Montaigne'in
"Denemeler"i her zaman okuma listemde olup, oldukça geç okuduğum bir kitaptı.
1500 lerin Fransa'sında yazılmış bu kitabın ne derece anlaşılır ve faydalı olacağına
dair kuşkularım vardı. Hem de "Denemeler" ne ola ki?" diye düşünmüştüm
hep. Deneme yazıları bir edebiyat mıdır, yoksa edebiyat denemesi midir? İyi bir
yazar ve filozof neden deneme yazar ki?...vb ön yargılar yüzünden Montaigne'yi okumayı
geciktirdim hep. Kitabı okurken, bu ön yargılarımın ne kadar yanlış olduğunu gördüm.
Oysa ki birgün kendi denemelerimi yazacağımı, bilge kişi Montaigne'den bu kadar
çok etkileneceğimi nereden bilecektim? Onun kitabında anlattıkları o kadar yalın
ve açık yazılmıştı ki, onu anlayabilmek için sadece okuma yazma bilmek yeterli idi.
Ayrıca, kitabında anlattıkları her ne kadar 1500 lerin Fransa'sı olsa da, yazdıkları
bu günümüze ve hepimize ışık tutmaya devam ediyordu. Işık ki hem de ne ışık, adeta
bir projektör tutuyordu! Çünkü anlattığı şeyler, bireylerdi, toplumdu, yozlaşmaydı,
erdem arayışı idi, krallar ve devlet yöneticileri idi. Anlattığı kendisiydi, insandı,
hayatdı. İnsanın benliği (nefsi veya egosu), hırsı, öfkesi, aç gözlülüğü ve önüne
geçemediği arzuları idi. Yazıları erdem arayışı ve bilgelik idi. Hayatın anlamını
aramak idi. Yani çağlar da geçse değişmeyecek olan gündem idi. Montaigne'yi 1500
lerin Fransa'sından al 2000 li yıllarının Türkiye'sine getir, anlattıklarının en
az %80 i şu gün dahi aynen geçerlidir asla sırıtmaz. Tartışma konuları çok benzerdir.
İnsanlar ve tutumları, toplumsal konular nerdeyse aynıdır. İnsanların endişeleri,
kaygıları, korkuları, mücadeleleri, hırsları tanıdıktır. Dolayısıyla, bu güne ışık
tutmakta olduğunu söylerken, hiç bir şekilde abartmadım. Montaigne'yi o kadar benden,
kendimden buldum ki! Sanki kendine bakışı, benim kendime bakışım gibiydi. Montaigne'nin
denemelerinde en başta tereddütlerim olsa da, hayata, bilgeliğe, huzura ve mutluluğa
dair çok değerli bilgiler budum. Bu denemelerinden çok önemli bulduklarımı ve onun
bazı ölümsüz sözlerini aşağıda paylaşmaktan gurur duyuyorum. Eğer hala okumadıysanız,
size tek söyleyebileceğim şey; çok büyük kayıpta olduğunuzdur. O muhteşem denemelerden
kitaplarımda alıntılar yaparak faydalanmayı düşündüm. Montaigne insanların kendi
kendilerinin bir ibret olduğunu söyler. "Benim
yaptığım, daha önceden bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir. Kitabımın
ta kendisiyim ben. Ben kitabımı yaptığım kadar da kitabım beni yaptı. Benim yaptığım,
daha önceden bildiklerimi söylemek değil, kendimi öğrenmektir. Başkasına değil kendime
anlatıyorum." der.
"Doğanın insanlara en adilce dağıttığı
nimet akıldır derler. Çünkü hiç kimse akıl payından şikayetçi değildir. Nasıl olsun?
Aklını beğenmemesi için aklından ötesini görebilmesi gerekir. Ben düşüncelerimin
doğru olduğunu sanıyorum: Ama öyle sanmayan kim var?" diyen Montaigne'nin, bu muhteşem sözler gibi
sözlerini ve felsefik tespitlerini kendim ve okuyucu için adeta bir hap gibi
olacak ve faydalanabilecek şekilde derledim. İşte benim kendim
ve sizler için derlediğim Montaigne "Denemeler" den, yüzyıllar öncesiden
taptaze haykırışlar ve kesitler aşağıda:
Hayat ve Bilim
*Neyi özlemeyiz? Neye yarar bunca zahmetle kazanılan para? Nedir adaletin, insanların bizden beklediği? Tanrı ne olmamızı istemiş bizim? Neyiz? Neyin peşinde koşuyoruz? Bilmek ve bilmemek nedir? Öğrenimin amacı ne olmalıdır? Mertlik, tokgözlülük ve doğruluk nedir? İyiye özenmeyle açgözlülük, krala bağlılıkla kölelik, özgür yaşamakla keyfine göre yaşamak arasında ne farklar vardır? Ölümden, acıdan ve ayıptan ne zaman korkulmaz? Dertlerden nasıl kurtulmalı dertlere nasıl katlanmalıyız?
