Bir yanımız Doğulu, bir yanımız Batılı ama aslında ne Doğulu ne de Batılıyız. Bir ayağımız plazalarda, rezidanslarda ama bir ayağımız gecekonduda çamurda. Bir ayağımız şehirde, bir ayağımız köyde, tarlada. Toplum olarak büyük bir hızla değişiyor, dönüşüyor, aynı zamanda dejenere oluyoruz. 60 yıl önce nüfusumuzun yüzde 80 i köylerde yaşarken, şimdi yüzde 80 şehirlerde yaşar hale geldi. Çok hızlı bir dönüşümle çoğunluğumuz köylü toplumu iken, birdenbire şehirli oluverdik. Artık her tarafımızdan lüks siteler, rezidanslar, alışveriş merkezleri, gökdelenler fışkırıyor. Ancak estetik algısından hala çok uzaklardayız. Kabul etmek gerekir ki, Türkiye Cumhuriyeti olarak, tüm zenginliğimize rağmen atalarımızın kurduğu Osmanlı ve Selçuklu devletlerinin estetik anlayışından dahi oldukça gerilerdeyiz. Bunun için 1900’lü yıllarda çekilen İstanbul fotoğrafları ile şimdilerde çekilen İstanbul fotoğraflarına bakmak yeterlidir. Yada uzun yıllar Osmanlı'ya başkentlik yapmış Bursa gibi, yada çok köklü bir geçmişi olan İzmir gibi kadim şehirlerimize bakmak yeterlidir. Bu kadim şehirlerin korumamız gereken tarihi ve kendilerine has mimari dokularının; nasıl vahşice yağmalanarak yok edildiğini anlamak hiç de zor değildir. Tarihi binaların ve tarihi kalıntıların yerine çirkin apartmanlar dikerek tarihi silueti nasıl bilinçsizce katlettiğimizi yerinde görüp anlayabilirsiniz. Bursa'da tarihin nasıl yok edildiğini bulamadığınız tarihten anlayabilirsiniz. İstanbul'un Kapalıçarşı'sı ve Bursa'nın tarihi çarşılarının bilinçsiz sahiplerince tıkış tıkış mal doldurarak, çirkin ve büyük tabelalarla nasıl yok edildiğini kendiniz de görebilirsiniz. Sadece bu tarihi şehirlerimize ve İstanbul'a has olmayan bu yağmalama ve mimari dejenerasyonu neredeyse tüm şehirlerimizde görebilirsiniz. Şehirleşmede ve mimaride maalesef atalarımız olan Osmanlı ve Selçuklu İmparatorluklarından fersah fersah gerilerdeyiz. Bunun nedeni, liyakatli mimarlara iş vermeyip, kanunları ve hukuku uygulamayışımızdır. Diğer neden de, estetik ve yaşanılası şehirler ve binalar inşa etmek yerine rantı ve aç gözlülüğü ön plana alan zihniyetimizdir.
Estetik anlayışımızın gelişmemesinde bu hızlı şehirleşmenin
büyük bir etkisi olduğu yadsınamaz. Ancak bunun altında yatan esas nedeni, kökenimizin
Asya göçebe kültürü olmasından dolayı yerleşik hayat kültürüne, sanata ve estetiğe
dair bir kültür birikimimiz oluşmamış olmasıdır. Bu yüzden, yaptığımız binalar,
evler iş yerleri, kurduğumuz şehirler, kasabalar, köyler birer plansızlık ve çirkinlik
abidesidirler. Yaptığımız devlet binaları ise dokunsanız yıkılıverecek bir çürüklükte,
estetikten uzak birer ucubelerdir. Yeşil alanların bilinçsizce katliamı
neticesinde yeteri kadar park, nefes alma ve dinlenme alanı bırakılmadığı için şehirlerimizin
bir çoğu yaşanılası şehirler olmaktan uzaktır. Şehirlerimiz üstünde yaşayan insanları
adeta sıkarak boğar ve nefessiz bırakır. Şehirlerimiz ve sanayi iç içedir. Sanayimiz
şehirlerimizi besler ve büyütür fakat yandan da sanki kadermiş gibi insanları zehirler
ve boğar. Hayatımın büyük bölümünü yaşayarak gözlemlediğim Gebze ve güzelim Darıca'nın
kaderi böyle çizilmiştir. Geceleri fabrikalardan salınan zehirli ve boğucu gazlarla
çevrelediği yerleşim yerlerindeki insanlar ve hayvanlar yavaş yavaş zehirlenir.
Benim yaşayarak çaresizce şahit olduğum, belediyelere ve devletin en yüksek kademelerine
şikayet ettiğim halde hiç bir şeyin değişmemesinden dolayı çaresizce kabullendiğim
gerçekler, sadece güzelim Kocaeli, Gebze ve İstanbul'a özgü değildir. Bu vurdumduymazlık
ve kayıtsızlık hemen hemen gelişmekte olan her şehrimizde görülür. Devlet tarafından
yeterli denetim olmadığı için, havası, suyu, toprağı, deniz kıyıları sanayi kuruluşları
tarafından fütursuzca kirletilir ve zehirlenir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder