Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

2 Nisan 2018 Pazartesi

Sanat Halk İçin midir, Halk Sanat İçin midir?


Sanat Halk İçin midir, Halk Sanat İçin midir?

Geçtiğimiz yıllarda bazı devlet sanatçıların hükümete ve belediye yönetimlere karşı olan duruşları yüzünden, hükümet ile bazı belediyeler de sanatçılara karşı tavır almıştı. Belediyelerin şehir tiyatrolarında oynanan tiyatro oyunlarının bazılarını kaldırmak, bazılarının da içeriğini değiştirmek istemeleri yüzünden büyük tartışmalar çıkmış ve bu konu ülke gündeme oturmuştu. Daha sonra Cumhurbaşkanının bu konuya dahil olmasıyla tartışmalar iyice alevlenmişti. Devlet sanatçılarının ve sanat camiasının bir türlü kabullenemediği Ak Parti iktidarı döneminde çeşitli kereler olduğu gibi, yine hükümet ve sanat camiası arasında büyük tartışmalar çıkmıştı. Gerek AKM (Atatürk Kültür Merkezi) restore mi edilsin, yoksa yıkılıp yeniden mi yapılsın tartışmasında, gerekse şehir tiyatrolarının oynayacakları oyunların belirlenmesi konularında büyük tartışmalar dönüyordu. Sanatçılar, AKM’nin yıkılarak yerine cami veya külliye yapılacağı gerekçesi ile AKM’nin yıkılmasına olanca güçleriyle karşı çıkıyor, AKM için sadece restorasyon istiyorlardı. Şehir ve devlet tiyatrolarının içeriği konusunda da, devletin tiyatroya para verse bile sanat içeriğine karışamayacağını bunun sanata ve sanatçıya müdahale olduğunu söylüyorlardı. Hükümeti de sanat düşmanı olmakla suçluyorlardı. Hükümet ve belediye ise AKM nin temellerinin çok zayıf olduğunu, restore etmenin hiçbir işe yaramayacağını dolayısıyla yıkılıp yeniden yapılması gerektiğini söylüyor, devlet tiyatrolarında, resmi ideolojiye ve halkın değerlerinin aleyhinde bir oyunun oynanamayacağını söylüyorlardı. Cumhurbaşkanı da tartışmaya katılmış, "Sanat halk içindir, halk sanat için değil. Devlet ve şehir tiyatroları kaldırılmalı!" diyerek tartışmayı alevlendirmişti. Bu konuda oldukça büyük tartışmalar yaşanmış, sanatın ve sanatçının halk ve devlet nezdindeki yeri, sanatçının sanatını yapma özgürlüğü, devletin sanatçılara olan yaklaşımının nasıl olması gerektiği ve "devlet sanatçısı" ünvanı sorgulanmıştı. Daha sonra yine idealde olması gerektiği gibi değil de, bir orta yol çözümü bulunarak olayın üstü kapatılmıştı.

Ülkemizde üretilen sanatın neden bu kadar yetersiz, halktan kopuk ve sahipsiz olduğu araştırılırken, iğneyi kendimize çuvaldızı da sanatçılarımıza batırmak zorundayız. Aksi halde bu konuyu olması gereken düzleme oturtamayız. Sahne sanatçılarımız da çoğunlukla halkın kültürüne ve değerlerine yabancı kaldılar, hiçbir zaman halkın öz kültürünün ve değerlerinin esas olduğu, halkın sahipleneceği ve satın alacağı bir sanat yapma kaygısında olmadılar. Sanatçılarımız sanatı hep Batı’dan öğrendiklerini tekrar etmek şeklinde anladılar. Kendi kafalarındaki sanatı halkın onaylayıp sahiplenmesi gerektiğini düşündüler. Bu tutumlarıyla adeta "halk sanat içindir" dediler. Ama onların halka sanat diye sundukları şeyin, çoğunlukla bizim halkımız tarafında bir karşılığı yoktu. Sanatçılarımızın yaptıkları sanat, başkalarının kültürü ve başkalarının sanatıydı. Dolayısıyla halk, önüne konan bu yemeği (sanatı) yemedi. Yani bu sanatı tüketmek için para harcamaya razı olmadı. Bu durumu ise sanatçılarımız yanlış anladılar. Halkın onların sanatını anlamadığını düşündüler. Zaten küçümsedikleri ve cahil buldukları halk ile sahne sanatçılarımız arasındaki mesafe, küçümseme, kızgınlık, kırgınlık arttıkça arttı. Halktan ümidini kesen sanatçılar ise ümitlerini zengin sponsorlara ve devlet sanatçılığına bağladılar. Dolayısıyla, sanatçılarımız “devlet sanatçılığı”na razı olarak, devletin buyurgan bakışını, ulufe kültürün kabullenmiş oldular. Ancak “devlet sanatçılığı” sanattan ve özgürlüklerden taviz vermek demekti. Çünkü, sanatı sübvanse eden içeriği de belirlemek istiyordu. Çünkü, devlet sanatçısı olup, devletin ve hükümetin ideolojisine ve değerlerine aykırı bir sanat yapmak düşünülemezdi.