Erdemli olmayı göze al; bu yola gir; İyi yaşamayı sonraya bırakan; yolunda bir ırmağa rastlayıp da akıp geçmesini bekleyen köylüye benzer; Irmak hiç durmadan akıp gidecektir.
Anaksimenes, Pythagoras'a şunu yazmış. Gözlerimin önünde ölüm ve kölelik dururken yıldızların düzeniyle nasıl uğraşabilirim? (Çünkü o sırada İranlılar yurduna karşı savaşa hazırlanıyorlardı.) Herkesin şöyle düşünmesi gerekli: Bizi para tutkusu, mevki tutkusu, saygısızlık, geri kafalılık içimizden yıkarken gidip de dünyanın dönüşüyle mi uğraşacağım?
Zaman ve Devinim
*Parmenides büyük bir güç saydığı devinimin
nesnelerde olamayacağını söylüyormuş. Pytagoras'a göre madde akıcı ve geçicidir.
Stoacılara göre şimdiki zaman yoktu; şimdi dediğimiz, geçmişle geleceğin bağlantısı,
bileşimidir. Herakleitos'a göre, hiçbir insan aynı ırmakta iki kez yıkanmamıştır.
Epikharmos'a göre, geçmişte borç almış olan şimdi borçlu değildir, geceden sabah
yemeğine çağırılmış biri bugün davetsiz gelir yemeğe. Çünkü çağıran ve çağrılan
aynı adamlar değildirler artık, başka birer adam olmuşlardır. Ölümlü bir nesne iki
kez aynı halde bulunamaz; çünkü farkedilmez anlık bir değişmeyle bir dağılır, bir
toplanır bir gider bir gelir.
*Varlık belirgin kılınamaz. Sıradan insanların
söylediği gibi bir çağdan diğer bir çağa değil, gün be gün, hatta dakika başına
değişmekteyiz,
Ruhum bir yerde durabilseydi, kendimi
denemekle kalmaz, bir karara varırdım: Ruhum sürekli bir arayış ve oluş içinde.
Anlattığım hayat basit ve gösterişsiz; zararı yok. Bütün ahlak felsefesi sıradan
ve kendi halinde bir hayata da girebilir, daha zengin, gösterişli bir hayata da:
Her insanda, insanlığın bütün halleri vardır.
*Fazla yüz bulan, her dediğini yaptıran
aşk bezginlik verir. İyi bir yemeği fazla kaçırmak da mideyi bozar. Bolluk kadar
insanı sıkan, usandıran şey yoktur. Karşısında üç yüz kadını birden buyruğuna hazır
gören bir adamda istek mi kalır? Büyük bir Sultan'ın sarayında öyle imiş. Onun atalarından
biri de ava giderken beraberinde en az yedi bin şahinci götürürmüş; böyle bir avın
anlamı ve tadı acaba neresinde idi?
Alışkanlık
*Bir köylü kadın, bir danayı doğar doğmaz
kucağına alıp sevmiş, sonra da bunu adet edinmiş. Her gün danayı kucağına alıp taşırmış.
Sonunda buna o kadar alışmış ki dana büyüyüp koskoca öküz olduğu zaman, onu yine
kucağında taşıyabilmiş. Bu hikayeyi kim uydurduysa, alışkanlığın ne büyük bir güç
olduğunu çok iyi anlatmış olacak. Gerçekten alışkanlık pek yaman bir hocadır ve
hiç şakası yoktur. Yavaş yavaş, sinsi sinsi içimize ilk adımını atar; başlangıçta
kuzu gibi sevimli, alçak gönüllüdür ama, zamanla, oraya yerleşip kökleşti mi, öyle
azılı, öyle amansız bir yüz takınır ki kendisine, gözlerimizi bile kaldırmaya izin
vermez.
Akıl Erdiremediğimiz
Gerçekler
*Hazırım canımı vermeye dostlarım ve yurdum
için. Ama geçici, raslantıya bağlı olan bu görevlerde kafamız rahatını, sağlığını
yitirmemeli; eylemsiz değil, ama öfkesiz, tutkusuz kalmalıdır. Ruhumuz eylemlerde
pek çaba harcamaz, uykuda bile eylemler içindedir hiç yorulmadan. Ama onu coşturmada
ölçülü davranmaktayız, çünkü beden üstüne yükleneni nasılsa öyle taşır; ama ruh
yüklendiğini çoğu kez kendi zararına büyütüp ağırlaştırır, dilediği ölçüyü verir
ona. İnsanlar aynı şeyleri ayrı çabalarla, değişik irade gerginliğiyle yaparlar.
Dizginsiz Tutkular
*Ruh bedene, beden ruha ayak uydurmayabilir.
Nice insanlar savaşı hiç umursamadan savaşlara girerler her gün. Ölümü göze alarak
katıldıkları savaşı yitirmek uykularını bile kaçırmaz. Öte yandan başka bir insan
evinde, atılamayacağı tehlikelerden uzakta, savaşın sonucunu canı ağzında merak
eder, savaşa kanını canını koyan askerden daha fazla ruh çabası harcar. Ben toplum
işlerine katılırken kendimden tırnak boyu uzaklaşmamasını, kendimi, kendimden geçmeden,
başkasına vermesini bildim.Taşkın ve azgın bir tutku giriştiğimiz işe yarardan çok
zarar getirir, olayların ters gitmesi, gecikmesi karşısında sabırsızlığa sürükler
bizi, işlerine baktığımız insanlardan soğutur, kuşkulandırır. Bizi avucuna alan
ve sürükleyen bir işi kendimiz iyi yönetemeyiz hiçbir zaman.Çoşkunluk sarpa sardırır
işleri.
*İyi olmak arzusu bazen öyle azgın bir
tutku oluyor ki, iyi olalım derken kötü oluyoruz. Bazıları der ki, iyinin aşırısı
olmaz, çünkü aşırı oldu mu zaten iyi değil demektir. Sözcüklerle oynamak diyeceği
gelir insanın buna.
Ölüm ve Hastalık
*Philippos kılıç elde Peloponez'e girince,
biri gelmiş Damidas'a demiş ki, bu adamın dostluğunu kazanmazsak Lakedemonyalılar'ın
çok çekeceği var. Hadi be, korkak, demiş Damidas, ölümden korkmayanların ne çekeceği
olabilir? Agis'e de bir insan nasıl özgür yaşayabilir, diye sorulduğu zaman; ölümü
küçümseyerek, demiş. Bu görüşler ve bu konuda raslanan daha binlercesi, ölümü sabırla
beklemekten öte bir davranış istiyorlar elbet insandan. Hayatta ölümden beter birçok
belalar vardır çünkü. Vicdanımız bizi günah işlememeye, isteklerimiz azaldığı için
değil, aklımızın gereklerine uyarak zorlamalıdır.
Ne ölümden kork, ne de ölümü iste.
Bunlardan ikisi de kaçınılacak durumlardır
ama birincisinden kaçınmak çok daha kolaydır. Evet, ama, acılara dayanırken hiç
istifimizi bozmamayı, mağrur ve sakin bir tavır takınmayı bir ahlak kuralı yapmak
da bana anlamsız bir gösteriş gibi geliyor. Neden, bir şeyin aslına, doğrusuna bakan
felsefe, burada görünüş üzerinde duruyor? Bu oyunu aktörlere, söz ustalarına bıraksın.
Dış hareketlerimize bu kadar önem veren onlardır. İnsanın yüreği sağlamsa, acıları
yenmek için ağlayıp sızlanmaktan çekinmesin. İrademizi aşmayan bu sızlanmaları,
irademizi aşan iç çekişleri, hıçkırıklar, çarpıntılar, sararmalar gibi görsün. Yürekte
korku, sözlerde umutsuzluk yoksa, daha ne istiyor? Düşüncemiz kıvranmıyorsa, bedenimiz
kıvranmış ne çıkar? Felsefe bizi başkası için değil, kendimiz için, güçlü görünmek
için değil, güçlü olmak için yetiştirir. Düşüncemizi yönetsin yeter! Onun işi budur.
Ruhumuza öyle bir güç versin ki, kum sancılarında kendini kaybetmesin, korkakça
boyun eğmesin, karşı koysun; bitkin, ezilmiş bir hale gelmesin, bir savaş taşkınlığı
ve azgınlığı göstersin.
