktada kalmamız aslında gerilemek anlamına geliyordu. Ancak, bir müddet bu konu üstünde düşündüğüm zaman, zihnimde bazı şüpheler ve soru işaretleri belirmeye başladı. Zira, hep ilerleme, sürekli önündekini geçme felsefesi bir manada insanı hep akan şeritte olmaya, hep yükselen trendde yer alma saplantısına da sürüklüyordu. Fakat, insan her zaman akan şeritte olabilir miydi? Dahası, insan her zaman akan şeritte, yada yükselen trendde olmaya çalışmalı mıydı?

Hep akan şeritte olma felsefesi ve isteği ülkemiz insanlarının çoğunun yaşam felsefesidir. Ülkemiz trafiğinde her gün şahit olduğumuz üzere bazı sürücüler kendi şeritleri durduğu ve yavaşladığı anlarda akan şeride sıçrarlar. Orası durduğu zaman yol istemeden, sinyal vermeden, saygısızca yine daha hızlı akan şeride geçmeye çalışırlar. İstanbul'da yaşıyorsanız her gün böyle insanlardan yüzlercesine rastlarsınız. Sürekli olarak akan şeritte olma isteği sadece basit ve kötü bir trafik alışkanlığı değildir. Hep akan şeritte olma isteği, sevgili yakınımın patronu gibi bazılarımız için bir yaşam felsefedir. Sürekli akan şeritte olma isteği, yaşamın her alanında karşılık bulabilir. Örneğin borsada, düşme trendine giren kağıdı satarak, yükselen trendi yakalama çabasında, arabası veya cep telefonu eskimeden, fakat ikinci el değeri en yüksek noktadayken satarak başka sıfır bir araba veya telefon alma çabasında, emlak olarak yükselen trend semtlerden ev veya arsa alma çabasında gözlemlenebilir. Borsa bu durumu takıntı haline getirmiş insanları en çok gördüğümüz yerdir. İnsanlarda borsanın düşme eğiliminde iken satıp çıkma, yükselme trendinde iken ise doğru ve yükselecek kağıda yatırım yapma eğilimi vardır. Aynı şekilde yatırım araçları arasında değişiklik yaparken de hep düşme eğiliminde olandan kurtulma, yükselmekte olan trend yatırımlara sıçrama eğilimi vardır. Hayat tercihlerinde, hayatın önümüze getirdiği yol ayrımlarında, eş ve arkadaş seçimlerinde, ticari faaliyetlerde, iş ve meslek seçiminde, doğru kararı verme saplantısı da hep doğru şeritte olma saplantısından ileri gelir. Genelde insanoğlu kendi kendine yaptığı tercihlerin ne kadar doğru ve akıllı seçimler olduğunu fısıldar durur. İnsan her zaman kendi seçimleri konusunda kendini haklı çıkarmaya çalışır. İnsanoğlu bu yönüyle adeta kendi seçimlerini kutsar durur. Ama aslında diğer seçimi yapsaydı ne olacağını, daha iyi mi yoksa daha kötü mü olacağını, daha mutlu mu yoksa mutsuz mu olacağını, daha zengin mi yoksa daha fakir biri mi olacağını asla bilemez. Bu durum hayatın gizemlerinden birisidir. Bir seçim yaparız ve diğer yolu seçseydik ne olacağını asla bilemeyiz. Aslında hayatta, yaptığımız seçimler ve önceliklerimiz dışında bize ait olan hiç bir şey yoktur.

Gerçekten hep akan şeritte olma mümkün müdür? Bireysel olarak, toplumsal olarak veya ülkeler olarak hayatta hep doğru kararları almak, hep doğru yatırımları yapmak, hep ilerlemek, hep yükselmek, hep büyümek mümkün müdür? Yin Yang felsefesi bunun mümkün olmadığını söyler. Hayatın bir döngü olduğunu, insanların, toplumların, ve medeniyetlerin dönemler halinde inişler ve çıkışlar yaşadığını, insanın bir yönüyle erdemlerle yücelmek isterken, diğer yönüyle karanlığa, kötüye ve günaha ilgi duyduğunu söyler. İnsanın doğru ve yanlış arasında gidip geldiğini söyler. Eckhat Tolle de; muhteşem bir ifadeyle bu konuyu şöyle açıklar:" Herşeyin size geldiği ve sizin gelişip iyiye gittiğiniz başarı devreleri vardır. Sonra onların kuruyup dağıldıkları başarısızlık devreleri vardır. Yukarı doğru yükseliş devresinin iyi, aşağı doğru iniş devresinin kötü olduğu doğru değildir, bunu sadece zihin böyle yargılar. Gelişme ve büyüme genelde olumlu kabul edilir. Ama hiçbir şey sonsuza dek büyüyemez." der. Ben hayatta her zaman akan şeritte olmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Hayatın kendi kuralları, kendi dinamikleri, akıl ve bilimle açıklayamadığımız sırları vardır. Hayatın akışını bazıları Karma ile, bazıları evrensel çekim yasası ile, bazıları da kaderle açıklar. Hayatın, insanlara fırsat eşitliği sağlama zorunluluğu yoktur. Hayatı olduğu haliyle kabul etmek gerekir. Ancak, hayatın çoğu zaman verdiğinin karşılığı olarak başka bir yerden aldığına dair işaretler vardır. Hayat bazen size uzun bir süre yeşil ışık yakabilir. Kırmızı ışığa yakalanmadığınız gibi, sarı ışığa dahi yakalanmazsınız. Ama bazen de hayat size durup dururken, hiçbir anlamı yokken ve asla zamanı değilken beklenmedik bir şekilde kırmızı ışık yakabilir. Bu ani, büyük ve ölümcül bir kaza, tedavisi olmayan ölümcül bir hastalık, ticari bir iflas veya tüm hayatımızı yıkıma götüren bir hata olabilir. Hayat bizi bazen para, bazen güç, bazen kadın veya bazen de tutkularımız ile sınar. Maalesef çoğumuz bu sınamalarda iyi sınav vermeyip kaybederiz. Sürekli akan şeritte olma isteği ve mücadelesi insanın ruhunu yorar. Bu zaten boşuna bir çaba ve asla kazanamayacağımız bir yarıştır. İnsan hayatında her zaman akan şeritte olmaya çalışmak yerine, hayatının trafik ışıklarını ve işaretlerini takip etmelidir. Hayat, akışı içinde kimi zaman bize yeşil ışık yakarken, kimi zaman da sarı ve kırmızı ışık yakar. Çoğu zaman aracımızla seyahat ederken olduğu gibi, hayat, gitmek istediğimiz yöne kırmızı ışık yakarken, bir başka yöne yada gitmek istediğimiz hedefe farklı bir rotadan ulaşmamızı sağlayacak bir yöne doğru yeşil ışık yakar. O durumda olduğu gibi kırmızı ışığa kızıp küfretmek yerine yanan yeşil ışıktan devam etmek insanı mutluluğa götürür. Hayat bizi mutluluğa ve huzura götürecek işaretlerini verir. Yeter ki, hayatın trafik işaretlerini ve yaktığı ışıkları okumasını bilelim.

Bumerang - Yazarkafe