Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

13 Aralık 2017 Çarşamba

Aydınlanma Aşağıdan Gelir

Aydınlanma Aşağıdan Gelir

Kendimizi tam ve kusursuz görürken, başka insanları eksik ve kusurlu buluruz. Bu yüzden kendimizi değiştirmek yerine sürekli olarak başkalarını değiştirmeye çalışırız. Zaman zaman hepimiz ülke ve yönetim meselelerine kafa yorar, arkadaş, eş dost meclislerinde hararetli tartışmalarla memleketi kurtarırız. Çoğunlukla ülkemizin siyasi liderlerinden, politikacılardan, sivil toplum örgütlerinin ve sendikaların yöneticilerinden, futbol kulüplerimizin yönetimlerinden şikayet ederiz. Eğer baştaki liderler gidip kafamızdaki liderler yönetime gelirse ülkenin tüm sorunlarının çözüleceğini düşünürüz. Onları, ahlaksızlıkla, yalancılıkla, hırsızlıkla ve koltuklarını bırakmamakla suçlarız. Bu yüzden dost sohbetleri ülkeyi ve kurumları kurtarma muhabbetleriyle, hayatımız da Süper Kahramanlar bekleyerek geçer. Belkide bu nedenle iyi konuşan hatiplere, bilim adamlarına veya dini lider olduğunu iddia eden kişilere kayıtsız şartsız güveniveririz. Ancak, hiç birimiz ülkenin, kurumların ve sivil toplum örgütlerinin kötü gidişatında kendimizi suçlu görmeyiz. Kendimizi değiştirmek, kendimizi ayadınlatmak ve hayata bakışımızı değiştirmek aklımıza bile gelmez. Aslında esas sorun tepe yöneticilerde ve yönetimde değil, tam tersine bizdedir. Peygamber efendimize ait olduğu söylenen; “Layık olduğunuz şekilde yönetileceksiniz.” sözü çok doğru bir sözdür. Çevrenizi, devletleri ve toplumları gözlemlediğinizde, gerçekten her milletin ve her topluluğun layık olduğu şekilde yönetildiği görülecektir. Devlet ve kurum yöneticileri, toplumlarının kapasitesinin birer yansımalarıdır. Dolayısıyla, bizler kendimizi değiştirmeden asla sorgulayan ve hesap verilebilir yönetim sistemleri kuramayacağız. Çünkü sorgulayan ve denetleyen halk olmadığımız sürece yönetimlerin değişmesi hiç bir şey ifade etmeyecektir. Tıpkı yüzyıllardır olduğu gibi, her gelen yönetim kendi düzenini kuracak ve bir müddet sonra, halkın başından atamadığı musallat yönetimlere dönüşecektir. Olması gereken, halkın oy verdiği partiyi ve politikalarını denetlemesidir. Ancak, halk olarak bırakınız partileri denetlemeyi, hakkımız olan hizmetleri talep etmekten dahi aciziz. Hakkımız olan bisiklet yollarını, parkları, hastaneleri, metroyu, otobüs ve minibüs seferlerini talep etmekten bile aciziz. Bir vatandaş olarak devlet dairesinde maruz kaldığımız kötü muameleyi rapor etmekten dahi aciziz. En basitinden çevremizde gördüğümüz yanlışlıkları, olumsuzlukları, çevreyi kirletip zarar verenleri, kendi canımızı tehlikeye atan sürücüleri, yanlış yere park edenleri şikayet etmekten bile aciziz. Kısacası bizler, hakkını aramakta aciz insanlarız. Ülkemizde "Amaaan boşver bana ne! Sadece benim istememle ne değişecek! veya aman benim başım belaya girmesin!” algısı ve korkusu çok yaygındır. Halbuki Nazım'ın haykırışıyla, "Sen yanmasan, ben yanmasam, nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa cancağzım!" Fakat, küçük hesaplar ve küçük korkularımızla nasıl ileri bir toplum inşa edebiliriz? Nasıl hesap veren, şeffaf ve adil bir devlet kurabiliriz? Nasıl haklarımızı alabiliriz? Bilmeliyiz ki, hak verilmez alınır. Hiçbir kral, padişah, ayrıcalıklı zümre sahip olduğu gücü, imkanı başkalarına vermek istemez. Hiç kimse elindeki zenginliği paylaşmak istemez. Demokratik haklar ve refah paylaşımı Avrupa ve ileri toplumlarda olduğu gibi yalnızca insanların bilinçlenmesi, yani kendilerini aydınlatması ve birleşerek haklarını araması ile sağlanabilir. İleri haklar ancak bedeli ödenerek alınabilir. Bedel ödemeden bazı haklar verilmesini beklmek yalnızca dilenciliktir.

