Sanat Halk İçin midir, Halk Sanat İçin midir?
Geçtiğimiz
yıllarda bazı devlet sanatçıların hükümete ve belediye yönetimlere karşı olan duruşları
yüzünden, hükümet ile bazı belediyeler de sanatçılara karşı tavır almıştı. Belediyelerin
şehir tiyatrolarında oynanan tiyatro oyunlarının bazılarını kaldırmak, bazılarının
da içeriğini değiştirmek istemeleri yüzünden büyük tartışmalar çıkmış ve bu konu
ülke gündeme oturmuştu. Daha sonra Cumhurbaşkanının bu konuya dahil olmasıyla tartışmalar
iyice alevlenmişti. Devlet sanatçılarının ve sanat camiasının bir türlü kabullenemediği
Ak Parti iktidarı döneminde çeşitli kereler olduğu gibi, yine hükümet ve sanat camiası
arasında büyük tartışmalar çıkmıştı. Gerek AKM (Atatürk Kültür Merkezi) restore
mi edilsin, yoksa yıkılıp yeniden mi yapılsın tartışmasında, gerekse şehir tiyatrolarının
oynayacakları oyunların belirlenmesi konularında büyük tartışmalar dönüyordu. Sanatçılar,
AKM’nin yıkılarak yerine cami veya külliye yapılacağı gerekçesi ile AKM’nin yıkılmasına
olanca güçleriyle karşı çıkıyor, AKM için sadece restorasyon istiyorlardı. Şehir
ve devlet tiyatrolarının içeriği konusunda da, devletin tiyatroya para verse bile
sanat içeriğine karışamayacağını bunun sanata ve sanatçıya müdahale olduğunu söylüyorlardı.
Hükümeti de sanat düşmanı olmakla suçluyorlardı. Hükümet ve belediye ise AKM nin
temellerinin çok zayıf olduğunu, restore etmenin hiçbir işe yaramayacağını dolayısıyla
yıkılıp yeniden yapılması gerektiğini söylüyor, devlet tiyatrolarında, resmi ideolojiye
ve halkın değerlerinin aleyhinde bir oyunun oynanamayacağını söylüyorlardı. Cumhurbaşkanı
da tartışmaya katılmış, "Sanat halk
içindir, halk sanat için değil. Devlet ve şehir tiyatroları kaldırılmalı!"
diyerek tartışmayı alevlendirmişti. Bu konuda oldukça büyük tartışmalar yaşanmış,
sanatın ve sanatçının halk ve devlet nezdindeki yeri, sanatçının sanatını yapma
özgürlüğü, devletin sanatçılara olan yaklaşımının nasıl olması gerektiği ve "devlet
sanatçısı" ünvanı sorgulanmıştı. Daha sonra yine idealde olması gerektiği gibi
değil de, bir orta yol çözümü bulunarak olayın üstü kapatılmıştı.
Ülkemizde
üretilen sanatın neden bu kadar yetersiz, halktan kopuk ve sahipsiz olduğu araştırılırken,
iğneyi kendimize çuvaldızı da sanatçılarımıza batırmak zorundayız. Aksi halde bu
konuyu olması gereken düzleme oturtamayız. Sahne sanatçılarımız da çoğunlukla halkın
kültürüne ve değerlerine yabancı kaldılar, hiçbir zaman halkın öz kültürünün ve
değerlerinin esas olduğu, halkın sahipleneceği ve satın alacağı bir sanat yapma
kaygısında olmadılar. Sanatçılarımız sanatı hep Batı’dan öğrendiklerini tekrar
etmek şeklinde anladılar. Kendi kafalarındaki sanatı halkın onaylayıp sahiplenmesi
gerektiğini düşündüler. Bu tutumlarıyla adeta "halk sanat içindir" dediler. Ama onların halka sanat diye
sundukları şeyin, çoğunlukla bizim halkımız tarafında bir karşılığı yoktu. Sanatçılarımızın
yaptıkları sanat, başkalarının kültürü ve başkalarının sanatıydı. Dolayısıyla halk,
önüne konan bu yemeği (sanatı) yemedi. Yani bu sanatı tüketmek için para harcamaya
razı olmadı. Bu durumu ise sanatçılarımız yanlış anladılar. Halkın onların
sanatını anlamadığını düşündüler. Zaten küçümsedikleri ve cahil buldukları halk
ile sahne sanatçılarımız arasındaki mesafe, küçümseme, kızgınlık, kırgınlık arttıkça
arttı. Halktan ümidini kesen sanatçılar ise ümitlerini zengin sponsorlara ve devlet
sanatçılığına bağladılar. Dolayısıyla, sanatçılarımız “devlet sanatçılığı”na razı
olarak, devletin buyurgan bakışını, ulufe kültürün kabullenmiş oldular. Ancak “devlet
sanatçılığı” sanattan ve özgürlüklerden taviz vermek demekti. Çünkü, sanatı sübvanse
eden içeriği de belirlemek istiyordu. Çünkü, devlet sanatçısı olup, devletin ve
hükümetin ideolojisine ve değerlerine aykırı bir sanat yapmak düşünülemezdi.
Oysa,
halkımız sanata ve sanatçıya karşı değildi. Sadece benimsemediği, kendi kültüründen
olmayan bir sanatı tüketmek istemiyordu. Aslında tarihimiz incelendiğinde bizim
öz kültürümüzden çıkmış, kendi değerlerimizle harmanlanmış, halkımız tarafından
büyük bir teveccüh görmüş birçok sanat dalı ve bir çok sanatçı olduğunu görebiliriz.
Karagöz-Hacivat, Meddah, Hikaye anlatıcılığı gibi halkın değerleri ve kültürüyle
yoğrulmuş birçok sanat türü tarihte halkımız tarafında oldukça teveccüh
görmüştü. Hatta hala devam eden aşıklık geleneğimiz ve Türk sanat müziği gibi sanatlarımız
da vardı. Aslında olması gereken şey, ileri batı toplumlarında olduğu gibi, devletin
elini eteğini sanattan ve bilimden çekmesiydi. Benim yurtdışı gezilerinde şaşırarak
gördüğüm olaylardan biri tiyatroların, müzikallerin ve sanat gösterilerinin önünde
uzayıp giden kuyruklardı. Özellikle Londra’da on yıllardır oynayan "Chicago,
Aslan Kral ve Operadaki Hayalet" gibi gösteriler ilk günkü kadar yoğun talep
görüyor, biletleri çok pahalı olmasına rağmen adeta karaborsa satılıyordu. Halk
da bulabildiği ilk fırsatta bu biletlerden alabilmek için uzun kuyruklar oluşturuyordu.
Bu şaşırtıcı manzara karşısında ister istemez bizi, bizim halkımızı, bizim toplumumuzu
ve bizim sanatçılarımızı düşünerek karşılaştırma yaptım. Batılı devletlerin sanata
destek vermesine gerek olmadığını, sanatın halkın ilgisi ve desteği ile rahatça
kendi çarklarını çevirebildiğini gördüm. Bizdeki gibi, doğal olmayan yöntemlerle
sanatı yaşatmaya çalışmanın sanata zarar verdiğini anladım. Biz hiçbir tiyatro veya
sanatsal gösteri için bu kadar pahalı bilet ücreti ödemeye razı olmayacağımız gibi,
ancak Ramazan ayında pide almak için, banka işlemleri için ve faturamızı ödemek
için bu kadar uzun kuyruklarda bekleyebileceğimizi düşündüm. Ülkemizdeki devlet
ve şehir tiyatroları Büyükşehir belediyelerinin himayesi altında varlıklarını devam
ettirebilen sanat gösterilerinin bedava veya bedavaya yakın cüz-i miktarda bir fiyat
olmasına rağmen yeterli ilgiyi çekmediğini fark üzülmüştüm. Üstelik bu durumun nedeni,
halkımızın fakir olması veya alım gücü olmaması da değildi. Maç biletlerine, sevdiği
takımın maçlarını izlemek için televizyon kanallarına ödenen yıllık abonelik paralarını,
insanlarımızın evlerine aldıkları son model eşyalar, son teknoloji televizyonlar
ve cebimizdeki son model telefonların maliyetlerini düşündüğümüzde, hiç de fakir
bir halk olmadığımız ortaya çıkar. Ama üstünde biraz düşününce, halkın önüne konan
sanatın halkın değerleriyle ilgisi olmadığı ve sanatçının halkına karşı üstten bakışının
olduğu sonucuna vardım. Sanatçının küçümseyerek değer vermediği halk da, sanatçıların
yaptığı sanata adeta yokmuş gibi davranıyordu. Devlet ve sponsorlar vasıtasıyla
desteklenen sanat gösterilerinin üç kuruşluk çikolata fiyatına satılan biletlerine
dahi halk rağbet etmiyordu. Halktan kopuk sanatın toplumda bir karşılığı yoktu.
Zaten şimdilerde birçok sahne sanatçısı televizyonlarda oynayan dizilerdeki dizi
oyunculuğu ile geçimini sağlamaya çalışmaktadır.
Sanatın
halk için olması gerekmediği gibi halk da sanat için değildir .Kimisi "sanat,
sanatsever içindir "de demiştir. Ancak bence “sanat, sanat için olmalıdır”. Çünkü sanat inceliktir, sanat estetiktir,
yeniliktir ve sanat özgürlüktür. Sanat estetik ve incelik kaygıları ile yapılmadığında
sanat olmaktan çıkar. Sevgili arkadaşım Özak'ın söylediği gibi; "Sanat, sanat
için değil de, para için olursa, sanatçının hedef kitlesi alıcılar olur. Bu durumda
kapasitesi ne kadar yüksek olursa olsun sanatçının potansiyelini sınırlar. Ama sanat,
sanat için yapılırsa sanatçının önünde hiçbir limit kalmaz!". Ama sanatçının
karnını da doyurabilmesi ve geleceği için kaygılanmaması gerekir. Bunun için sanata
halkın sahip çıkması, halk tarafından talep görmesi ve yüceltilmesi gerekir. Eğer
bu olursa sanat yapay bir sanat olmaktan çıkıp özgün, özgür ve yaratıcı bir
sanat olabilir. Bu durumda halk sanatı sahiplenir ve sanatçı da gönlümüzdeki olması
gereken ayrıcalıklı yere kendiliğinden yerleşir. İşte bunun gerçekleşebilmesi için
sanatçının halkından kopuk olmaması, sanatını halkına dayandırması gerekir. Sanat,
aslında bireyler ve toplumlar için ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaçtır. Sanat, temel
ihtiyaçlarının üstüne çıkabilen ve insan olmanın o sonsuz potansiyelinin farkına
varabilmiş ve estetik duyguları gelişmiş bireyler ve toplumlar için ruhların gıdasıdır.
Eğer bir kişinin en büyük kaygıları; aç karnını doyurmak, kendini güvende hissetmek
ve geleceğinden endişelenmek ise o kişi için sanatın, bilimin ve felsefenin hiçbir
önemi yoktur. Montaigne, "Denemelerde: "Anaksimenes, Pythagoras'a şunu
yazmış. Gözlerimin önünde ölüm ve kölelik dururken yıldızların düzeniyle nasıl uğraşabilirim!"
der. Evet, sanat bir ihtiyaçtır. Ancak insan karnını doyurabilir, geleceği için
korkuyu bir kenara koyabilir ve Maslow un ihtiyaçlar piramidindeki en en temel ihtiyaçlarının
üstüne çıkabilirse...
Ancak
sanat bilim ve yenilikler özgürlük ortamından beslenir. Özgürlük ve hürriyetin bulunmadığı
ortamdan gerçek manada sanat da bilim de çıkamaz. Sadece bizim devletimizde
olan sistemle devlet sanatçılığı, şehir tiyatroları gibi uygulamalarla devlet sanatçılara
destek veriyor gibi görünse de, aslında sanatçıların sanatlarını ipotek altına
almaktadır. Devlet belli bir maaş karşılığında “devlet sanatçılığı” gibi uydurma
ünvan ile adeta sanatçıları devlet birer memuruna dönüştürmüştür. Esas şaşırtıcı
olan şey, sanatçıların bu durumu nasıl olup da kabullendikleridir. Çünkü gerçek
bir sanatçı bu durumu asla kabullenemez. Aksi durumda bir ulufe gibi beklediği maaş
karşılığında sanatından taviz vermeyi kabul etmek zorunda kalır, devlet de ister
istemez sanatçının sanatına karışma hakkını kendinde bulur. Sanatçı devletin desteği
ile ayakta durmaması gerektiği gibi, devletin sanatı destekleme zorunluluğu da yoktur.
Sanata değer vermeyen,
sanatçının ürettiği sanatın bir alıcısının olmadığı bir toplumdan gerçek sanat
da sanatçı da çıkmaz.
Sanatçının ve bilim insanının devletin ödeyeceği ulufe gibi bir maaş karşılığında
çalışmasıyla, sanat da, bilim de yeşermez.
Gerçek sanatçı da, ulufeye razı olup sanatına müdahale ettirmez. Çünkü sanat ve
bilim fikir özgürlüğü gerektirir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder