Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

11 Mayıs 2021 Salı

Mükemmel Kadınlar Çizmek

 

Ancak erkekler olarak çuvaldızı hep kadına batırırken biraz da artık iğneyi kendimize batırmamız gerekiyor. Adeta Manga nın "Bir kadın çizeceksin" şarkısında olduğu gibi kadınları hep hayalimizdeki kadınlara çevirmeye çalışıyoruz. Hep kadını eleştiriyor, kadını değiştirmeye çalışıyoruz. Adeta hayalimizdeki mükemmel kadını çizmeye çalışıyoruz. Mükemmel kadın nasıl biridir? Erkekler olarak hayalimizdeki kadın, Victoria's Secret melekleri kadar güzel olmasa da, güzel ve çekici olmalı. Bakımlı, kendi şıklığına önem veren bir dişi olmalı. Aktif çalışan veya sosyal olarak hayatın içinde biri olmalı. Genel kültürü , bilgisi görgüsü olan biri olmalı. Tüm sıcaklığı ve dişiliğinin gücünü birlikteliğine yansıtmalı. Kültürlü, sinemaya tiyatroya giden, entelektüel yaşamdan bilgisi olan, eşine farklı sürprizler yapan, kişisel temizliğine önem gösteren, evinde hijyene önem veren, çocuk yetiştirme de hassas olup, çocuklarının ahlaklı ve görgülü olmasına gayret eden, onları disipline eden, dinine ve eşine sadık... Bu konu ile ilgili olarak, sosyal medyada "modern women" adlı bir gönderi görmüştüm. Toplumun, medyanın, sosyal çevrelerin, erkeklerin, sanat ve entelektüel camiaların kadının omuzlarına yüklediği taşınması inanılmaz ağır yükü gözler önüne seriyordu. Diyordu ki; Modern kadından beklentiler:

Temiz bir ev,

Sağlıklı ve özenli yemekler,

Tertemiz kıyafetler ütülenmiş ve katlanmış yerinde,

Tüm zamanlı çalışma ve iş hayatı,

Fit, bakımlı ve güzel bir görünüş,

Mükemmel bir seks hayatı

Bu mesaj zaten kadından bu yüksek 5 beklentiyi sıraladıktan sonra, erkeklere "yalnızca en çok istediğiniz iki özelliği seçin" diyordu. Yani bir kadında bulunmasını en çok istediğiniz o iki özelliğe karar verin, ona göre eş seçiminizi yapın diyor. Çünkü bir kadının tüm beklentilerin hepsini birden karşılaması ihtimali çok düşüktür. Evet maalesef üzücü ama hiçbir zaman mükemmel kadına sahip olamayacağız. Çünkü, biz erkekler de mükemmel değiliz. Ama kadınlardan olan beklentiler eklerden olan beklentilerden çok daha fazladır. Ancak bir kadının toplumun, ailesi veya eşinin kendisine yüklediği tüm bu beklentileri aynı anda karşılaması imkansızdır. İstiyoruz ki kadın hem çalışsın, para kazansın, evine maddi destek olsun, hem evini tertemiz yapıp eşi ve çocuklarına hijyenik bir ortam sağlasın, onların kıyafetlerini yıkasın, ütülesin, istiyoruz ki, kadın en usta aşçılar kadar mükemmel lezzetli yemekler yapsın, hep aradığımız ve bunu eşimizin yüzüne söylediğimiz "annemizin yemeklerini " bize aratmasın. Sonra istiyoruz ki eşimiz her daim fit kalsın, kilo almasın, her daim güzel çekici ve seksi olsun. Her daim güzelliğinin farklı yansımaları ile bizi şaşırtsın. Kilo aldığı için acımasızca eleştiriyoruz. Ha, bir de toplumun, ailelerimizin, akrabalarımızın ve komşularımızın da kadından beklentileri var. İyi annelik, iyi komşuluk gibi toplumun gözündeki "mükemmel kadınlık veya mükemmel annelik" beklentileri var. Ama kadınların bu yükün altından kalkmaları mümkün değildir. Onu tarifsiz sıkıntılara sokmaktır. Tüm bu beklentileri karşılamaya çalışan, mükemmel kadın olabilmek için nafile çabalar içine giren kadınlar da var. Hani "kariyer de yaparım, çocuk da" tekerlemesinin ifade ettiği yaşam şeklinin ne kadar sürdürülebilir olduğunu bilemiyorum. Sosyal, bireysel, ailevi tüm beklentileri karşılamaya çalışan kadınlar bir müddet sonra, tükenmişlik sendromu ile karşı karşıya kalabiliyorlar.

 

Kadın Cenneti de Cehennemi de Yaşatabilir!!!

İngiliz yazar William Golding demiş ki; "Kadınlar erkeklerle eşit oldukları konusunda aptalca bir mücadele sergiliyorlar. Aslında kadınlar erkeklerden her zaman daha yüce ve büyüktürler. Kadına her ne verirseniz, kadın onu büyütür ve çoğaltır. Eğer kadına sperm verirseniz, size çocuk verir. Eğer ona bir ev verirseniz, size bir yuva verir. Eğer ona sebze verirseniz, size yemek verir. Eğer ona gülücük verirseniz, o size kalbini verir. Kadın, her şeyi misliyle çoğaltır ve size verir. Eğer yanılıp da ona çer çöp verirseniz, karşılığında tonlarca pislik almaya hazır olun!" Ne kadar da muhteşem bir tespit bu. Bu sözlerin önünde sadece şapkamızı çıkarabiliz. Eğer kadın isterse, erkeğine bu dünyada cenneti yaşatabilir. Evet, bir kadın bir erkeği mutlu edebilir, yüceltebilir, tam tersine tüm hayatınızı zehir ederek size cehennemi de yaşatabilir.

5 Mayıs 2021 Çarşamba

Hayattan Keyif Almayı Bilmiyoruz

 

Toplum olarak hayatımız mücadele ve koşturmacanın yanında, hayatımız gereksiz bir itiş kakışlar ile geçiyor. Bu yüzden en rahat ve huzurlu olmamız gereken dönemlerinde bile huzursuz oluyoruz. Hayatımın bir döneminde Avrupa'ya gittiğim zamanlarda Batı toplumlarının nasıl uysal ve kibar toplumlar olduklarını hayretle görüp çok çok şaşırmıştım. Özellikle İspanya, İtalya, İngiltere ve Almanya'da bu durumu gözlemlemiştim. Beni şaşırtan şeyler, insanların birbirlerini tanımasalar da selamlaşmaları, birbirlerine karşı bizden çok farklı bir kibarlık içinde olmalarıydı. Ülkelerinin kalabalık olmasına rağmen, trafikte, caddelerde ve parklarda genelde bir sessizliğin ve huzurun hakim olmasıydı. Ne kadar trafik olursa olsun, insanların acele etmeden, yaygara yapmadıklarını, kornaya basmadan, sıkıştırma ve kurallara uymama gibi şeyler yapmadan trafiğin genel akışını koruduklarını gördüm. İnsanlar, gençler, çocuklar ne kadar kalabalık olurlarsa olsunlar gürültü ve yaygara yapmadıklarını ve hiçbir kimseyi rahatsız etmeden eğlendiklerini gördüm. Hatta sadece insanları değil, Avrupa'lı ailelerin köpekleri dahi bir sükunet ve sakinlik içinde olduklarını, köpeklerini çevreyi ve insanları rahatsız etmeyecekşekilde eğittiklerini gözlemleyerek şahit olmuştum. Avrupa ülkelerinde ilkbahar ve yaz mevsimlerinde yerel festivaller ve halka açık müzik konserleri yapılır. İnsanlar gerek aileler olarak, gerek arkadaşlar olarak bu festivallere ve konserlere giderler. Öncesinde insanlar etrafa kurulan atıştırmalık ve yemek standlarından yiyip içebildikleri gibi, alkollü içki de alabilirler. İçki içilsin veya içilmesin, kimse konsere veya festivale yalnız gelmiş bir kadını rahatsız etmez. Etrafta gürültü ve yaygara yapan hiç kimseyi bulamazsınız. İnsanlar başkalarıyla ilgilenmeden kendi halinde eğlenir festivalin etkinliklerinin ve söylenen şarkıların coşkusuna kaptırıp kendi arkadaşlarıyla, aileleriyle veyahut da kendi kendine eğlenir ve giderler. Çünkü Avrupa toplumlarının hayat ilkesi yaşamdan keyif almak üzerine kuruludur. Dünyaya bir defa geliyoruz düşüncesiyle hayatlarını kimseyle kavga etmeden, itiş kakış yapmadan, stres yapmadan, eğlenerek, günlerini en güzel şekilde yaşayarak geçirmeye çalışırlar. Aynı şekilde insanların genellikle sohbet etmek, buluşmak, eğlenmek ve yiyip içmek için akın ettiği, içkinin su gibi içildiği barlar, klüpler ve restaurantların olduğu mekanlarda da genelde pek olay çıkmaz. Bizde ise, Avrupa'daki kadar içki tüketimi olmadığı halde, kadınlara laf atma, sarkıntılık etme, rahatsızlık verme vukuat ve kavga gibi tatsız olaylarının sonu gelmez. Avrupa'da bir genç kız, rahatsız edilmeden gece 11:00-12:00 gibi sokağa çıkabilir. Rahatsız edilmeden, sıkıştırılmadan metroya veya otobüse binip, gideceği yere gidebilir.

Biz ise toplum olarak en mutlu olmamız gereken zamanda bile kendimize mutluluğu çok görüyor yerine efkarlanmayı, bunalımı ve hüznü tercih ederiz. Örneğin eğlenmek ve güzel bir gün geçirmek üzere gittiğimiz spor karşılaşmaları, basketbol ve futbol maçlarında esşiz bir şölen ve coşku yaşamak yerine, çoğunlukla kavga, gürültü, nefret ve itiş kakış ile bitiriyoruz. Elin Avrupalısı ailesiyle veya arkadaşlarıyla eğlenmek, güzel bir spor karşılaşması izlemek için maça giderken, bizim taraftar kitlesi ise çoğunlukla küfür edip boşalmak ve sürü psikolojisi içinde olmanın verdiği öz güven patlamasıyla kendi ilkel benliğini (egosunu) tatmin etmek için maça gidiyor. Aynı şekilde Avrupalılar eğlenmek ve güzel bir gece geçirmek için içki içerken, bizim toplumumuzda genelde dertlerini unutmak, hüzünlenmek ve efkarlanmak için içki içiliyor. "Çok güldük, kesin başımıza bir iş gelecek!" sözünü duymuşsunuzdur. Toplumumuzda bu sözün doğruluğuna o kadar inanmışızdır ki, mutluluk zamanlarımızda hemen bir korkuya kapılırız. Başkalarının kem gözlerle nazar ederek bizi kıskanmalarından korkarız. Fazla gülmeyi ve eğlenmeyi kendimize yakıştırmayız. Eğer çok güldük ve eğlendiysek kendimizi suçlu hissederiz. Çok gülen ve pozitif olan insanları ciddi bulmaz, fazla gülmeyi ve eğlenmeyi iyi karşılamayız. Çok gülen, herkese gülen, herkesle konuşan kadınları hafif bulur ve iyi gözle bakmayız. Toplum olarak hayatı çoğunlukla kendi kendimize zorlaştırıyoruz. Sosyal yaşamda, evde, trafikte, caddede, devlet dairesinde, iş yerinde, caddelerde, ticarette, askerde, binalarımızın yapımında kural, hak ve hukuk tanımayarak etrafımızdaki diğer insanların hayatlarını bilerek veya bilmeyerek zorlaştırıyor, hayatı onlara zehir ediyoruz. Adeta kendi kendimize hayatı dar edip, kendi ellerimizle kendi boğazımızı sıkıyoruz. En çok da bu durumu trafikte görüyoruz. Trafik ışıklarına riayet etmiyor, hız sınırlarına uymuyoruz. Şerit ihlalleri yapıp, birbirimize sıkıştırıyor,  tehlikeli araç kullanıyoruz. Trafik kurallarına uymayarak uyanıklık yaptığımızı veya kar yaptığımızı sanıyoruz. Ancak farkında olmadan kendi kendimizi cezalandırıyoruz. Kurallara uymayarak, birbirimizi sıkıştırarak sürekli kazalara yaklaşarak kendimizi ve diğer sürücüleri strese sokuyoruz. Bu yaşadığımız ve yaşattığımız stres ile kendi ömrümüzü kısaltıyor, kendi hayat kalitemizi düşürüyoruz.

Eksiğimiz, Estetik Anlayışımız

 Bir yanımız Doğulu, bir yanımız Batılı ama aslında ne Doğulu ne de Batılıyız. Bir ayağımız plazalarda, rezidanslarda ama bir ayağımız gecekonduda çamurda. Bir ayağımız şehirde, bir ayağımız köyde, tarlada. Toplum olarak büyük bir hızla değişiyor, dönüşüyor, aynı zamanda dejenere oluyoruz. 60 yıl önce nüfusumuzun yüzde 80 i köylerde yaşarken, şimdi yüzde 80 şehirlerde yaşar hale geldi. Çok hızlı bir dönüşümle çoğunluğumuz köylü toplumu iken, birdenbire şehirli oluverdik. Artık her tarafımızdan lüks siteler, rezidanslar, alışveriş merkezleri, gökdelenler fışkırıyor. Ancak estetik algısından hala çok uzaklardayız. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye Cumhuriyeti olarak, tüm zenginliğimize rağmen atalarımızın kurduğu Osmanlı ve Selçuklu devletlerinin estetik anlayışından dahi oldukça gerilerdeyiz. Bunun için 1900’lü yıllarda çekilen İstanbul fotoğrafları ile şimdilerde çekilen İstanbul fotoğraflarına bakmak yeterlidir. Yada uzun yıllar Osmanlı'ya başkentlik yapmış Bursa gibi, yada çok köklü bir geçmişi olan İzmir gibi kadim şehirlerimize bakmak yeterlidir. Bu kadim şehirlerin korumamız gereken tarihi ve kendilerine has mimari dokularının; nasıl vahşice yağmalanarak yok edildiğini anlamak hiç de zor değildir. Tarihi binaların ve tarihi kalıntıların yerine çirkin apartmanlar dikerek tarihi silueti nasıl bilinçsizce katlettiğimizi yerinde görüp anlayabilirsiniz. Bursa'da tarihin nasıl yok edildiğini bulamadığınız tarihten anlayabilirsiniz. İstanbul'un Kapalıçarşı'sı ve Bursa'nın tarihi çarşılarının bilinçsiz sahiplerince tıkış tıkış mal doldurarak, çirkin ve büyük tabelalarla nasıl yok edildiğini kendiniz de görebilirsiniz. Sadece bu tarihi şehirlerimize ve İstanbul'a has olmayan bu yağmalama ve mimari dejenerasyonu neredeyse tüm şehirlerimizde görebilirsiniz. Şehirleşmede ve mimaride maalesef atalarımız olan Osmanlı ve Selçuklu İmparatorluklarından fersah fersah gerilerdeyiz. Bunun nedeni, liyakatli mimarlara iş vermeyip, kanunları ve hukuku uygulamayışımızdır. Diğer neden de, estetik ve yaşanılası şehirler ve binalar inşa etmek yerine rantı ve aç gözlülüğü ön plana alan zihniyetimizdir.

Estetik anlayışımızın gelişmemesinde bu hızlı şehirleşmenin büyük bir etkisi olduğu yadsınamaz. Ancak bunun altında yatan esas nedeni, kökenimizin Asya göçebe kültürü olmasından dolayı yerleşik hayat kültürüne, sanata ve estetiğe dair bir kültür birikimimiz oluşmamış olmasıdır. Bu yüzden, yaptığımız binalar, evler iş yerleri, kurduğumuz şehirler, kasabalar, köyler birer plansızlık ve çirkinlik abidesidirler. Yaptığımız devlet binaları ise dokunsanız yıkılıverecek bir çürüklükte, estetikten uzak birer ucubelerdir. Yeşil alanların bilinçsizce katliamı neticesinde yeteri kadar park, nefes alma ve dinlenme alanı bırakılmadığı için şehirlerimizin bir çoğu yaşanılası şehirler olmaktan uzaktır. Şehirlerimiz üstünde yaşayan insanları adeta sıkarak boğar ve nefessiz bırakır. Şehirlerimiz ve sanayi iç içedir. Sanayimiz şehirlerimizi besler ve büyütür fakat yandan da sanki kadermiş gibi insanları zehirler ve boğar. Hayatımın büyük bölümünü yaşayarak gözlemlediğim Gebze ve güzelim Darıca'nın kaderi böyle çizilmiştir. Geceleri fabrikalardan salınan zehirli ve boğucu gazlarla çevrelediği yerleşim yerlerindeki insanlar ve hayvanlar yavaş yavaş zehirlenir. Benim yaşayarak çaresizce şahit olduğum, belediyelere ve devletin en yüksek kademelerine şikayet ettiğim halde hiç bir şeyin değişmemesinden dolayı çaresizce kabullendiğim gerçekler, sadece güzelim Kocaeli, Gebze ve İstanbul'a özgü değildir. Bu vurdumduymazlık ve kayıtsızlık hemen hemen gelişmekte olan her şehrimizde görülür. Devlet tarafından yeterli denetim olmadığı için, havası, suyu, toprağı, deniz kıyıları sanayi kuruluşları tarafından fütursuzca kirletilir ve zehirlenir.

Bu duruma karşın iyileşme yönünde bir bilinçlenme görmediğim gibi, geleceğe olan inancımı ve güvenimi de kaybediyorum. Sanırım biz bu şehirleşme ve yerleşim işini asla öğrenemeyeceğiz. Asla yaşanılası, tarihi dokuyu koruyarak, doğa ile uyum içinde, ferah ve sağlam şehirler kuramayacağız. İnsanların yaşamaktan gurur duyduğu, caddelerine, sokaklarına, çeşmelerine, park ve bahçelerine övgüler düzüp, şiirler yazdığı huzur dolu ve romantik şehirler kuramayacağız. Çünkü öğrenmeye ve kendimizi geliştirmeye hiç niyetimiz yok.

Trafikte de Hayatı Birbirimize Zehir Ediyoruz!

 

Trafik ve Kader

Ülkemizde trafik bilinci, kurallara uyma ve uydurma konusunda bir vurdumduymazlık ve umursamazlık gözlemlenmektedir. Bizler toplum olarak, ülke olarak trafik kazalarından, trafiğin denetlenmesinin gerekliliği açısından hiç bir ders çıkaramadık. Bu konuda oldukça bilinçsizliğin ve kural tanımazlığın yaygın olduğu güzel ülkemizde binlerce insanımızı her yıl trafik kazalarında kaybediyoruz. Sonrasında birçoğumuz hatta devlet yetkililerimiz dahi trafik kazalarını topluca kadere ve alın yazısına havale ediyoruz. Halbuki ileri toplumlar ve Avrupa ülkelerinde daha az trafik kazası olmaktadır. Ülkemizde kadere havale edilen sebepler, içselleştirilerek tevekkülle kabullenmeyi de beraberinde getirmiş durumdadır. Bu yüzden, toplumumuzdan hiç kimse ve hiç bir kurum, kazaların bir daha tekrarlanmaması için ciddi bir çaba içine girmiyor. Ülke olarak, kazaların önlenmesi için denetim ve bilinç oluşturma yerine, çoğu zaman bu yaşanan kazaları "kader"e havale ederek üzülmeyi, bir süre sonra da unutmayı tercih ediyoruz. Eğer bu yaşanan kazalar, kader ise, neden Avrupa ve gelişmiş ülkelerde bu kadar çok sayıda kaza olmuyor da bizim gibi az gelişmiş ve bilinçsiz ülkelerde oluyor, Azrail neden  bizim ülkemizde fazla mesai yapıyor? soruları yanıtsız kalıyor. Artık trafik kazalarının kader değil de ihmal, vurdumduymazlık, bize bir şey olmazcılık ve denetimsizlik olduğunu ne zaman idrak edeceğiz?

 

Yol Cengaverleri (Mad Max'leri)

Yol cengaverleri tıpkı her gün canlı olarak izlediğimiz modern Mad Max filmleri gibi bir mücadeledir. Altlarında genellikle Wolkswagen Volt, Mercedes Sprinter ve bilumum servis minibüsü olan araçlar ve markaları... Bu cengaverler sabah aldıkları çalışanları ve öğrencileri iş yerlerine, akşam iş çıkışı da işyerlerinden ve okullardan alıp evlerine götürürler. Sanırım o görev duygusunun insana verdiği ağırlığı ve etkisi ile olsa gerek, yol cengaverleri, ölümden korkmayan savaşçılar olarak yola atılırlar. Hızla akan fakat yol vermeyen, yol vermeye de niyeti olmayan şeritlere yollara kafalarını sokarak ana yolu keserler. Bu olayı Gebze'de her sabah işe gelirken şahit olur, nefesim kesilerek bu mücadeleye şahit olurum. Hatta bu kesilen ana yolun karşı tarafını da başka bir cengaver keser. Böylece hızla akan bir yol, karşılıklı olarak kesilmiş, hiç olmayan bir yer dört yol kavşağına dönüşür. Evet trafik bir mücadeledir, her gün yaşanan bir savaştır ülkemizde. Cesur, atak, gözü kara cengaverler bu trafik düzeninin fedaileridir. Yan yollardan, toprak yollardan, ters yönlerden, kaldırımlardan, tarlalardan, olabilecek en kısa yollardan cengaverler adeta akın akın ana yollara kamikaze gibi dalarlar. Misyonları; yolcularını, personelleri şirketlerine mesailerine yetiştirmektir. Vizyonları ise kendilerinin ve taşıdıkları personel ve öğrencilerin kelleleri koltukta olsa bile, “ne pahasına olursa olsun!” menzile ulaşmaktır.

 

Kuralsızlığı Seviyoruz

Kurallara uymadığımız gibi uyanları da yoldan çıkarıyoruz. Birbirimizi daha da bozarak dejenere ediyoruz. Birçok kişinin yaptığı gibi, bir zamanlar ben de, trafikte karşı şeritte bir radar kontrolü varsa, selektör yaparak karşıdan gelen sürücüleri hevesle uyarırdım. Hatta bu davranışı çok kutsal ve iyi bir davranış olarak görürdüm. Süratli ve tehlikeli araç kullanan birinin polis kontrolünden kurtulmasını sağlayarak topluma, insanlara ve kendi devletimize zarar verdiğimin farkında bile değildim. Hatta bir yaz akşamüstü iş seyahati için gittiğim Eskişehir’den dönerken, karşı şeritte bir radar çevirmesi olduğunu gördüm. Sonrasında selektör ve flaş yaparak karşı şeritten gelen sürücüleri uyarmaya başladım. Verdiğim mesajı anlayanlar ve alanlar selektörlerle, korna çalarak ve ellerini kaldırarak bana teşekkür ediyorlardı. Böyle devam ederken karşıdan çok uzaktan gelen bir arabayı da uyarmaya başladım. Ama araba mesajı anladığına dair hiçbir cevap ve sinyal vermiyordu. Ben de anlamadığı düşüncesi ile heyecanla selektör yapmaya devam ediyordum. Sonra araba yaklaşınca anladım ki, bir polis aracına selektör yapıyormuşum. J Yanımdan geçerken bir anda içindeki polisle göz göze geldik. Kendimi biraz suçlu hissettim, ama hızla geçip farklı yönlere doğru uzaklaşmıştık bile.

Polisin insanları ve toplumu bir nebze olsun düzene koymak için nadiren yaptığı kontrolleri dahi bozuyor ve dejenere ediyoruz . En basitinden aşırı hızlı giden sürücüleri tespit için kurulan radar ve birtakım yasal kontrollerine yakalanmamak için birbirimizi uyarma alışkanlığımız. Sanki iyi bir şey yapıyormuşuz gibi trafik kontrollerine yakalanmamak birbirimizi uyarmayı bir borç biliyoruz.

 

Açın Önümüzü Kardeşim!

Trafikte araba kullananlar olarak bunu neredeyse her gün yaşarız. O kadar sabırsız insanlardan oluşan bir toplumuz ki, bazen bu durum insanı çıldırtacak düzeye geliyor. Adeta bu ülkede yaşamaktan nefret ettiriyor. Arkadan gelen, önünüz kapalı olduğu halde sizden ısrarla yol isteyen, sizi sıkıştıran, makas atarak önünüze girmek isteyen çok uyanık ve girişken vatandaşlarımız, adeta "açın önümüzü biz gitmek istiyoruz" diyorlar. Önünüzün kapalı olduğunu gördükleri halde, öyle bir gaza basıyorlar ki, yol olsa uçup gidecekler. Neredeyse kanatları çıkacak, adeta fezaya çıkacaklar. Böyle sökün anlarında toplum olarak, nasıl hala yarı vahşi ve yağmacı olduğumuzu görüyorum. Bunu yapanlar nasıl bir zekaya sahipler? Yada gerçekten düşünemiyorlar mı? Bir kişiyi daha sollasan ne olacak, ilerisi zaten tıkalı… Boşu boşuna kendisi stres yaşadığı yetmiyormuş gibi, önündeki araçların sürücülerini de sıkıştırarak, boş olmayan yolu ısrarla isteyerek diğer insanları da strese sokuyorlar. Böyle davrananlar belki gerçekten düşünemiyorlardır. Kim bilir...

 

Trafikte Kaybet-Kaybet

Kaybet-kaybet paradigmacı bir toplum olduğumuzu hayatın bir çok alanından yaptığınız gözlemlerle anlayabilirsiniz. En kolay yolu da trafikteki davranışlarımızı gözlemlemenizdir. Örneğin, kendi yolumuzun kapalı olduğunu bile bile kavşağa girip, diğer akabilecek yönleri de sıkıştırıyoruz. Bir tarafa yeşil yanıyor ancak önü kapalı olduğu için kavşağa girmemesi gerekiyor. Ama kendisine yeşil yandığını gören araç sürücüsü kavşağa dalıyor. İlerleyemeyeceğini bile bile. Kavşak kilitlenince diğer açık olan yöne gidecekler de ilerleyemediği için kavşak tamamen bir kilit oluyor. Bu sefer, haklarının yendiğini düşünen tüm araç sürücüleri her yönden kavşağı zorluyorlar. "Bana yanan yeşil ışıkta beni geçirmediler,  ben de onları kilitleyeyim!" diye düşünerek her yönden, sağdan, soldan, önden, arkadan kafayı sokarak ilerlemeye çalışıyorlar. Ve Tüm yönlerden kavşağa girmeye çalışıyorlar. Adeta; ben gidemiyorum, başkaları da gidemesin mantığı. Tam bir kaybet-kaybet paradigması.  Bu mücadele her sabah Gebze Şekerpınar kavşağında yaşanıyor. Eminim ki, İstanbul ve diğer büyükşehirlerin kavşaklarında da aynı şeyler her sabah ve akşam yaşanıyordur. Sonuçta el birliği ile kavşağı kilitleyip, hiç birimiz ilerleyemiyoruz. Tabi ki, ülkemizdeki ne yaptıklarını hiç çözemediğim trafik polisleri trafiğin yoğunlaştığı sabah ve akşam saatlerinde hiç bir zaman, ortada görünmüyorlar. Halbuki trafik polisine trafiğin en yoğun olduğu sabah ve akşam saatlerinde ihtiyaç yok mudur? En azından sürücüleri trafik ışıklarına uydurmak için. Bu "önün kapalı ise kavşağa girme" kuralı bizde de yeni çıktı ancak sürücüler bu konuda bilinçsiz olduğu için uygulanmıyor. Fakat Avrupa da çok güzel uygulanıyor. Eğer sürücünün önü, yolu kapalı ise kavşağa ve ışıklara girmiyor, bekliyor. Çünkü girmesinin kendisine hiç bir faydası yok kavşağı ve yolları kilitlemekten başka. Bu bilinç düzeyi Avrupalıların hayatlarını kolaylaştırdığı gibi, boşuna sinir, stres yükünden de kurtuldukları için ömürlerini uzatıyor.

 

Aslında Trafik Kurallarına Uymak Trafiğin Akışını Hızlandırıyor

Yavaş akan trafikte, trafiği daha da yavaşlatan şey, insanların kurallara uymaması ve “hep akan şeritte olma” isteğidir. Bu “hep akan şeritte olma” felsefesi yüzünden de sık sık hatta çoğu zaman tehlikeli bir şekilde şerit değiştirmesidir. Aslında herkes şeridinde devam etse, trafik daha hızlı akacak. Bu durum da, yine hayatı kendi kendimize zorlaştırma örneği olarak karşımıza çıkıyor.

Ben Avrupa'da trafiğin akışını gözlemleme şansı buldum. Herkesin kurallara uyduğu ülkelerde trafik çok daha hızlı akıyor. Çünkü insanlar birbirlerine ve kurallara uyulacağına güveniyorlar. Bu güvenle de trafiğin akışı bizim trafiğimizle karşılaştırınca inanılmaz bir şekilde artıyor. Ben Almanya'da şehir içinde 3 şerit yolda, şeritlerin tümü dolu olarak 50KM hızla sürücülerin virajlara güvenle girdiğini görünce hem çok korkmuş, hem de şaşırmıştım. Ama hiç bir sürücü şerit ihlali yapmadan, hız kesmeden güven içinde virajlara yüksek hızlarla girebiliyorlardı. Bizde olsa o virajlı yolda birçok sürücü şerit hakimiyeti özürlü olduğumuz için üç şeritlik yol, tedirginlikten dolay tek şeride veya iki şeride düşmüş olurdu. Yine Avrupa'da herkes birbirine güvenip, kurallara uyulduğunu bildikleri için, ışıklarda ve kavşaklarda yeşil yandığı anda güvenle yüksek hız yapabilmektedirler. Maalesef bizde ise, size yeşil yansa bile önünüze araç yada yaya, kimin atlayacağı belli olmadığı için, hep bir tedirginlik içinde araç sürdüğümüz için trafiğin akış hızı yavaşladıkça yavaşlamaktadır.

 

Trafik Terörü

Ülkemiz yıllardır teröre karşı mücadele ediyor. Terör eylemlerini önlemek için milyar dolarlar harcadık, hala da harcıyoruz. Ancak ülkemizde herkesin her gün görerek kanıksadığı bir diğer terör de yaşadığımız trafik terörüdür. En az PKK terörü kadar zararlı ve dehşet vericidir. Belki de trafik terörü PKK teröründen daha fazla insanımızın kaybına yol açmıştır, hala da açmakladır. Her yıl binlerce yetişmiş ve değerli insanımızı trafikte kaybetmekte, yada sakat bırakmaktayız. Trafik kazalarının ülkemiz ekonomisine ve sigortacılık sektörüne verdiği korkunç zarar da cabasıdır. Bu duruma rağmen, ne toplumda ne de devlet yönetiminde bir ortak bilinç gelişmiş değil. Genel eğilim, tüm kazaların kadere ve taktiri ilahiye havale edilmesidir. Bir kadermiş gibi trafiğin bizdeki gibi keşmekeşini, vurdumduymazlığını, tabiri caizse trafik terörünü ve katliamını kanıksamış gibiyiz. Neden gelişmiş ve ileri ülkelerde trafik düzeni saygı sevgi içinde akıp çok az kaza oluyorken, bizdeki kaosu, kaza oranlarını ve nerede yanlış yaptığımızı sorgulamıyoruz bile?

Neden trafikte seyreden sürücü profillimiz bu kadar kötü? Daha doğrusu, ülkemizin insan profili neden bu kadar kötü? Trafikte vızır vızır bir çok psikopat dolaşıyor. İnsanlar arabanın içinde iken, kendilerini hiç bir şeyin etki etmeyeceğini zannedip, altındaki arabalarını diğer arabaları sıkıştırabilecekleri bir silah olarak görüyorlar. Yol alabilmek için adeta kendilerini, arabalarını ve arabalarının içindeki insanların hayatlarını tehlikeye atıp bilinçsizce diğer aracın önüne atılabiliyorlar. Tüm yolu kendilerinin zannedip, kimseye yol vermiyorlar. Trafikte yol verenler de, çoğu zaman arabalarına zarar geleceği kaygısıyla yol veriyor. Makas atıyor, korna çalıp yayalara ve diğer sürücülere gözdağı veriyorlar. Kavşaklardan ve ışıklardan son sürat geçip, sağdan solluyorlar, virajlara son limit hız ile giriyorlar. Otobanda aracın izin verdiği son hızla gidiyor, diğer araçlarla bazen milimetrik yakınlaşmalara giriyorlar. Trafikte adeta bir terörist gibi davranıyorlar. Allah hepimizi onların şerrinden ve kazalardan korusun.

Bumerang - Yazarkafe