Avrupa'da despot krallıkların yıkılmasında, yada krallıkların güçlerinin azaltılarak halkın gücünün üstünlüğüne dayanan demokrasinin kurulmasında alttan gelen aydınlanma ve değişim etkili olmuştur. Hiçbir ülkenin kralları ve soyluları, halklarına mevcut haklarını kendiliğinden vermemişlerdir. Günümüz Avrupa yönetim şekilleri, halkların aydınlanmaları ve hakları için otoriteye, yani krallarına karşı baş kaldıma eylemleri sonucunda oluşmuştur. Bu değişim akımını tüm Avrupa tarihinde, özelliklede Britanya ve Fransa tarihlerinde görebiliriz. Britanya’da bu süreç, haksızlıklara karşı yapılan halk isyanları ile başlamış, kademe kademe halkın yönetimdeki söz hakkının artırılması ve kraliyetin yetkilerinin kısıtlanması ile neticelenmiştir. Günümüzde İngiltere’de Monarşi sadece semboliktir. Erk gücü halkın seçtiği parlementoda ve hükümettedir. Fransa’da ise devrim çok daha kanlı olmuştur. Halk yoksulluk ve çok yüksek vergiler altında yaşarken kendi krallarının ve soylularının sınırsız zenginlik ve lüks içinde yaşaması karşısında bir noktada isyan etmiştir. “Eğer ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler.” diyecek kadar halktan ve halkının gerçeklerinden kopmuş olan kral ve soylularını giyotinlerle idam etmişlerdir. Sonunda halk devrimi olsa da, yıllar süren karışıklıklar ve iç savaşlarla birbirlerini öldürmeye devam etmişlerdir. Ancak en sonunda, tüm halk kesimlerini kucaklayabilecek, herkesin özgürlüklerine ve haklarını güvence altına alacak bir yönetim şekli ve anayasa üzerinde mutabık kalmışlardır. Daha sonraki dönemde Fransa’daki devrimden etkilenen birçok Avrupa halkı da aynı şekilde isyan ederek haklarını baskıcı ve despot krallarından ve soylulardan almışlardır. Avrupa halkları tüm haklarını bilinçle, bireysel aydınlanma ile ve savaşarak mücadele ile almışlardır. Fransa ve Britanya’daki bu demokrasi hareketleri birçok halka esin kaynağı ve rol model olmuşlardır. Modern Avrupa'daki yönetim şekilleri Fransa ve İngiltere’deki modellerin aynıları veya benzerleri şeklindedir. Bizler ise sahip olduğumuz Cumhuriyetin ve sahip olduğumuz bir çok hakkın bedelini hala ödemedik. Bu yüzden bedelini ödemediğimiz hakların ve Cumhuriyet değerinin farkında bile değiliz. Zaten bir bedel ödemediğimiz Cumhuriyetimiz Avrupa demokrasilerinde olduğu gibi katılımcı, şeffaf ve hesap verilebilir bir demokratik cumhuriyet değil, “MIŞ” gibi bir cumhuriyettir.