Oysa, halkımız sanata ve sanatçıya karşı değildi. Sadece benimsemediği, kendi kültüründen olmayan bir sanatı tüketmek istemiyordu. Aslında tarihimiz incelendiğinde bizim öz kültürümüzden çıkmış, kendi değerlerimizle harmanlanmış, halkımız tarafından büyük bir teveccüh görmüş birçok sanat dalı ve bir çok sanatçı olduğunu görebiliriz. Karagöz-Hacivat, Meddah, Hikaye anlatıcılığı gibi halkın değerleri ve kültürüyle yoğrulmuş birçok sanat türü tarihte halkımız tarafında oldukça teveccüh görmüştü. Hatta hala devam eden aşıklık geleneğimiz ve Türk sanat müziği gibi sanatlarımız da vardı. Aslında olması gereken şey, ileri batı toplumlarında olduğu gibi, devletin elini eteğini sanattan ve bilimden çekmesiydi. Benim yurtdışı gezilerinde şaşırarak gördüğüm olaylardan biri tiyatroların, müzikallerin ve sanat gösterilerinin önünde uzayıp giden kuyruklardı. Özellikle Londra’da on yıllardır oynayan "Chicago, Aslan Kral ve Operadaki Hayalet" gibi gösteriler ilk günkü kadar yoğun talep görüyor, biletleri çok pahalı olmasına rağmen adeta karaborsa satılıyordu. Halk da bulabildiği ilk fırsatta bu biletlerden alabilmek için uzun kuyruklar oluşturuyordu. Bu şaşırtıcı manzara karşısında ister istemez bizi, bizim halkımızı, bizim toplumumuzu ve bizim sanatçılarımızı düşünerek karşılaştırma yaptım. Batılı devletlerin sanata destek vermesine gerek olmadığını, sanatın halkın ilgisi ve desteği ile rahatça kendi çarklarını çevirebildiğini gördüm. Bizdeki gibi, doğal olmayan yöntemlerle sanatı yaşatmaya çalışmanın sanata zarar verdiğini anladım. Biz hiçbir tiyatro veya sanatsal gösteri için bu kadar pahalı bilet ücreti ödemeye razı olmayacağımız gibi, ancak Ramazan ayında pide almak için, banka işlemleri için ve faturamızı ödemek için bu kadar uzun kuyruklarda bekleyebileceğimizi düşündüm. Ülkemizdeki devlet ve şehir tiyatroları Büyükşehir belediyelerinin himayesi altında varlıklarını devam ettirebilen sanat gösterilerinin bedava veya bedavaya yakın cüz-i miktarda bir fiyat olmasına rağmen yeterli ilgiyi çekmediğini fark üzülmüştüm. Üstelik bu durumun nedeni, halkımızın fakir olması veya alım gücü olmaması da değildi. Maç biletlerine, sevdiği takımın maçlarını izlemek için televizyon kanallarına ödenen yıllık abonelik paralarını, insanlarımızın evlerine aldıkları son model eşyalar, son teknoloji televizyonlar ve cebimizdeki son model telefonların maliyetlerini düşündüğümüzde, hiç de fakir bir halk olmadığımız ortaya çıkar. Ama üstünde biraz düşününce, halkın önüne konan sanatın halkın değerleriyle ilgisi olmadığı ve sanatçının halkına karşı üstten bakışının olduğu sonucuna vardım. Sanatçının küçümseyerek değer vermediği halk da, sanatçıların yaptığı sanata adeta yokmuş gibi davranıyordu. Devlet ve sponsorlar vasıtasıyla desteklenen sanat gösterilerinin üç kuruşluk çikolata fiyatına satılan biletlerine dahi halk rağbet etmiyordu. Halktan kopuk sanatın toplumda bir karşılığı yoktu. Zaten şimdilerde birçok sahne sanatçısı televizyonlarda oynayan dizilerdeki dizi oyunculuğu ile geçimini sağlamaya çalışmaktadır.

Sanatın halk için olması gerekmediği gibi halk da sanat için değildir .Kimisi "sanat, sanatsever içindir "de demiştir. Ancak bence “sanat, sanat için olmalıdır”. Çünkü sanat inceliktir, sanat estetiktir, yeniliktir ve sanat özgürlüktür. Sanat estetik ve incelik kaygıları ile yapılmadığında sanat olmaktan çıkar. Sevgili arkadaşım Özak'ın söylediği gibi; "Sanat, sanat için değil de, para için olursa, sanatçının hedef kitlesi alıcılar olur. Bu durumda kapasitesi ne kadar yüksek olursa olsun sanatçının potansiyelini sınırlar. Ama sanat, sanat için yapılırsa sanatçının önünde hiçbir limit kalmaz!". Ama sanatçının karnını da doyurabilmesi ve geleceği için kaygılanmaması gerekir. Bunun için sanata halkın sahip çıkması, halk tarafından talep görmesi ve yüceltilmesi gerekir. Eğer bu olursa sanat yapay bir sanat olmaktan çıkıp özgün, özgür ve yaratıcı bir sanat olabilir. Bu durumda halk sanatı sahiplenir ve sanatçı da gönlümüzdeki olması gereken ayrıcalıklı yere kendiliğinden yerleşir. İşte bunun gerçekleşebilmesi için sanatçının halkından kopuk olmaması, sanatını halkına dayandırması gerekir. Sanat, aslında bireyler ve toplumlar için ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaçtır. Sanat, temel ihtiyaçlarının üstüne çıkabilen ve insan olmanın o sonsuz potansiyelinin farkına varabilmiş ve estetik duyguları gelişmiş bireyler ve toplumlar için ruhların gıdasıdır. Eğer bir kişinin en büyük kaygıları; aç karnını doyurmak, kendini güvende hissetmek ve geleceğinden endişelenmek ise o kişi için sanatın, bilimin ve felsefenin hiçbir önemi yoktur. Montaigne, "Denemelerde: "Anaksimenes, Pythagoras'a şunu yazmış. Gözlerimin önünde ölüm ve kölelik dururken yıldızların düzeniyle nasıl uğraşabilirim!" der. Evet, sanat bir ihtiyaçtır. Ancak insan karnını doyurabilir, geleceği için korkuyu bir kenara koyabilir ve Maslow un ihtiyaçlar piramidindeki en en temel ihtiyaçlarının üstüne çıkabilirse...

Ancak sanat bilim ve yenilikler özgürlük ortamından beslenir. Özgürlük ve hürriyetin bulunmadığı ortamdan gerçek manada sanat da bilim de çıkamaz. Sadece bizim devletimizde olan sistemle devlet sanatçılığı, şehir tiyatroları gibi uygulamalarla devlet sanatçılara destek veriyor gibi görünse de, aslında sanatçıların sanatlarını ipotek altına almaktadır. Devlet belli bir maaş karşılığında “devlet sanatçılığı” gibi uydurma ünvan ile adeta sanatçıları devlet birer memuruna dönüştürmüştür. Esas şaşırtıcı olan şey, sanatçıların bu durumu nasıl olup da kabullendikleridir. Çünkü gerçek bir sanatçı bu durumu asla kabullenemez. Aksi durumda bir ulufe gibi beklediği maaş karşılığında sanatından taviz vermeyi kabul etmek zorunda kalır, devlet de ister istemez sanatçının sanatına karışma hakkını kendinde bulur. Sanatçı devletin desteği ile ayakta durmaması gerektiği gibi, devletin sanatı destekleme zorunluluğu da yoktur.

Sanata değer vermeyen, sanatçının ürettiği sanatın bir alıcısının olmadığı bir toplumdan gerçek sanat da sanatçı da çıkmaz.
Sanatçının ve bilim insanının devletin ödeyeceği ulufe gibi bir maaş karşılığında çalışmasıyla, sanat da, bilim de yeşermez.
Gerçek sanatçı da, ulufeye razı olup sanatına müdahale ettirmez. Çünkü sanat ve bilim fikir özgürlüğü gerektirir.


Bumerang - Yazarkafe