Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

22 Temmuz 2017 Cumartesi

Montaigne "Denemeler" den Yansımalar

Montaigne'in "Denemeler"i her zaman okuma listemde olup, oldukça geç okuduğum bir kitaptı. 1500 lerin Fransa'sında yazılmış bu kitabın ne derece anlaşılır ve faydalı olacağına dair kuşkularım vardı. Hem de "Denemeler" ne ola ki?" diye düşünmüştüm hep. Deneme yazıları bir edebiyat mıdır, yoksa edebiyat denemesi midir? İyi bir yazar ve filozof neden deneme yazar ki?...vb ön yargılar yüzünden Montaigne'yi okumayı geciktirdim hep. Kitabı okurken, bu ön yargılarımın ne kadar yanlış olduğunu gördüm. Oysa ki birgün kendi denemelerimi yazacağımı, bilge kişi Montaigne'den bu kadar çok etkileneceğimi nereden bilecektim? Onun kitabında anlattıkları o kadar yalın ve açık yazılmıştı ki, onu anlayabilmek için sadece okuma yazma bilmek yeterli idi. Ayrıca, kitabında anlattıkları her ne kadar 1500 lerin Fransa'sı olsa da, yazdıkları bu günümüze ve hepimize ışık tutmaya devam ediyordu. Işık ki hem de ne ışık, adeta bir projektör tutuyordu! Çünkü anlattığı şeyler, bireylerdi, toplumdu, yozlaşmaydı, erdem arayışı idi, krallar ve devlet yöneticileri idi. Anlattığı kendisiydi, insandı, hayatdı. İnsanın benliği (nefsi veya egosu), hırsı, öfkesi, aç gözlülüğü ve önüne geçemediği arzuları idi. Yazıları erdem arayışı ve bilgelik idi. Hayatın anlamını aramak idi. Yani çağlar da geçse değişmeyecek olan gündem idi. Montaigne'yi 1500 lerin Fransa'sından al 2000 li yıllarının Türkiye'sine getir, anlattıklarının en az %80 i şu gün dahi aynen geçerlidir asla sırıtmaz. Tartışma konuları çok benzerdir. İnsanlar ve tutumları, toplumsal konular nerdeyse aynıdır. İnsanların endişeleri, kaygıları, korkuları, mücadeleleri, hırsları tanıdıktır. Dolayısıyla, bu güne ışık tutmakta olduğunu söylerken, hiç bir şekilde abartmadım. Montaigne'yi o kadar benden, kendimden buldum ki! Sanki kendine bakışı, benim kendime bakışım gibiydi. Montaigne'nin denemelerinde en başta tereddütlerim olsa da, hayata, bilgeliğe, huzura ve mutluluğa dair çok değerli bilgiler budum. Bu denemelerinden çok önemli bulduklarımı ve onun bazı ölümsüz sözlerini aşağıda paylaşmaktan gurur duyuyorum. Eğer hala okumadıysanız, size tek söyleyebileceğim şey; çok büyük kayıpta olduğunuzdur. O muhteşem denemelerden kitaplarımda alıntılar yaparak faydalanmayı düşündüm. Montaigne insanların kendi kendilerinin bir ibret olduğunu söyler. "Benim yaptığım, daha önceden bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir. Kitabımın ta kendisiyim ben. Ben kitabımı yaptığım kadar da kitabım beni yaptı. Benim yaptığım, daha önceden bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir. Başkasına değil kendime anlatıyorum." der.
"Doğanın insanlara en adilce dağıttığı nimet akıldır derler. Çünkü hiç kimse akıl payından şikayetçi değildir. Nasıl olsun? Aklını beğenmemesi için aklından ötesini görebilmesi gerekir. Ben düşüncelerimin doğru olduğunu sanıyorum: Ama öyle sanmayan kim var?" diyen Montaigne'nin, bu muhteşem sözler gibi sözlerini ve felsefik tespitlerini kendim ve okuyucu için adeta bir hap gibi olacak ve faydalanabilecek şekilde derledim.  İşte benim kendim ve sizler için derlediğim Montaigne "Denemeler" den, yüzyıllar öncesiden taptaze haykırışlar ve kesitler aşağıda:

Hayat ve Bilim
*Neyi özlemeyiz? Neye yarar bunca zahmetle kazanılan para? Nedir adaletin, insanların bizden beklediği? Tanrı ne olmamızı istemiş bizim? Neyiz? Neyin peşinde koşuyoruz? Bilmek ve bilmemek nedir? Öğrenimin amacı ne olmalıdır? Mertlik, tokgözlülük ve doğruluk nedir? İyiye özenmeyle açgözlülük, krala bağlılıkla kölelik, özgür yaşamakla keyfine göre yaşamak arasında ne farklar vardır? Ölümden, acıdan ve ayıptan ne zaman korkulmaz? Dertlerden nasıl kurtulmalı dertlere nasıl katlanmalıyız?
Erdemli olmayı göze al; bu yola gir; İyi yaşamayı sonraya bırakan; yolunda bir ırmağa rastlayıp da akıp geçmesini bekleyen köylüye benzer; Irmak hiç durmadan akıp gidecektir.
Anaksimenes, Pythagoras'a şunu yazmış. Gözlerimin önünde ölüm ve kölelik dururken yıldızların düzeniyle nasıl uğraşabilirim? (Çünkü o sırada İranlılar yurduna karşı savaşa hazırlanıyorlardı.) Herkesin şöyle düşünmesi gerekli: Bizi para tutkusu, mevki tutkusu, saygısızlık, geri kafalılık içimizden yıkarken gidip de dünyanın dönüşüyle mi uğraşacağım? 

Zaman ve Devinim
*Parmenides büyük bir güç saydığı devinimin nesnelerde olamayacağını söylüyormuş. Pytagoras'a göre madde akıcı ve geçicidir. Stoacılara göre şimdiki zaman yoktu; şimdi dediğimiz, geçmişle geleceğin bağlantısı, bileşimidir. Herakleitos'a göre, hiçbir insan aynı ırmakta iki kez yıkanmamıştır. Epikharmos'a göre, geçmişte borç almış olan şimdi borçlu değildir, geceden sabah yemeğine çağırılmış biri bugün davetsiz gelir yemeğe. Çünkü çağıran ve çağrılan aynı adamlar değildirler artık, başka birer adam olmuşlardır. Ölümlü bir nesne iki kez aynı halde bulunamaz; çünkü farkedilmez anlık bir değişmeyle bir dağılır, bir toplanır bir gider bir gelir.
*Varlık belirgin kılınamaz. Sıradan insanların söylediği gibi bir çağdan diğer bir çağa değil, gün be gün, hatta dakika başına değişmekteyiz,

Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi denemekle kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde. Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz; zararı yok. Bütün ahlak felsefesi sıradan ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli bir hayata da: Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.

*Fazla yüz bulan, her dediğini yaptıran aşk bezginlik verir. İyi bir yemeği fazla kaçırmak da mideyi bozar. Bolluk kadar insanı sıkan, usandıran şey yoktur. Karşısında üç yüz kadını birden buyruğuna hazır gören bir adamda istek mi kalır? Büyük bir Sultan'ın sarayında öyle imiş. Onun atalarından biri de ava giderken beraberinde en az yedi bin şahinci götürürmüş; böyle bir avın anlamı ve tadı acaba neresinde idi?

Alışkanlık
*Bir köylü kadın, bir danayı doğar doğmaz kucağına alıp sevmiş, sonra da bunu adet edinmiş. Her gün danayı kucağına alıp taşırmış. Sonunda buna o kadar alışmış ki dana büyüyüp koskoca öküz olduğu zaman, onu yine kucağında taşıyabilmiş. Bu hikayeyi kim uydurduysa, alışkanlığın ne büyük bir güç olduğunu çok iyi anlatmış olacak. Gerçekten alışkanlık pek yaman bir hocadır ve hiç şakası yoktur. Yavaş yavaş, sinsi sinsi içimize ilk adımını atar; başlangıçta kuzu gibi sevimli, alçak gönüllüdür ama, zamanla, oraya yerleşip kökleşti mi, öyle azılı, öyle amansız bir yüz takınır ki kendisine, gözlerimizi bile kaldırmaya izin vermez.

Akıl Erdiremediğimiz Gerçekler
*Hazırım canımı vermeye dostlarım ve yurdum için. Ama geçici, raslantıya bağlı olan bu görevlerde kafamız rahatını, sağlığını yitirmemeli; eylemsiz değil, ama öfkesiz, tutkusuz kalmalıdır. Ruhumuz eylemlerde pek çaba harcamaz, uykuda bile eylemler içindedir hiç yorulmadan. Ama onu coşturmada ölçülü davranmaktayız, çünkü beden üstüne yükleneni nasılsa öyle taşır; ama ruh yüklendiğini çoğu kez kendi zararına büyütüp ağırlaştırır, dilediği ölçüyü verir ona. İnsanlar aynı şeyleri ayrı çabalarla, değişik irade gerginliğiyle yaparlar.

Dizginsiz Tutkular
*Ruh bedene, beden ruha ayak uydurmayabilir. Nice insanlar savaşı hiç umursamadan savaşlara girerler her gün. Ölümü göze alarak katıldıkları savaşı yitirmek uykularını bile kaçırmaz. Öte yandan başka bir insan evinde, atılamayacağı tehlikelerden uzakta, savaşın sonucunu canı ağzında merak eder, savaşa kanını canını koyan askerden daha fazla ruh çabası harcar. Ben toplum işlerine katılırken kendimden tırnak boyu uzaklaşmamasını, kendimi, kendimden geçmeden, başkasına vermesini bildim.Taşkın ve azgın bir tutku giriştiğimiz işe yarardan çok zarar getirir, olayların ters gitmesi, gecikmesi karşısında sabırsızlığa sürükler bizi, işlerine baktığımız insanlardan soğutur, kuşkulandırır. Bizi avucuna alan ve sürükleyen bir işi kendimiz iyi yönetemeyiz hiçbir zaman.Çoşkunluk sarpa sardırır işleri.

*İyi olmak arzusu bazen öyle azgın bir tutku oluyor ki, iyi olalım derken kötü oluyoruz. Bazıları der ki, iyinin aşırısı olmaz, çünkü aşırı oldu mu zaten iyi değil demektir. Sözcüklerle oynamak diyeceği gelir insanın buna.

Ölüm ve Hastalık
*Philippos kılıç elde Peloponez'e girince, biri gelmiş Damidas'a demiş ki, bu adamın dostluğunu kazanmazsak Lakedemonyalılar'ın çok çekeceği var. Hadi be, korkak, demiş Damidas, ölümden korkmayanların ne çekeceği olabilir? Agis'e de bir insan nasıl özgür yaşayabilir, diye sorulduğu zaman; ölümü küçümseyerek, demiş. Bu görüşler ve bu konuda raslanan daha binlercesi, ölümü sabırla beklemekten öte bir davranış istiyorlar elbet insandan. Hayatta ölümden beter birçok belalar vardır çünkü. Vicdanımız bizi günah işlememeye, isteklerimiz azaldığı için değil, aklımızın gereklerine uyarak zorlamalıdır.

Ne ölümden kork, ne de ölümü iste.
Bunlardan ikisi de kaçınılacak durumlardır ama birincisinden kaçınmak çok daha kolaydır. Evet, ama, acılara dayanırken hiç istifimizi bozmamayı, mağrur ve sakin bir tavır takınmayı bir ahlak kuralı yapmak da bana anlamsız bir gösteriş gibi geliyor. Neden, bir şeyin aslına, doğrusuna bakan felsefe, burada görünüş üzerinde duruyor? Bu oyunu aktörlere, söz ustalarına bıraksın. Dış hareketlerimize bu kadar önem veren onlardır. İnsanın yüreği sağlamsa, acıları yenmek için ağlayıp sızlanmaktan çekinmesin. İrademizi aşmayan bu sızlanmaları, irademizi aşan iç çekişleri, hıçkırıklar, çarpıntılar, sararmalar gibi görsün. Yürekte korku, sözlerde umutsuzluk yoksa, daha ne istiyor? Düşüncemiz kıvranmıyorsa, bedenimiz kıvranmış ne çıkar? Felsefe bizi başkası için değil, kendimiz için, güçlü görünmek için değil, güçlü olmak için yetiştirir. Düşüncemizi yönetsin yeter! Onun işi budur. Ruhumuza öyle bir güç versin ki, kum sancılarında kendini kaybetmesin, korkakça boyun eğmesin, karşı koysun; bitkin, ezilmiş bir hale gelmesin, bir savaş taşkınlığı ve azgınlığı göstersin. 

*Ben insanın iş görmesini, yaşama çabasını uzatabildiği kadar uzatmasını isterim. Ölüm, lahanalarımı dikerken bulmalı beni; ama ölüm korkusu, hele kusurlu bahçemi yitirme korkusu içinde değil.

*Ölümün bizi nerede beklediği belli değil, iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim.
*Miden iyi, ciğerlerin ayakların sağlamsa, kralların hazineleri, daha fazla mutlu edemez seni. 
*Yaşadığımız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır. 

*Ömrünüzün her günkü işi, ölüm evini kurmaktır. Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz; çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış oluyorsunuz. Ya da şöyle diyelim, isterseniz: Hayattan sonra ölümdesiniz; ama hayatta iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha acı, daha derin, daha can yakıcıdır.

*Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin. Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir çağrılı gibi kalkıp gidemiyorsun?

Aramızdaki Eşitsizlik
*Aradığımız kılıcın değeridir, kının değil. Kınından çıkınca belki de beş para vermezsiniz kılıca. İnsanı kendi değeriyle ölçmeli, süsü püsüyle değil. Eskilerden birinin pek hoş olarak dediği gibi: Bilir misiniz niçin büyük görülür o insan bize? Topukları yüksek de ondan. Taban heykelden sayılmaz. Ayakkabılarını çıkarıp öyle ölçmeli boyunu insanın: Parasını pulunu, şanını şerefini bir yana bırakıp bir gömlekle çıksın karşımıza. Bakalım bedeni işine elverişli mi, sağlam, zinde mi? Kafaca nasıl? Hoş mu, yetenekli mi, gerekli her tahtası yerinde mi? Düşünce dağarcığı kendinden mi, başkalarından mı? Varlığında talihin payı var mı? Çekilen kılıçlara alev alev mi bakıyor? Canının nereden, ağzından mı gırtlağından mı çıkacağına aldırmıyor mu? Kendinden emin, haksever, tokgözlü mü? Bakılması gereken bunlardır, bunlardan anlaşılır aramızdaki sonsuz ayrılıklar. Görmüyor muyuz,
Nedir Doğanın istediği bizden, illetsiz bir bedenden,
Varlığının güzel tadını çıkaran,
Hiçbir şeyden korkmaz bir ruhtan başka?
Öyle bir insanı karşılaştırın budala, aşağılık, köle ruhlu, değişken, türlü tutkuların rüzgarınca durmadan bir o yana bir bu yana yuvarlanan çamur gibi insanlarımızla: Yerle gökten daha uzaktır onlar birbirinden. Ama adetlerimizde öylesine körleşmişiz ki bu ayrılığa hemen hiç önem vermez olmuşuz. O kadar ki, bir köylüyle bir kralı, bir soyluyla bir soysuzu, bir devlet adamıyla bir özel kişiyi, bir zenginle bir yoksulu ele aldığımızda hemen çok büyük bir ayrılık görüyoruz aralarında; oysa bu ayrılık giyim kuşam ayrılığından başka bir şey değildir aslında...

*Cimriliği yaratan yoksulluk değil zenginliktir daha çok.

Nasıl Konuşmalı
*Sözümün akışını bozup güzel tümceler aramaktansa güzel tümceleri bozup sözümün akışına uydurmayı daha doğru bulurum. Bir sözün ardından koşmamalıyız, söz bizim ardımızdan koşmalı, işimize yaramalı. Söylediğimiz şeyler sözlerimizi almalı ve dinleyenin kafasını öyle doldurmalı ki artık sözcüklerini hatırlayamasın. İster kağıt üstünde olsun, ister ağızdan, benim sevdiğim konuşma, düpedüz, içten gelen, lezzetli, şiirli, sıkı ve kısa kesen bir konuşmadır. Güç olsun, zararı yok; ama sıkıcı olmasın; süsten, özentiden kaçsın, düzensiz, gelişigüzel ve korkmadan yürüsün. Dinleyen, her yediği lokmayı tadarak yesin. Konuşma, Sueton'un, Julius Caesar'ın konuşması için dediği gibi, askerce olsun; ama ukalaca, avukatça, vaizce olmasın.

Doğruluk Kaygısı
*Düşünce çatışmaları beni ne kırar, ne yıldırır, sadece dürtükler, kafamı çalıştırır. Eleştirilmekten kaçarız. Oysa ki bunu kendiliğimizden istememiz, gelin, bizi eleştirin dememiz gerekir: Hele eleştirme bir ders gibi değil de bir karşılıklı konuşma gibi olursa. Biri çıkıp bizim düşüncemizin tersini söyledi mi, onun doğru söyleyip söylemediğine değil, doğru yanlış, kendi düşüncemizi savunmaya bakarız. Bizi düzeltmek isteyene kollarımızı açacak yerde, yumruklarımızı sıkıyoruz. Ama ben dostlarımın bana sert davranmasını istiyorum. Sen bir budalasın, saçmalıyorsun, desinler bana. Ben, dostlar arasında açık, yiğitçe konuşulmasını isterim. Dostların düşünceleri neyse sözleri de o olmalı.

Ben, biraraya gelen insanların, sertçe, erkekçe konuşmalarını isterim. Dostlar arasındaki bağlar sert, yırtıcı olmalı: Nasıl ki aşk da ısırmalar, kanatmalar ister! Dostluk kavgacı olmadı mı, sağlam ve cömert de değildir. Nazlı, yapmacık bir hava, birini kırma korkusu dostluğa rahat nefes aldırmaz.

Çatışmadan Tartışılamaz. (Cicero)
*Bana çatıldığı zaman öfkem değil dikkatim uyanır. Bana çatandan bir şeyler öğrenmeye can atarım. Doğruyu bulmak her iki tarafın kaygısı olmalı. İnsan öfkelendi mi düşünemez olur aklından önce sinirleri işler. Tartışmalarda bahis tutuşmak hiç de faydasız değildir. Doğrudan ayrıldık mı, elle tutulur bir şeyler kaybetmeliyiz. Yıl sonunda uşağım demeli ki bana: Bilgisizlik ve inatçılık yüzünden bu yıl bin lira kaybettiniz. Doğruyu hangi elde görsem sevinçle karşılar; uzaktan kokusunu alır almaz silahlarımı atar, teslim olurum. Fazla yukardan ve insafsız olmadıkça yazılarıma çatılmasını hoş görmüş, çoğu kez karşımdakini kırmamak için yazdıklarıma istenen biçimi verdiğim olmuştur.
Zararıma da olsa eleştirmeciye uysal davranmalıyım ki beni her zaman serbetçe uyarsın, kendimi düzeltmeme yardım etsin. Doğrusu çağdaşlarımı böyle bir işten yana çekmek kolay değil. Düzeltilmek herkesin ağrına gittiği için kimse kimseyi düzeltmeyi göze alamıyor. Düşüncesini saklayarak konuşuyor çokları.

Eğitim ve Halk
*Oğullarım olsaydı, benim gibi büyümelerini isterdim. Babamdan Allah razı olsun, beni daha beşikte iken bir köylünün evine yollamış, orada süt emmişim; uzun süre en yoksul, en gelişigüzel bir hayat içinde kalmışım. Çocuklarınızı kendiniz yedirmeyin; hele bu işi sakın karınıza bırakmayın. Bırakın, çocuklarınız halkın ve doğanın yasaları içinde büyüsün; aç kalmasını, güçlüğe göğüs germesini öğrensinler, hayatın çetinliği onlar için gittikçe çoğalmasın, azalsın. Babamın beni böyle büyütmekte bir başka maksadı daha vardı; beni halka bağlamak, bizden yardım bekleyen insanların haline ortak etmek istiyordu. Gözlerimin, bana sırtını çevirenlerden değil, kollarını açanlardan yana bakmasını daha doğru buluyordu. Bu düşünce ile beni düşkün insanlara bağlamak, borçlu bırakmak istedi. İstediği oldu: Zayıf, zavallı insanlara kolayca bağlanabiliyorum. Bunu hem şerefli bir iş sayıyorum, hem de içimden öyle geliyor. Ülkemde kargaşalıklara neden olan bir partiye kızıyorum. 

Zorluğun Değeri
Filozofların en akıllıları derler ki: akla uygun hiçbir şey yoktur ki tam tersi de akla uygun olmasın. Yakınlarda gevelediğim bu güzel sözü eskilerden biri (Seneca) yaşamayı küçümseme yolunda kullanmış. Ona göre, yalnız yitirmeye hazırlandığımız bir nimet bize zevk verebilir. Yitirme acısıyla yitirme korkusu bir kapıya çıkar. Demek ister ki bununla, yaşamayı yitirme korkusunda olursak, yaşamanın tadını çıkaramayız. Ama bunun tersi de söylenebilir: Yaşamaya bu kadar sıkı sarılıp, böylesine bir sevgiyle bağlanmamış, onun temelli olmadığını gördüğümüz, elimizden çıkmasından korktuğumuz içindir. Gerçek ortada çünkü: Ateş nasıl soğuktan hız alıyorsa bizim istemimiz de kendi karşıtıyla bilenip keskinleşiyor.
Arzuyla sarıldıklarının canı yanar; dişleri ısırır çoğu kez nazik dudakları.
Gizli dürtüler incitmeye iter onları. Azgınlıkları artar böylece.
Her işte görülen budur: Zorluk değer kazandırıyor her şeye.

Düşünmede Kendindenlik
Biz güzellikleri yalnız sivri, şişkin, süslü püslü olarak seviyoruz. Saf ve sade olanlar kolayca kaçıyor bizim kaba gözlerimizden. Öylelerinin ince ve saklı bir yanları var. İnsanın pussuz, yıkanmış, arınmış bir bakışı olmalı ki o gizli ışıltıyı görebilsin. Biz saflığı budalalıkla eşanlamda kullanıp kınamıyor muyuz? Oysa ki, Sokrates doğal ve herkesinkine benzer yoldan yürütüyor düşüncesini. Bir köylü, bir kadın onun gibi söyler söyleyeceğini. Sözünü ettiği insanlar yalnız arabacılar, doğramacılar, terlikçiler, dülgerlerdir. Açıklamaları, benzetileri hep insanların en bayağı, en ortamalı eylemlerinden alınmadır; herkes anlar. 
Bizim dünyamız gösteriş üzerine kurulmuş; insanlar üfürükle şişiyorlar yalnız. Balonlar gibi hoplatılarak durabiliyorlar. 

Büyüklük ve İnsancalık
*Şana şerefe ermenin en kestirme yolu, şan şeref için yaptığımızı kendi vicdanımızın buyruğuyla yapmaktır. 

Kendi Zenginliğimiz
*Biz kendimiz sandığımızdan daha zenginizdir. Ama bizi her şeyi başkalarından almaya, dilenmeye alıştırıyorlar. Kendimizden çok başkalarından yararlanacak biçimde yetiştiriyorlar bizi. İnsan hiçbir şeyde gerek duyduğu kadarıyla yetinmiyor. Ne şehvette, ne servette, ne devlette kollarını kucaklayamayacak kadar açmaktan alabiliyor kendini. Açgözlülüğü ılımlı olamıyor bir türlü. Bilme merakı da aşırı gidiyor bence insanın. Başaramayacağı kadar, gereğinden fazla iş alıyor üstüne.

Türk Ordularındaki Disiplin
*Askerlerin düşmandan çok komutanlarından korkmalarını isteyen o eski ahlak ne oldu? Şu güzelim örneğin benzeri nerde: Bir elma ağacı Roma ordusunun kamp kurduğu bir yerin ortasında kalmış da ertesi gün ordu çekilip giderken olgun, nefis elmaları bir teki eksilmeden sahibine bırakmış. İsterdim ki gençlerimiz vakitlerini pek yararlı olmayan gezintiler ve pek onurlu olmayan uğraşlarla geçirecek yerde biraz gidip yaman bir Rodoslu kaptanın bir deniz savaşını nasıl yönettiğini, biraz da Türk ordularındaki disiplini görsünler. Çünkü bizimkinden çok ayrı ve çok üstün onlardaki disiplin. Bizim askerlerimiz seferde eskisinden daha uygunsuz, sorumsuz, Türk askerleriyse tersine daha ölçülü, daha çekingen davranıyorlar. Çünkü, onlarda, barış zamanı fakir rahatsız etmek, malını çalmak birkaç kötek cezasıyla geçiştirildiği halde, savaşta en ağır cezaları görüyor. 
Fatihlerin en zalimi olan Selim üstüne yazılanları okurken şaştım: Mısır'ı aldığında Şam şehrini bolluk ve güzellikle saran eşsiz bahçelere askerlerinden hiçbirinin eli değmemiş; hem de kapalı değil açık oldukları halde.

İnsanlar & Kader & Akıl
*Bana kötülük edenleri dinlemeye, hoşgörmeye çalışırım. Ejderhalara ve mucizelere nasıl inanmıyorsam, çok büyük tanıklar olmadıkça insanlarda doğa dışı korkunç canavarlıklar olacağına inanmam. Ayrıca ben kadere seve seve boyun eğebilir, kendimi onun kollarına bırakabilirim. Böyle oluşumdan da bugüne dek zarardan çok yarar gördüm. Kader hep benden daha akıllı davranıp benim çıkarımı benden daha iyi sağladı. Yaşamımda başarılmış zor, ya da belki akıllıca denebilecek birkaç eylem vardır. Bilin ki bunlarda benim payım üçte bir, kaderin payıysa en az üçte ikidir. Bence başarısızlıklarımız kadere yeterince güvenmemekten ve elimizde olmayan bir gücü kendi davranışımıza bağlamaktan geliyor. Dilediklerimize varamayışımız çok kez bundan ötürüdür.

*Geçirdiği aşırı bir öfkeyi, bu azgınlığın kendisine nelere götürdüğünü aklında tutan kişi, öfkenin çirkinliğini Aristoteles'te okuyacaklarından daha iyi görür ve daha haklı bir nefret duyardı ona karşı. Göze aldığı, savuşturduğu belaları, ne sudan nedenlerle bir durumdan ötekine geçiverdiğini aklında tutanlar, gelecek değişikliklere, durumlarını kavramaya hazırlıklı olurlar. Caesar'ın hayatındaki ibret dersleri bizim hayatımızdakinden daha çok değildir. İmparatorların olsun, halkın olsun herkesin hayatında bütün insanlık durumları vardır. Dinlemesini bilelim yalnız: Ne eksiğimiz olduğunu kendi kendimize hep söylemekteyiz. Bir düşüncesinde kaç kez aldandığını unutmamış insan ne kadar budala olmalı ki kendi düşüncesinden kuşku duymasın.

*Tacın tahtın yalancı, aldatıcı şeyler olduğunu görür; hatta belki de kral Seleukos gibi düşünerek der ki: Hükümdar asasının ne kadar ağır olduğunu bilen, onu yolda bulsa, elini sürmez, geçer. 
İnsanlara komuta etmek pek rahat bir iş gibi görünür. Ama ben kendi hesabıma, insan kafasının ne kadar güçsüz, yeni ve belirsiz şeyler arasında doğruyu bulmanın ne kadar güç olduğunu gördükten sonra şu kanıya vardım; başkalarının ardından gitmek önde gitmekten çok daha kolay, çok daha hoştur. Çizilmiş bir yolda yürümek ve yalnız kendi hayatından sorumlu olmak ruh için büyük bir rahatlıktır.

*Bir kapının kapalı olduğunu anlamak için o kapıyı itmek gerekir.

*Aklımın sakat olmadığına benim bulduğum en iyi kanıt kendime az değer verişimdir. Sakat olsaydı kendime beslediğim sevgi onu kolayca aldatabilirdi. 
Sağlıklı olmak ve yaşamak, işte benim bütün bilgim. Böyle iken, düşüncemin kendi yetersizliğini yüzüne vurmaktan hiç geri kalmadım. Gerçekten düşüncemin en çok üstünde durduğu şeylerden biri de budur. Herkesin gözü dışardadır ben gözümü içime çevirir, içime diker, içimde gezdiririm. Herkes önüne bakar, ben içime bakarım. Benim işim gücüm kendimledir. Hep kendimi seyreder, kendimi yoklar, kendimi tadarım. Oysa, herkes kendinden başka şeylerin peşindedir hep kendisinin ötesine gitmek sevdasındadır.

Korkunun Gücü
 *Korkunun gücü son haddine şöyle varır ki, ödev, ve onur yerinde elimizden aldığı yiğitliği kendi buyruğunda gösterir bize. En çok korktuğum şeyin korku olması bundandır. Bütün belalardan daha belalı bir yanı vardır korkunun... Savaşın bir döneminde bir hayli hırpalanmış, yara bere içinde kalmış askerleri ertesi gün yeniden düşmanın üstüne yürütebilir, ama içlerine korku düşmüş askerleri önlerine bile baktıramazsınız. Mallarını yitirmek, sürülmek, köle olmak korkusuna kapılanlar, yemelerinden, içmelerinden, uykularından olup sürekli bir telaş içinde yaşarlar. Oysa yoksullar, haydutlar, köleler çoğu zaman daha keyifli yaşarlar. Korkudan kendilerini asan, boğulan, uçurumlara atlayan nice insanlar da gösteriyor ki bize korku ölümden daha amansız, daha dayanılmaz bir beladır.
Eski Yunanlıların bildiği bir başka çeşit korku varmış; bizim aklımızın şaşkınlığı dışında bir dürtüden gelirmiş. Toptan bir halkın, orduların kapıldığı olurmuş bu korkuya. Kartaca'nın altını üstüne getiren böylesi bir korku olmuş. Bağrışıp çağrışmalar gökleri tutmuş; bir baskın varmış gibi millet sokaklara dökülmüş, düşmana saldırır gibi birbirlerini yaralamış öldürmüşler. Kargaşaya, şamataya boğulmuş bütün Kartaca. Sonunda dualar, kurbanlarla tanrıların öfkesini yatıştırmışlar da öyle kurtulmuşlar bu beladan. Pan tanrının saldığı korku anlamına panik diyorlar buna.
*Korku bazen kafasızlıktan gelir, yüreksizlikten de geldiği gibi. Tehlikelerden kaçınmakta aşırı telaşa düşmek kendimizi tehlikenin kucağına atmanın en kestirme yoludur.


* Montaigne - Denemeler
Bumerang - Yazarkafe