Adil, güçlü, ahlaklı kurtarıcılar, tabiri caizse süper kahramanlar beklemek ise bir yanılsama ve boşuna bir bekleyiştir. Ömrümüz hep gelmesini bekleyerek, fakat bir türlü gelmeyen, adil ve kudretli devlet yöneticileri yani kurtarıcılar ile geçmiştir. Ancak zaten yukarıdan gelen değişimlerin kalıcı olamayacağı anlaşılmıştır. Ancak aydınlanma aşağıdan gelirse, ancak o durumda gerçek ve kalıcı aydınlanma ve değişimden söz edilebilir. Haklarımızın bilincinde olarak haklarımızın savunucusu olduğumuzda özlediğimiz adil, şeffaf hesap verebilir yönetim sistemler kurabiliriz. Yoksa sadece liderlere bağlı olan değişimler geçici ve etkisiz olur. Çünkü halk ve toplum bu dönüşümü içselleştirmediği için yapılan devrimler ve dönüşümler bir süre sonra etkisini kaybeder. Tarihimizde anlık parıltılar olarak ortaya çıkmış olan büyük başarılar, tepeden inerek gelmiş olan köklü değişimler, reformlar ve olağanüstü gayret dönemlerinin hepsi çok kısa bir süre sonra ortadan kaybolmuştur. Çünkü halkın içselleştirmediği bir değişim ve dönüşümün devamını getirmek imkansızdır. Parlak liderlere, reislere, başkanlara, süper kahramanlara dayalı sistemler eninde sonunda bozulmaya ve yozlaşmaya mahkumdur. Çünkü insana, lidere, yani süper kahramana dayalıdır. Sadece kişinin yönetimsel anlayışına ve yeteneklerine bağlıdır. O başarılı lider gidince, yada ülkeye hakimiyeti azalınca sistem çöker. Ama aydınlanma ve değişim aşağıdan gelirse, yöneticiler ve tepe yönetim bu değişim dalgasını görmezden gelemez. O durumda başarısız yöneticiler sıcak, prestijli ve çekici koltuklarına yapışıp kalamaz. O koltukların hakkını veremiyorlarsa orada oturamazlar. Çünkü, alttan gelen dalganın onları yere çarpacağını, o makamların, bir tokat gibi yüzlerine vurulacağını bilirler. Tıpkı şu anda Avrupa demokrasilerinde olduğu gibi, seçimi kaybeden bir partinin lideri hala pişkin pişkin koltuğunda oturamaz. Partisinin tabandan gelen eleştirilerine ve denetlemelerine dayanamaz. Eğer aydınlanma aşağıdan gelirse, yani önce kendimiz aydınlanırsak, süper kahramanlar ve kurtarıcılar beklememize gerek kalmaz. Halk olarak asgari müştereklerde buluşabilir, eşitlikçi, hesap verebilir, etik ve ahlaki değerlere sahip yönetimler kurabiliriz. Tıpkı Avrupa, Amerika, Japonya ve tüm ileri demokrasi ülkelerinde olduğu gibi özgürlüklerimizin kısıtlanmasından, haksızlığa uğrama endişesinden, adaletsizlikten korkmamıza gerek kalmaz. Bizler kendimizi sorgulamadan, kendi kendimizi bilinçlendirmeden, kendi kendimizi değiştirmeden, küçük hesaplar ve korkularımızı terk etmeden ve birbirimizle uzlaşmadan hiçbir şey değiştiremeyeceğiz! Biz kendimiz değişmeden bu ülkedeki partilerin işleyişi, halktan kopuk olan yapıları değişmeyecek. Biz kendimizi aydınlatmadan bu düzen asla değişmeyecek, bunu böyle bilin!

25 Kasım 2017 Cumartesi

Çocuklardan Neler Öğrenebiliriz?

Evet yanlış anlamadınız! Biz yetişkinlerin de çocuklardan öğrenebileceği birçok konu var. Onlar dünyaya gelirken çok muhteşem bir potansiyelle, tertemiz bir ruh ile geliyorlar. Dolayısıyle bizim, kendimizin zamanla, yetişme evresinde unutmuş olduğumuz bir çok yeteneği ve özelliği üzerlerinde taşıyorlar. Onlar henüz Allah vergisi olan, yüce bir potansiyel ve ruh güzelliğine sahipler. Bilge şair Halil Cibran; “Ağlamayan bilgelikten, gülmeyen felsefeden ve çocukların önünde eğilmeyen yücelikten uzak tutun beni!” demiştir Eğer bakmayı bilirsek çocuklardan alacağımız bir çok dersler ve ibretler vardır. Bunlar neler mi? İşte çocuklardan öğrenebileceğimiz şeylerden bazıları:

An’ı Yaşamak
Çocuklar geleceği ve geçmişi düşünmezler. Gelecek için endişelenmez, geçmiş için üzülmezler. Sadece şu anı yaşarlar. Halbuki biz yetişkinler; hayatımızın hızla akıp gittiğini, fakat hiç bir şey anlayamadığımızı daha sonradan idrak edebiliyoruz. Çocukluğumuzdaki bir çok anıyı, en ince ayrıntıları ile hatırlayıp yaşatırken, yetişkinlik hayatımızın hızla akan yılları, neredeyse hiç bir iz bırakmadan geçip gidiyor. Bunun sebebi çocukluğumuzda an’ı yaşamış olmamızdır. Çocukluğumuzdaki oyunlarımızda an’ı öyle bir coşkuyla yaşardık ki; bir saat sanki bir yılmış gibi hafızamızda yer ederdi. Fakat yetişkinlikte aldığımız sorumluluklar ve hayat koşturmacası bizi adeta bir girdap gibi içine çekmiştir.
Özgürce Yaşamak:
Çocuklar biz yetişkinler gibi, içlerinde çok gizli duygular taşımazlar. Sevinçlerini, kızgınlıklarını üzüntülerini hiç gizlemeden hissettikleri gibi yaşarlar. Dışarıya da bunu yansıtırlar. Kendi içlerinden geldiği gibi davranırlar. Hayatlarını özgürce yaşarlar. Davranışlarında gizli, saklı yada sahte hiç birşey yoktur.  Bu yüzden kin tutmazlar, stres ve sıkıntı yapmazlar.
Korkusuz Olmak
Çocuklardan öğrenebileceğimiz en önemli derslerden biri de korkusuz olmaktır. Çünkü çocuklar hiç bir şeyden korkmazlar. Çünkü korkular sonradan öğrenilir. Tabi ki elini köpeğin ağzına sokma, elini sıcak sobaya yada ateşe sürme, kendini ifade etmek için akıllarındaki düşünceyi hemen söyleyivermek gibi bazı yanlışlar, zamanla tecrübe ile öğrenilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak Eckhart Tolle Ancak yetişkin dünyasında / dünyamızda bir çok korku; kendi  beynimizin yarattığı bir illüzyondur. Aslında olmayan şeyler için yaşadığımız korkulardır.”  Bunlardan bazıları: Eleştirilme korkusu, başkaları tarafından yargılanma korkusu, reddedilme korkusu, gelecek korkusu, bilinmezlik korkusu...vb. Baktığımız zaman bu korkuların hiç birinin çocuklarda olmadığını görürüz. Korku ve endişeler ile ilgili anlatılan eski bir kıssa vardır: Yaşlı bir adam ölüm döşeğindedir. Artık hayattaki son anlarını yaşamaktadır. Sürekli olarak yanında bekleyen oğluna nasihat verir. “Oğlum; benim hayatım endişe ve korkularla geçti. Fakat hayatım boyunca yaşadığım bu endişe ve korkuların büyük çoğunluğu hiçbir zaman gerçek olmadı!” demiş. Bu hikaye de, bir çok günlük kaygılarımızın ve korkularımızın ne kadar yersiz olduğunu göstermektedir.
Saf ve Temiz Bir İnsanlık Algısı
Çocukların gözünde herkes özeldir.Çocukları dikkatle incelerseniz; herkese karşı masum, özel ve ayrı bir bakışla baktıklarını görürsünüz. Onların o güzel gözlerinde hiç bir ön yargı, hiç bir gizli hesap ve sahte bir duygu yoktur.
Mutlu Olmak
Hepimiz mutlu olmak istiyoruz! Bu konuda hiçbir şüphe yok. Fakat içimizde mutlu olabileceğimize dair kuvvetli şüpheler mevcut! Hayatta bizi mutsuz eden şeyler; genellikle yüksek beklentilerimizdir. Kendimize çok büyük hedefler koymaktır. Maddi olarak ise, hep daha fazlasını istemektir. Bu konuda hep bizden daha zengin insanlara bakıp, kendi durumumuza üzüleceğimize; arada bir bizden fakir olan milyonlarca insan olduğunu anlayıp, durumumuza sevinçle şükür edebiliriz. Evet mutluluk da, mutsuzluk da bizim kendi tercihimizdir!Bunun için çocukları gözlemlemeniz yeterli. Küçük şeylerle de mutlu olunabileceğini çocuklara bakıp görebilirsiniz.
Ön Koşulsuz Sevgi
Çocuklardan karşılık beklemeden vermeyi ve ön koşulsuz sevgiyi de öğrenebiliriz. Anne-babası olarak size, bir arkadaşına, evcil hayvanına yada bir oyuncağına olan sevgilerini gözlemlemeye, anlamaya çalışın. Koşulsuz sevgiyi göreceksiniz. 
Unutabilmek
Çocuklar üzüntülerini, kırgınlıklarını ve hayal kırıklıklarını çok çabuk unuturlar. Kolayca affeder ve unuturlar. Kin tutmazlar. Halbuki bizler yetişkinler olarak; çoğunlukla “ego”larımızının esareti altındayız. Yakınlarımızla yaşadığımız tartışma ve münakaşalarda bunun sıkıntısını yaşıyoruz. Alttan alabilmek, affedebilmek, unutabilmek bize ölüm gibi geliyor. Sonrasında kırgınlıklar, dargınlıklar ve ayrılıklar! Bu konuda çocuklardan öğrenebileceğimiz çok şeyler var. Onlara bakıp da kin tutmamayı, affedebilmeyi, gerçek dostluğu öğrenebiliriz. Ve bir çocuğa bakıp mutluluğu yakalayabiliriz!
Doğruyu Söylemek
"Çocuktan al haberi" ata sözümüzü duymuşsunuzdur. Bu söz boşuna söylenmemiştir. Onlar yalan, dolan, plan, entrika bilmezler. Kalplerindeki temizliğin eseri olarak, hep doğruyu söylerler. Yalan söylemeyi, gizlemeyi ve entrikayı sonradan öğrenirler. Eğer hepimiz çocukluğumuzda ki masumiyetimiz ile kalmış olsak, bu dünya çok daha yaşanılır ve çok daha güzel bir yer olurdu. Gerçek dostluklara ve samimiyete daha fazla rastlanırdı.
Büyük Düşünmek Ve Hayal Gücü
Dünyamızı geliştiren, medeniyetimizi inşa eden büyük buluşlar, büyük projeler hep hayallerle başlamıştır. Hayal olmadan hiç bir ilerleme ve gelişme olmaz. Bu yüzden belki çocuklardan alacağımız en önemli ilham, onların hayal gücünün sınırsızlığı ve renkliliğidir. Belki onlar sayesinde, geçmişte unuttuğumuz, unutturulduğumuz, baskıladığımız hayallerimizi tekrardan hatırlayabiliriz. Belki tekrardan o hayallerin büyüsüne kapılıp, içimizdeki o muhteşem potansiyelin ardına düşebiliriz. Dünyanın en ünlü bilim adamı Albert Einstein diyor ki:  " Hayal gücü bilgiden daha önemlidir. Çünkü; bilgi limitli iken, hayaller limitsizdir ve tüm evreni kuşatır." Hepimiz doğduğumuzda, müthiş bir potansiyel ile doğarız. Sonrasında ailede, okulda ve toplumda belirli düşünce kalıpları ile, yetiştirme tarzı ile sınırlanırız. Adeta kendi potansiyelimize arkamızı döneriz. Bu öğretilmiş çaresizlik ile artık limitlenmiş, sınırlanmış ve edilgen bir birey haline geliriz.

*Nevzat Keleş-Nasıl Çocuk Yetiştirilmez

10 Kasım 2017 Cuma

Şükür Meditasyonu


*Şükür; Allah'a yaptığımız teşekkürdür. Bizi yokluktan, hiçlikten varlık âlemine çıkardığı için, bize verdikleri için teşekkür etmektir. Maddi yada manevi sahip olduklarımız için teşekkür etmektir. Gün içinde kaç defa teşekkür ediyoruz hiç düşündünüz mü? Markette para üstünü verince kasiyere, iş yerinde defalarca arkadaşlarımıza, yemek esnasında tuzu uzatan arkadaşımıza, doğum günümüzü hatırlayan yakınlarımıza, size iyi davranan ve gülümseyen taksi şoförüne...vb gün içinde onlarca defa teşekkür ediyoruz. Peki ya bize her şeyi veren Allah'a yeterince teşekkür ediyor muyuz? Eğer Allah'a inanmıyorsanız da, evrene veya doğaya size verdikleri için teşekkür ediyor musunuz? Şükür edecek bir şey görmekte zorlanıyor musunuz? Bize verdikleri tüm nimetler için, sağlığımız için, görebildiğimiz, duyabildiğimiz, yürüyebildiğimiz, koklayabildiğimiz için, biyo-kimyasal bir fabrika gibi çalışan, tıkır tıkır işleyen vücudumuz için, kalbimiz, beynimiz, karaciğerimiz için, böbreklerimiz için, ellerimiz, kollarımız için, sinir sistemimiz için, tıkır tıkır çalışan boşaltım sistemimiz için, ailemiz için, devletimiz için, can korkusu yaşamadan (yada görece olarak diğer az gelişmiş devletlere göre daha az olduğu için) hayatımızı devam ettirebildiğimiz için, istediğimiz eğitimi alabildiğimiz için, fikir ve mülkiyet hakkımız olduğu için, arabamız için, evimiz için, yine milyarlarca insanın susuzluk, açlık ve gıda sorunu yaşadığı dünyada akşam ne yiyeceğiz diye düşünmek zorunda olmadığız için, elektriğimiz olduğu için, milyarlarca insanın temiz suya erişimi olmadığı dünyada, evimizde temiz suyumuz, doğal gazımız, telefonumuz, internetimiz olduğu için, tüm imkanlarımız için, tatile gidebildiğimiz için, maça, sinemaya, tiyatroya gidebildiğimiz için, işimiz olduğu için, aklımız için, düşünebildiğimiz için, bunlar gibi, bizim görebildiğimiz şeyler için, göremediğimiz daha milyonlarca nimet için? Belki bu nimetlerin bazılarının, belki de hiç birinin farkında bile değiliz. Bu nimetlerin farkına varabilmek için sadece birinden dahi mahrum olmamız yeterli. İşte o zaman, o nimetin eksikliğinin acısını tümüyle içimizde yaşadığımızda, ancak o nimetin öneminin ve güzelliğinin farkına varabiliyoruz. Bu ise benim gözümde biraz nankörlüğe yakın bir durum. İnsan nimetlerden mahrum kalmadan o nimetleri görebilmeli ve şükür edebilmelidir. Uzakdoğu öğretilerinden olan meditasyonu uygulayanlar, anın tadını çıkararak yaptıkları çay meditasyonu sonrasında çaylarına, ve o çaylarını içebildikleri fincanlarına, etrafında onların hayatlarını kolaylaştıran eşyalarına dahi teşekkür ederler. Thich Nhat Hanh “Çayınızı sanki o an dünyanın ekseni sadece sizmişsiniz gibi yavaşça ve saygıyla yudumlayın. Yavaş yavaş, eşit ve geleceğe doğru. Acele etmeden.” der.
Nimetlerin önemini anlamak için, o nimetten mahrum kalmayı beklememeli insan. Her durumda şükür edebilmeli insan. Yaşadığı müddetçe mutlu olabilmeli insan. Sadece varoluş dahi mutlu edebilmeli insanı. Erdem için, mutluluk için çok fazla şeye gerek yok. Bugün dünyanın en büyük fizikcilerinden birisi olan kişi, beyni ve bir gözü hariç, tüm vücudu felçli, özel bir destek sistemi ve tekerlekli sandalyede hayatını devam ettirebilen Stephan Hawking'dir. O bilim adamı yanında, kendi sahip olduklarımızın bir hesabını yapalım. Ne kadar varlıklı ve zenginiz değil mi? Mutluluk için çok zengin olmayı, imkanlarınızın artmasını, başka koşulların oluşmasını beklemek ne büyük bir yanılgı. Hayatımızda hedeflerimizi elde ettikçe daha mutlu olacağımıza dair içimizde bir inanış vardır. Fakat, eğer dikkat ettiyseniz, hedeflerimizi elde ettikçe hislerimizde çok bir değişiklik olmaz. İstediğimiz şeyleri elde ettiğimizde hissettiğimiz mutluluklar, sadece saman alevi gibi kısa sürede sönen ve solan kısa mutluluklardır. Eğer şimdi mutlu değilseniz, asla mutlu olamazsınız. Yada saman alevi gibi yanıp sönen, çok kısa zaman dilimleri halinde mutlu olursunuz. Çünkü siz mutluluğunuzu belli koşullara bağlamışsınız demektir. Mutluluğu ve huzuru dışsal etkenlere bağladıysanız, maalesef siz asla mutlu olamayacaksınız!
Mutluluk ve huzur maddi imkanlara bağlı değildir. Yurt dışında yapılan bir araştırmaya göre bir kolunu veya uzvunu kaybeden birinin yaşadığı acı ve travma ile aynı zamanda lotodan büyük ikramiye kazanan birinin yaşadığı mutluluk ve haz seviyelerini karşılaştırdıklarında, bir yıl sonra her ikisinin mutluluk seviyelerinin aynı olduğunu tespit edilmiş. Birinin, ilk loto kazanıldığı andaki zamanlarda yükselen mutluluk seviyesi zamanla azalırken, uzvunu kaybeden kişinin yaşadığı travma, acı ve mutsuzluk seviyesi de zamanla azalıp bir yıl gibi bir zamanda eşitlenmiş. Ünlü filozof ve hükümdar Marcus Aurelius bundan yaklaşık 2 bin yıl önce;"Her sabah uyandığınızda, ne kadar ayrıcalıklı bir varlık olduğunuzu düşünün. Yaşamak, nefes almak ve sevmek için!" demiştir. Bizde her sabah kalktığımızda ne kadar şanslı olduğumuzu düşünelim. Evrenin içinde okyanustaki bir kum tanesi kadar küçük olan dünyamızın kendi ekseni ve güneş etrafında dönüşü, Samanyolu galaksisi içinde sarmal olarak hareketi ile birlikte, evrenin ışık hızında genişlemesinin bir parçası olan dünyamızın her bir gününün, adeta bir mucize şeklinde bir sonraki güne çıktığını görürsünüz. Yine vücudumuz da, biz tüm detaylarını bilmesek de apayrı bir alemdir. Her hücrenin bir fabrika gibi çalışması, diğer hücrelerle iş birliği, tüm organlarımızın, kalbimizin, beynimizin tıkır tıkır, bize hissettirmeden çalışması, her yeni günü yaşamamız için bize adeta bahşetmeleri de aslında bizim için her gün yaratılmış ve yaratılmakta olan bir mucizedir. İşte her gün bize bahşedilen bu yeni hayat, her yeni gün için mutluluk içinde şükür edilmeyi hak etmektedir. Eğer bu durumu idrak etmekte zorlanıyorsanız, her sabah sahip olduğunuz beş şey için birer dakika düşünerek şükredin. Mutlu bir aileye sahip olduğunuz için, iyi bir işe sahip olduğunuz için, eviniz, arabanız, sağlığınız, çocuğunuz...vb nimetler için birer dakika üzerlerinde