*Ben insanın iş görmesini, yaşama çabasını
uzatabildiği kadar uzatmasını isterim. Ölüm, lahanalarımı dikerken bulmalı beni;
ama ölüm korkusu, hele kusurlu bahçemi yitirme korkusu içinde değil.
*Ölümün bizi nerede beklediği belli değil,
iyisi mi biz onu her yerde bekleyelim.
*Miden iyi, ciğerlerin ayakların sağlamsa, kralların hazineleri, daha fazla mutlu
edemez seni.
*Yaşadığımız her an, hayattan eksilmiş, harcanmış bir andır.
*Ömrünüzün her günkü işi, ölüm evini kurmaktır.
Hayatın içinde iken ölümün de içindesiniz; çünkü hayattan çıkınca ölümden de çıkmış
oluyorsunuz. Ya da şöyle diyelim, isterseniz: Hayattan sonra ölümdesiniz; ama hayatta
iken ölmektesiniz. Ölümün, ölmekte olana ettiği ise, ölmüş olana ettiğinden daha
acı, daha derin, daha can yakıcıdır.
*Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin. Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir çağrılı gibi kalkıp gidemiyorsun?
*Hayattan edeceğiniz karı ettiyseniz, doya doya yaşadıysanız, güle güle gidin. Niçin hayat sofrasından, karnı doymuş bir çağrılı gibi kalkıp gidemiyorsun?
Aramızdaki Eşitsizlik
*Aradığımız kılıcın değeridir, kının değil.
Kınından çıkınca belki de beş para vermezsiniz kılıca. İnsanı kendi değeriyle ölçmeli,
süsü püsüyle değil. Eskilerden birinin pek hoş olarak dediği gibi: Bilir misiniz
niçin büyük görülür o insan bize? Topukları yüksek de ondan. Taban heykelden sayılmaz.
Ayakkabılarını çıkarıp öyle ölçmeli boyunu insanın: Parasını pulunu, şanını şerefini
bir yana bırakıp bir gömlekle çıksın karşımıza. Bakalım bedeni işine elverişli mi,
sağlam, zinde mi? Kafaca nasıl? Hoş mu, yetenekli mi, gerekli her tahtası yerinde
mi? Düşünce dağarcığı kendinden mi, başkalarından mı? Varlığında talihin payı var
mı? Çekilen kılıçlara alev alev mi bakıyor? Canının nereden, ağzından mı gırtlağından
mı çıkacağına aldırmıyor mu? Kendinden emin, haksever, tokgözlü mü? Bakılması gereken
bunlardır, bunlardan anlaşılır aramızdaki sonsuz ayrılıklar. Görmüyor muyuz,
Nedir Doğanın istediği bizden, illetsiz bir bedenden,
Varlığının güzel tadını çıkaran,
Hiçbir şeyden korkmaz bir ruhtan başka?
Öyle bir insanı karşılaştırın budala, aşağılık, köle ruhlu, değişken, türlü tutkuların rüzgarınca durmadan bir o yana bir bu yana yuvarlanan çamur gibi insanlarımızla: Yerle gökten daha uzaktır onlar birbirinden. Ama adetlerimizde öylesine körleşmişiz ki bu ayrılığa hemen hiç önem vermez olmuşuz. O kadar ki, bir köylüyle bir kralı, bir soyluyla bir soysuzu, bir devlet adamıyla bir özel kişiyi, bir zenginle bir yoksulu ele aldığımızda hemen çok büyük bir ayrılık görüyoruz aralarında; oysa bu ayrılık giyim kuşam ayrılığından başka bir şey değildir aslında...
Nedir Doğanın istediği bizden, illetsiz bir bedenden,
Varlığının güzel tadını çıkaran,
Hiçbir şeyden korkmaz bir ruhtan başka?
Öyle bir insanı karşılaştırın budala, aşağılık, köle ruhlu, değişken, türlü tutkuların rüzgarınca durmadan bir o yana bir bu yana yuvarlanan çamur gibi insanlarımızla: Yerle gökten daha uzaktır onlar birbirinden. Ama adetlerimizde öylesine körleşmişiz ki bu ayrılığa hemen hiç önem vermez olmuşuz. O kadar ki, bir köylüyle bir kralı, bir soyluyla bir soysuzu, bir devlet adamıyla bir özel kişiyi, bir zenginle bir yoksulu ele aldığımızda hemen çok büyük bir ayrılık görüyoruz aralarında; oysa bu ayrılık giyim kuşam ayrılığından başka bir şey değildir aslında...
*Cimriliği yaratan yoksulluk değil zenginliktir
daha çok.
Nasıl Konuşmalı
*Sözümün akışını bozup güzel tümceler
aramaktansa güzel tümceleri bozup sözümün akışına uydurmayı daha doğru bulurum.
Bir sözün ardından koşmamalıyız, söz bizim ardımızdan koşmalı, işimize yaramalı.
Söylediğimiz şeyler sözlerimizi almalı ve dinleyenin kafasını öyle doldurmalı ki
artık sözcüklerini hatırlayamasın. İster kağıt üstünde olsun, ister ağızdan, benim
sevdiğim konuşma, düpedüz, içten gelen, lezzetli, şiirli, sıkı ve kısa kesen bir
konuşmadır. Güç olsun, zararı yok; ama sıkıcı olmasın; süsten, özentiden kaçsın,
düzensiz, gelişigüzel ve korkmadan yürüsün. Dinleyen, her yediği lokmayı tadarak
yesin. Konuşma, Sueton'un, Julius Caesar'ın konuşması için dediği gibi, askerce
olsun; ama ukalaca, avukatça, vaizce olmasın.
Doğruluk Kaygısı
*Düşünce çatışmaları beni ne kırar, ne
yıldırır, sadece dürtükler, kafamı çalıştırır. Eleştirilmekten kaçarız. Oysa ki
bunu kendiliğimizden istememiz, gelin, bizi eleştirin dememiz gerekir: Hele eleştirme
bir ders gibi değil de bir karşılıklı konuşma gibi olursa. Biri çıkıp bizim düşüncemizin
tersini söyledi mi, onun doğru söyleyip söylemediğine değil, doğru yanlış, kendi
düşüncemizi savunmaya bakarız. Bizi düzeltmek isteyene kollarımızı açacak yerde,
yumruklarımızı sıkıyoruz. Ama ben dostlarımın bana sert davranmasını istiyorum.
Sen bir budalasın, saçmalıyorsun, desinler bana. Ben, dostlar arasında açık, yiğitçe
konuşulmasını isterim. Dostların düşünceleri neyse sözleri de o olmalı.
Ben, biraraya gelen insanların, sertçe,
erkekçe konuşmalarını isterim. Dostlar arasındaki bağlar sert, yırtıcı olmalı: Nasıl
ki aşk da ısırmalar, kanatmalar ister! Dostluk kavgacı olmadı mı, sağlam ve cömert
de değildir. Nazlı, yapmacık bir hava, birini kırma korkusu dostluğa rahat nefes
aldırmaz.
Çatışmadan Tartışılamaz.
(Cicero)
*Bana çatıldığı zaman öfkem değil dikkatim
uyanır. Bana çatandan bir şeyler öğrenmeye can atarım. Doğruyu bulmak her iki tarafın
kaygısı olmalı. İnsan öfkelendi mi düşünemez olur aklından önce sinirleri işler.
Tartışmalarda bahis tutuşmak hiç de faydasız değildir. Doğrudan ayrıldık mı, elle
tutulur bir şeyler kaybetmeliyiz. Yıl sonunda uşağım demeli ki bana: Bilgisizlik
ve inatçılık yüzünden bu yıl bin lira kaybettiniz. Doğruyu hangi elde görsem sevinçle
karşılar; uzaktan kokusunu alır almaz silahlarımı atar, teslim olurum. Fazla yukardan
ve insafsız olmadıkça yazılarıma çatılmasını hoş görmüş, çoğu kez karşımdakini kırmamak
için yazdıklarıma istenen biçimi verdiğim olmuştur.
Zararıma da olsa eleştirmeciye uysal
davranmalıyım ki beni her zaman serbetçe uyarsın, kendimi düzeltmeme yardım etsin.
Doğrusu çağdaşlarımı böyle bir işten yana çekmek kolay değil. Düzeltilmek herkesin
ağrına gittiği için kimse kimseyi düzeltmeyi göze alamıyor. Düşüncesini saklayarak
konuşuyor çokları.
Eğitim ve Halk
*Oğullarım olsaydı, benim gibi büyümelerini
isterdim. Babamdan Allah razı olsun, beni daha beşikte iken bir köylünün evine yollamış,
orada süt emmişim; uzun süre en yoksul, en gelişigüzel bir hayat içinde kalmışım.
Çocuklarınızı kendiniz yedirmeyin; hele bu işi sakın karınıza bırakmayın. Bırakın,
çocuklarınız halkın ve doğanın yasaları içinde büyüsün; aç kalmasını, güçlüğe göğüs
germesini öğrensinler, hayatın çetinliği onlar için gittikçe çoğalmasın, azalsın.
Babamın beni böyle büyütmekte bir başka maksadı daha vardı; beni halka bağlamak,
bizden yardım bekleyen insanların haline ortak etmek istiyordu. Gözlerimin, bana
sırtını çevirenlerden değil, kollarını açanlardan yana bakmasını daha doğru buluyordu.
Bu düşünce ile beni düşkün insanlara bağlamak, borçlu bırakmak istedi. İstediği
oldu: Zayıf, zavallı insanlara kolayca bağlanabiliyorum. Bunu hem şerefli bir iş
sayıyorum, hem de içimden öyle geliyor. Ülkemde
kargaşalıklara neden olan bir partiye kızıyorum.
Zorluğun Değeri
Filozofların en akıllıları derler ki:
akla uygun hiçbir şey yoktur ki tam tersi de akla uygun olmasın. Yakınlarda gevelediğim
bu güzel sözü eskilerden biri (Seneca) yaşamayı küçümseme yolunda kullanmış. Ona
göre, yalnız yitirmeye hazırlandığımız bir nimet bize zevk verebilir. Yitirme acısıyla
yitirme korkusu bir kapıya çıkar. Demek ister ki bununla, yaşamayı yitirme korkusunda
olursak, yaşamanın tadını çıkaramayız. Ama bunun tersi de söylenebilir: Yaşamaya
bu kadar sıkı sarılıp, böylesine bir sevgiyle bağlanmamış, onun temelli olmadığını
gördüğümüz, elimizden çıkmasından korktuğumuz içindir. Gerçek ortada çünkü: Ateş
nasıl soğuktan hız alıyorsa bizim istemimiz de kendi karşıtıyla bilenip keskinleşiyor.
Arzuyla sarıldıklarının canı yanar; dişleri ısırır çoğu kez nazik dudakları.
Gizli dürtüler incitmeye iter onları. Azgınlıkları artar böylece.
Her işte görülen budur: Zorluk değer kazandırıyor her şeye.
Arzuyla sarıldıklarının canı yanar; dişleri ısırır çoğu kez nazik dudakları.
Gizli dürtüler incitmeye iter onları. Azgınlıkları artar böylece.
Her işte görülen budur: Zorluk değer kazandırıyor her şeye.
Düşünmede Kendindenlik
Biz güzellikleri yalnız sivri, şişkin,
süslü püslü olarak seviyoruz. Saf ve sade olanlar kolayca kaçıyor bizim kaba gözlerimizden.
Öylelerinin ince ve saklı bir yanları var. İnsanın pussuz, yıkanmış, arınmış bir
bakışı olmalı ki o gizli ışıltıyı görebilsin. Biz saflığı budalalıkla eşanlamda
kullanıp kınamıyor muyuz? Oysa ki, Sokrates doğal ve herkesinkine benzer yoldan
yürütüyor düşüncesini. Bir köylü, bir kadın onun gibi söyler söyleyeceğini. Sözünü
ettiği insanlar yalnız arabacılar, doğramacılar, terlikçiler, dülgerlerdir. Açıklamaları,
benzetileri hep insanların en bayağı, en ortamalı eylemlerinden alınmadır; herkes
anlar.
Bizim dünyamız
gösteriş üzerine kurulmuş; insanlar üfürükle şişiyorlar yalnız. Balonlar gibi hoplatılarak
durabiliyorlar.
Büyüklük ve İnsancalık
*Şana şerefe ermenin en kestirme yolu,
şan şeref için yaptığımızı kendi vicdanımızın buyruğuyla yapmaktır.
Kendi Zenginliğimiz
*Biz kendimiz sandığımızdan daha zenginizdir.
Ama bizi her şeyi başkalarından almaya, dilenmeye alıştırıyorlar. Kendimizden çok
başkalarından yararlanacak biçimde yetiştiriyorlar bizi. İnsan hiçbir şeyde gerek
duyduğu kadarıyla yetinmiyor. Ne şehvette, ne servette, ne devlette kollarını kucaklayamayacak
kadar açmaktan alabiliyor kendini. Açgözlülüğü ılımlı olamıyor bir türlü. Bilme
merakı da aşırı gidiyor bence insanın. Başaramayacağı kadar, gereğinden fazla iş
alıyor üstüne.
Türk Ordularındaki
Disiplin
*Askerlerin düşmandan çok komutanlarından
korkmalarını isteyen o eski ahlak ne oldu? Şu güzelim örneğin benzeri nerde: Bir
elma ağacı Roma ordusunun kamp kurduğu bir yerin ortasında kalmış da ertesi gün
ordu çekilip giderken olgun, nefis elmaları bir teki eksilmeden sahibine bırakmış.
İsterdim ki gençlerimiz vakitlerini pek yararlı olmayan gezintiler ve pek onurlu
olmayan uğraşlarla geçirecek yerde biraz gidip yaman bir Rodoslu kaptanın bir deniz
savaşını nasıl yönettiğini, biraz da Türk ordularındaki disiplini görsünler. Çünkü
bizimkinden çok ayrı ve çok üstün onlardaki disiplin. Bizim askerlerimiz seferde
eskisinden daha uygunsuz, sorumsuz, Türk askerleriyse tersine daha ölçülü, daha
çekingen davranıyorlar. Çünkü, onlarda, barış zamanı fakir rahatsız etmek, malını
çalmak birkaç kötek cezasıyla geçiştirildiği halde, savaşta en ağır cezaları görüyor.
Fatihlerin en zalimi olan Selim üstüne yazılanları okurken şaştım: Mısır'ı
aldığında Şam şehrini bolluk ve güzellikle saran eşsiz bahçelere askerlerinden hiçbirinin
eli değmemiş; hem de kapalı değil açık oldukları halde.
İnsanlar & Kader
& Akıl
*Bana kötülük edenleri dinlemeye, hoşgörmeye
çalışırım. Ejderhalara ve mucizelere nasıl inanmıyorsam, çok büyük tanıklar olmadıkça
insanlarda doğa dışı korkunç canavarlıklar olacağına inanmam. Ayrıca ben kadere
seve seve boyun eğebilir, kendimi onun kollarına bırakabilirim. Böyle oluşumdan
da bugüne dek zarardan çok yarar gördüm. Kader hep benden daha akıllı davranıp benim
çıkarımı benden daha iyi sağladı. Yaşamımda başarılmış zor, ya da belki akıllıca
denebilecek birkaç eylem vardır. Bilin ki bunlarda benim payım üçte bir, kaderin
payıysa en az üçte ikidir. Bence başarısızlıklarımız kadere yeterince güvenmemekten
ve elimizde olmayan bir gücü kendi davranışımıza bağlamaktan geliyor. Dilediklerimize
varamayışımız çok kez bundan ötürüdür.
*Geçirdiği aşırı bir öfkeyi, bu azgınlığın
kendisine nelere götürdüğünü aklında tutan kişi, öfkenin çirkinliğini Aristoteles'te
okuyacaklarından daha iyi görür ve daha haklı bir nefret duyardı ona karşı. Göze
aldığı, savuşturduğu belaları, ne sudan nedenlerle bir durumdan ötekine geçiverdiğini
aklında tutanlar, gelecek değişikliklere, durumlarını kavramaya hazırlıklı olurlar.
Caesar'ın hayatındaki ibret dersleri bizim hayatımızdakinden daha çok değildir.
İmparatorların olsun, halkın olsun herkesin hayatında bütün insanlık durumları vardır.
Dinlemesini bilelim yalnız: Ne eksiğimiz olduğunu kendi kendimize hep söylemekteyiz.
Bir düşüncesinde kaç kez aldandığını unutmamış insan ne kadar budala olmalı ki kendi
düşüncesinden kuşku duymasın.
*Tacın tahtın yalancı, aldatıcı şeyler
olduğunu görür; hatta belki de kral Seleukos gibi düşünerek der ki: Hükümdar asasının
ne kadar ağır olduğunu bilen, onu yolda bulsa, elini sürmez, geçer.
İnsanlara komuta etmek pek rahat bir iş gibi
görünür. Ama ben kendi hesabıma, insan kafasının ne kadar güçsüz, yeni ve belirsiz
şeyler arasında doğruyu bulmanın ne kadar güç olduğunu gördükten sonra şu kanıya
vardım; başkalarının ardından gitmek önde gitmekten çok daha kolay, çok daha hoştur.
Çizilmiş bir yolda yürümek ve yalnız kendi hayatından sorumlu olmak ruh için büyük
bir rahatlıktır.
*Bir
kapının kapalı olduğunu anlamak için o kapıyı itmek gerekir.
