Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

28 Ocak 2017 Cumartesi

Bazı Meslekleri Yüceltirken, Bazılarını Küçümsemek

Bazı Meslekleri Yüceltirken, Bazılarını Küçümsemek

İçimizdeki ayrımcılığın en görünür vechesi, bazı meslekleri aşırı yüceltirken, bazı meslekleri ise küçümsemek ve aşağı görmektir. Bu konuda anlatılan çok güzel bir fıkra vardır. Vücudun azaları kendi aralarında vücudun hangi organının en değerli olduğu üzerine tartışıyorlarmış. Her organ kendisinin vücudun en değerli organı olduğunu iddia ediyormuş. Beyin; "Tabii ki en önemli organ benim. Tüm bedeni sinir ağları ile ben yönetirim."demiş. Kalp buna karşı çıkmış."Elbette en değerli organ benim. Çünkü beyin dahil tüm organlara, onların hücreler için gerekli olan kanı ben pompalarım. Ben kan pompalamazsam hepiniz bitersiniz!" demiş. Mide ise; " hayır, en önemli organ benim. Çünkü tüm beden ve hücreler ihtiyaç duydukları gıda ve besinleri ancak benim aracılığımla alabilir. Ben olmazsam, tüm beden açlıktan ölür!" demiş. Buna akciğer karşı çıkmış ve en önemli organın kendisi olduğunu iddia etmiş. Bu tartışmayı uzaktan izleyen popo ise sessiz sakin tartışmayı takip edip herkesin sözünün bitmesini beklemiş. En sonunda tartışma devam ederken, "durun bakalım lan! Bedenin en önemli organı benim" demiş. Diğer tüm organlar popo'ya dönüp katıla katıla gülmeye başlamışlar. "Ne, sen misin? Sen zurnanın son deliğisin. Sen nasıl en önemli organ olabilirsin ki!" diye alay etmişler. O da; "görürsünüz siz." diyerek tüm dışkılama faaliyetlerini durdurmuş. 1. gün bir şey yokmuş. Fakat 2. gün vücutta sıkıntılar baş göstermeye başlamış. Artık 3. gün vücut şişmeye, morarmaya ve dayanılmaz bir şekilde ağrımaya başlamış. 4. gün tüm organlar popoya gidip özür dilemişler. " Ya ne olur sen bizi affet! Evet, kabul ediyoruz vücudun en önemli organı sensin! Ne olur faaliyetlerini bir an önce başlat. Yoksa hepimiz öleceğiz! " diye yalvarmışlar. Ve popo da böylece krallığını ilan etmiş. Hiçbir organımız bir diğerine üstün olamaz. Bunu en iyi hasta olduğumuzda anlarız. Bırakınız organlarımızı, bir tırnağımızda bir sorun olsa, tüm aklımız fikrimiz ve tüm dikkatimiz orada olur. Adeta, en önemli organımız tırnağımız olur. Aynı şekilde bizler de bireyler olarak toplum yaşantısı içinde büyük bir mekanizmanın küçük dişlileri veya organlarıyızdır. Bir dişli olmazsa, o eşsiz mekanizma da çalışmaz. Her mesleğin kendine özgü zorlukları ve önemi vardır. Ancak bizim toplumumuzda doktorluk, diş hekimliği, eczacılık, mühendislik, gazetecilik, televizyon ve medya sektörü çalışanı gibi bazı meslekler yüceltip göklere çıkarılırken, bazı meslekler ise küçük görülür. Bu mesleklerin başında çobanlık, amelelik, çöpçülük, hamallık gibi genel olarak çiftçilik ve bedenen çalışılan meslekler gelir. İşçilik, tamircilik, el işçiliği, garsonluk, taksicilik, şoförlük, kasiyerlik de küçümsenir. Hatta içlerinden amelelik bir hakaret sıfatı olarak kullanılır. "Amele sümüğü gibi" yada "Bir çobanın oyu ile benim oyum bir mi?" ifadeleri, aşağılamanın ve o kişilere üstten bakmanın dışa vurumudur. Bu meslekler alenen veya üstü kapalı olarak aşağılanır, küçük görülür. Bu durum özellikle ülkemizdeki seçkincilik anlayışının genel bakış açısıdır. Halbuki aşağılanan o meslekler olmasa ve küçümsenen o işi yapan insanlar olmasa, o insanlar çalışmasa çalışmasa tüm toplum sistemi çöker. Eğer çiftçi toprağı ekmese, biçmese, hayvanları yetiştirmese tüm toplum bu durumdan etkilenir. Eğer küçümsenen ve burun kıvrılan ameleler ağır işleri yapmasalar, çöpçüler çöpleri toplamasa, caddeleri süpürmese, diğer küçümsenen işler yapılmasa hiç bir proje tamamlanamaz ve şehirlerimizi, caddelerimizi, sokaklarımızı pislik götürür ve tüm toplumun işleyişi bozulur. O zaman, peki bu neyin küçümsemesi? Ancak, görülüyor ki toplum olarak içimizdeki ayrımcılık merakı ve görünmez bir kast sistemi (alt tabaka-üst tabaka algısı) genlerimize kadar sinmiştir. Bu duruma örnek olarak, aşağıda yaşanmış gerçek bir hikaye paylaşacağım.

Çalıştığım şirkette sevdiği vizyoner bir taksici ile tanışmıştım. Kendisi kısa sürede şirketimiz içinde ünlü olmuştu. Çünkü kendisi, alışıldık bir taksici profilinde bir kişi değildi. Üniversite mezunu, yabancı dil bilen, eğitimli, bilgili, görgülü ve çok yardımsever bir insandı. Aracına tertemiz bakardı. Yurtdışından yabancı bir misafir karşılanacaksa herkes bu taksici arkadaşı arayarak misafirini onun karşılamasını istiyordu. Bu sayede bu taksici arkadaşın ülkemizde yaşayan yabancılardan da oldukça geniş bir müşteri kitlesi oluşmuştu. Hava alanı yada uzak bir yere gidilecek veya dakiklik gerektiren önemli bir durum olduğunda herkesin aklına bu taksici arkadaş geliyor, herkes onu çağırıyordu. Bir gün ben de bu taksici arkadaşı hava alanı transferi için çağırdım. Yolda kendisi ile çok güzel ve samimi bir sohbete tutuştuk. Kendisi, bana başından geçen şu olayı anlattı. Soğuk bir İstanbul kışında bir gün, bir yabancı müşteriyi İstanbul'daki evinden alıp yapılacak bir iş görüşmesi için İstanbul Boğazı kenarında lüks bir restoranda götürmek üzere çağrılmış. Taksici, misafiri ile sohbet ede ede müşterisini, Boğaz kenarındaki buluşma noktası olan restorana ulaştırmış. Müşterisi olan bu yabancı misafir dönüş için 1-2 saat beklemesini söylemiş. Ancak bir an duraksayan yabancı müşteri taksici arkadaşa İngilizce olarak: "Hava buz gibi Neden sen de benimle gelmiyorsun? Zaten çok önemli bir konu da değil." diyerek kendisini ısrarla içeriye davet etmiş. Taksici arkadaş istemeyerek ve mahcup bir vaziyette daveti kabul etmek zorunda kalmış. Beraberce yabancı müşteri ve diğer buluşacakları Türk beyefendi için ayrılmış olan masaya oturmuşlar. Türk beyefendiyi beklerken sohbet etmeye devam etmişler. Çok geçmeden o bey de teşrif etmiş. Tabii taksiciyi tanımadığı için onu yabancı misafirin yanındaki yabancı misafiri zannetmiş. Taksiciye karşı oldukça sıcak davranmış. Fakat bir süre sonra yabancı olan müşteri, yanındaki arkadaşı Türk ve taksici olduğunu belirterek kendisiyle tanıştırınca, bizim beyefendinin suratı birden bire değişmiş. Bunu fark eden taksici arkadaş da bu durumdan rahatsız olup dışarı çıkmak istemiş. Ancak yabancı olan buna müsaade etmemiş. Çok ısrar ederek kendisinin de masada onlarla beraber kalmasını rica etmiş. Ben bu olayı duyduğumda ne çok üzülmüş, içimizdeki görünmez kast sisteminin ne kadar yaygın olduğunu düşünmüştüm. Ne kadar acı bir durumdur ki, bir yabancı bir insan bir Türk taksici ile oturup bir şeyler yemeye içmeye, sohbet etmeye gocunmuyor, fakat kendi insanımız kendi öz insanını küçümsüyor, onu sohbetine, muhabbetine ve sofrasına ortak edemiyor!

Çevrenize bakın, hiç mutlu garsonlar, mutlu taksiciler, mutlu kasiyerler, mutlu temizlik işçileri, mutlu servis şoförleri, tamirciler, mutlu fabrika işçileri görüyor musunuz? Ben göremiyorum, muhtemelen siz de göremezsiniz. Ancak bu popüler olmayan işleri yapan insanlara layık görülen asgari ücreti düşündüğünüzde, o geniş halk kitlesinin mutsuzluğunu anlayabilirsiniz. Ülkemizin çoğunluğu meslek lisesini bitirip iş hayatına atılınca, açlık sınırının çok altında olan asgari ücrete mahkum edilmiş olarak çalışma hayatına katılıyor. Hem de tüm ömrü boyunca! Bir insan yıllarca ülkemizdeki asgari ücretle nasıl insanca yaşayabilir, geleceğe nasıl güvenle bakabilir? Hele bir de kira ödüyorsa, psikolojik bunalımlar ve gelecek endişesine kapılmadan evinin, ailesinin geçimini nasıl sağlayabilir? Bu insan çocuklarına nasıl daha iyi eğitim sağlayabilir? Bu insan nasıl ev, araba sahibi olabilir? Bu insan nasıl sinemaya, tiyatroya, konsere gidebilir? Ben yurt dışına çıktığım zamanlarda çoğunlukla birilerine hizmet etmenin zevki ve mutluluğuyla işlerini neşe içinde yapan garsonlar, taksiciler, işçiler, kasiyerler, memurlar gördüm. Özellikle de garsonların güler yüzlü pozitif enerjilerini hemen fark etmişimdir. Siparişi alırken, servis yaparken, arada bir gelip her şeyin yolunda olup olmadığını, varsa ilave ihtiyacımızı sorduklarında onların pozitif enerjilerinden dolayı büyük mutluluk duymuşumdur. Hatta aynı mekana 1 yıl, 2 yıl sonra gidip aynı garsonlar ve çalışanları gördüğümde ise sanki bir yakınımı görmüş gibi olurum. Böyle mutlu garsonları ve çalışanları gördüğümde, neden bizde hep mutsuz, asık suratlı, kaba garsonlar ve çalışanlar olduğunu düşünmüşümdür. Aslında çalışan kesimin mutsuzluğunun esas nedenini de hemen tahmin ederim. Garsonlar gibi; tüm hizmet sektöründe çalışan kesimlere de doğru düzgün maaş verilmediği gibi, köle gibi çalıştırıldıkları için bu durum çalışanların yüzlerine ve enerjilerine de yansır. Bu nedenle bizde mutlu garson, mutlu kasiyer, mutlu fabrik işçisi görme şansınız azdır. O insanlara çoğunlukla da asgari ücret layık görüldüğü için, insanlar da çalıştıkları iş yerlerinde en küçük bir sorun yaşadıklarında yada daha iyi bir teklif aldıklarında iş değiştirirler. O yüzden ülkemizde herhangi bir restorana 2. veya 3. defa gittiğinizde sirkülasyondan dolayı aynı garsonu görme ihtimaliniz azdır.

Birçok alt ve üst yapı çalışmasının en temel değeri olan, en zor işleri yapan amelelerde yani inşaat işçilerinde ise durum daha fecidir. Yaz-kış, yağmur-çamur, kar,sıcak, nem demeden bedenleri ile dış ortamda ve şantiye ortamında çalıştıkları halde hak ettikleri yüksek ücreti alamadıkları gibi, işlerinin prestiji de yoktur. Halbuki bu durum; Avrupa'da tam tersidir. Almanya'da bedence çalışma gerektiren ağır işlerde, pis veya tehlikeli işlerde çalışan insanlar, okumuş olan insanlardan, doktorlardan, mühendislerden, öğretmenlerden daha fazla para kazanırlar. Çünkü bedenen çalıştıkları, tehlikeli ve pis işlerde yıprandıkları için… Aslında doğru ve adil olan da budur. "Kafalıyım ama amele olacağım." Bu sözü Almanya'da iş bulma kurumuna meslek eğitimi almak ve iş hayatına atılmak isteyen gençlerin başvuru kuyruğunda beklerken, bir tv kanalının röportaj için mikrofonu uzattığı bir Türk gencinin ağzından duymuştum. "Aslında kısaca derslerde başarılıyım ancak boşu boşuna okuyarak dirsek çürümeye gerek yok. Amelelik yaparak zaten doktorlardan, mühendislerden daha fazla para kazanabileceğim" demek istiyordu. Yine hayatımın bir döneminde işim gereği 2-3 haftalık dilimler halinde, çeşitli kereler İngiltere'de geçirme şansı yakalamıştım. Her gün otelimizden, çalıştığımız şirkete aynı taksici Bob ile gelip giderdik. Bob ile bir hayli samimi olmuştuk. Konuştukça Bob'un çok bilgili ve çok kültürlü bir insan olduğunu öğrendik. Hatta Bob'un her yıl yurtdışında ailesi ile birlikte tatil yaptığını, ayrıca kendisinin Londra'daki ünlü müzikallere ve operalara gittiğini öğrendiğimizde çok şaşırmıştık. Hem kazanç, gelir hem de profil ve vizyon olarak ülkemizdeki taksici meslek grubu ile bağdaştıramadığımız, şaşırtıcı bir olaydı. Halbuki şaşılacak bir şey değildi bu. Gayet normal olan bir şeydi. Hepimiz insandık. Hepimizin hakça, adilce, müreffeh olarak yaşamaya hakkı vardı. Hiç bir insanın hiç bir insana üstünlüğü olamayacağı gibi, hiç bir mesleğin hiç bir mesleğe üstünlüğü olamazdı. Fakat bizim toplumumuzda ayrımcılık ve sınıfsal arımlar genlerimiz kadar işlemiştir. Almanya'da, İngiltere'de bir müdür, bir kafeterya çalışanı ile, temizlikçi ile, işçi ile, taksici ile oturup kalkabiliyor, Pub'da oturup birşeyler içip sohbet edebiliyorsa biz bunu neden yapamıyoruz? Neden bazı insanları ve bazı meslek gruplarını bazılarından küçük görüyoruz? Elbette akademik kariyerin maaş ve hayat standartlarında bir farkı olmalı ancak okuyan ve okumayan arasında bu kadar fark olması hiç doğal değil. Okuyan insana insanca yaşamı layık görürken, okumayana köleliği layık görmek hiç de adil değil!
Bumerang - Yazarkafe