*Aklımın sakat olmadığına benim bulduğum
en iyi kanıt kendime az değer verişimdir. Sakat olsaydı kendime beslediğim sevgi
onu kolayca aldatabilirdi.
Sağlıklı olmak ve yaşamak, işte benim bütün
bilgim. Böyle iken, düşüncemin kendi yetersizliğini yüzüne vurmaktan hiç geri kalmadım.
Gerçekten düşüncemin en çok üstünde durduğu şeylerden biri de budur. Herkesin gözü
dışardadır ben gözümü içime çevirir, içime diker, içimde gezdiririm. Herkes önüne
bakar, ben içime bakarım. Benim işim gücüm kendimledir. Hep kendimi seyreder, kendimi
yoklar, kendimi tadarım. Oysa, herkes kendinden başka şeylerin peşindedir hep kendisinin
ötesine gitmek sevdasındadır.
Korkunun Gücü
*Korkunun
gücü son haddine şöyle varır ki, ödev, ve onur yerinde elimizden aldığı yiğitliği
kendi buyruğunda gösterir bize. En çok korktuğum şeyin korku olması bundandır.
Bütün belalardan daha belalı bir yanı vardır korkunun... Savaşın bir döneminde bir
hayli hırpalanmış, yara bere içinde kalmış askerleri ertesi gün yeniden düşmanın
üstüne yürütebilir, ama içlerine korku düşmüş askerleri önlerine bile baktıramazsınız.
Mallarını yitirmek, sürülmek, köle olmak korkusuna kapılanlar, yemelerinden, içmelerinden,
uykularından olup sürekli bir telaş içinde yaşarlar. Oysa yoksullar, haydutlar,
köleler çoğu zaman daha keyifli yaşarlar. Korkudan kendilerini asan, boğulan, uçurumlara
atlayan nice insanlar da gösteriyor ki bize korku ölümden daha amansız, daha dayanılmaz
bir beladır.
Eski Yunanlıların bildiği bir başka çeşit
korku varmış; bizim aklımızın şaşkınlığı dışında bir dürtüden gelirmiş. Toptan bir
halkın, orduların kapıldığı olurmuş bu korkuya. Kartaca'nın altını üstüne getiren
böylesi bir korku olmuş. Bağrışıp çağrışmalar gökleri tutmuş; bir baskın varmış
gibi millet sokaklara dökülmüş, düşmana saldırır gibi birbirlerini yaralamış öldürmüşler.
Kargaşaya, şamataya boğulmuş bütün Kartaca. Sonunda dualar, kurbanlarla tanrıların
öfkesini yatıştırmışlar da öyle kurtulmuşlar bu beladan. Pan tanrının saldığı korku
anlamına panik diyorlar buna.
*Korku bazen kafasızlıktan gelir, yüreksizlikten
de geldiği gibi. Tehlikelerden kaçınmakta
aşırı telaşa düşmek kendimizi tehlikenin kucağına atmanın en kestirme yoludur.
* Montaigne - Denemeler
Ben de şimdiye kadar sizinle aynı düşünceleri taşıdığım için uzaktan şüpheyle bakıyor ve bir türlü elime alıp okumuyordum ama yazınızdan sonra fikrim değişti, emeğinize sağlık, henüz tamamını okuyamadım ama fırsat bulduğumda kaldığım yerden devam edeceğim, kendi adıma teşekkür ederim.
YanıtlaSilMerhabalar,
YanıtlaSilFransız deneme yazarı Michel de Montaigne’nin ‘’Yavaşladıkça Çoğalıyorum’’ kitabından altını çizdiğim aforizmaları okumanız için sizinle de paylaşmak isterim: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/montaigneden-20-etkileyici-aforizma/
Beni en çok etkileyen şu alıntı olmuştu:
‘’Doğrusunu söyleyeyim, biz erkekler kendi günahlarımızdan çok karımızın günahlarından, ona gelecek ayıplamalardan korkarız. Kendi vicdanımızdan çok karımızın vicdanının üstüne titreriz. (Aman ne fedakârlık!) Karımız bizden daha iffetli olsun da, biz hırsız olmaya, yemin bozmaya, aforoz edilmeye razıyız.’’
Keyifli okumalar dilerim,
edebiyatla ve sağlıcakla kalın.
Paylaşım için teşekkürler Ebru hanım Montaigne tam bir derya Paylaştığınız sözleri de çok güzel 😊
SilRica ederim Nevzat Bey. :)
Sil