düşünerek şükredin. Ne kadar şanslı olduğunuzu görün. Şükür içinde, mutlulukla dolun. Emin olun tüm gününüz daha bir pozitif ve mutlu geçecektir. Kahvaltı sofranızdaki veya yemek masanızdaki eşsiz yiyeceklerin, bu yiyeceklerin sadece sizin için hazırlanmasının ayrıcalığını bir düşünün. Örneğin masanızdaki sütün, peynirin, çeşit çeşit süt ürünlerinin sütünü sağlayan çiftçileri, sütlerin sağıldığı inekleri, ineklerin yaşadıkları çiftliği, onların otlamalarını bir düşünün. Masanızdaki balı yapmak için binlerce arının nasıl seferber olduklarını, tüm gün boyunca çiçekten çiçeğe uçtuklarını, kovanlarındaki peteklerin gözeneklerini mucizevi bir şekilde doldurduklarını düşünün. Sadece sizin için. Masanızdaki her gün içtiğiniz çayın, kahvenin yapılışını bir düşünün. Çay ve kahve ağaçlarını, meyvelerini, yapraklarını, onları sabırla yetiştiren, toplayan insanları, ürünlerin kurutup işlenmesini, paketlenip sizin masanıza keyifli bir bardak çay veya nefis kokulu, lezzetli bir kahve olarak gelmesini bir düşünün! Aslında evet, sadece sizin için! Yediğiniz kirazların, portakalların, karpuzun, salatanın, domatesin, elmanın nasıl yetiştiğini, ağaçların, bitkilerinin çiçek açmalarını bir düşünün. Güneşin sıcaklığı ve ışığı ile onları ısıtmasını, meyvelerini sizin için adeta pişirmesini bir düşünün. Aslında her bitki, meyvesini güneş, su ve toprak sayesinde olgunlaştırmaktadır. Yediğimiz içtiğimiz şeylerde, sebzelerde, meyvelerde, hayvanlarda güneş var, mineralleri barındıran toprak var, su var. Yani bir manada güneş, toprak ve su yiyoruz. Başka bir şey değil. Bir nevi toprak bizi beslemeye çalışırken, aslında güneş biraz da bizim için doğuyor, bizim için ışıldıyor. Bu büyük mucizeler sizce de şükrü hak etmiyor mu? Ve masamıza gelen etleri düşünün. Sizin keyifle doymanız için yetiştirilen sığırları, kuzuları, keçileri, yakalanan balıkları düşünün. Çayırlarda otlamalarını, yayılmalarını düşünün. Ve yeterli olgunluğa erişince kesilmelerini düşünün. Aslında sadece sizin için. O hayvanlar şükrü veya teşekkürü hak etmiyorlar mı sizce? Çok sevdiğim bir arkadaşım anlatmıştı. Japonlar genelde deniz ürünleri ve balık ile beslenirler. Japonlar yemeklerinde balık yerken çeşitli sebzeler ve defne yaprağı ile servis ederlermiş. Yalnız defne yaprağını yemezlermiş. Balığı kılçığından özenle ayırıp, kılçığı kırmadan özenle tabaklarının kenarına ayırırlarmış. Balığı ve tabaktaki sebzelerini, garnitürleri huşu içinde yedikten sonra, defne yaprağı ile balık kılçığını özenli bir şekilde örterler ve ellerini dua vaziyeti için kenetleyip balığa teşekkür ederlermiş. Çünkü balığın onları doyurmak için için hayatını feda ettiğinin bilinci ile balığa teşekkür ederlermiş.. Ne kadar ince bir davranış, ne kadar naif bir kültür değil mi? Biz neden en az onlar kadar olamayalım? Yada, resimde görülen, günlük yemeğini almanın sevincini gözlerinde gördüğümüz Hatice teyzenin onda biri kadar? Görebildiğimiz, göremediğimiz bize verilen bin bir nimet için neden şükür etmeyelim? Ne kadar çok şükrederseniz o kadar mutlu olursunuz. Bu kadar kolay mı? Evet. Çünkü dünya kafamızdaki bir algıdan ibarettir. ''Güzel bakan güzel görür, güzel gören, güzel düşünür, güzel düşünen hayattan lezzet alır''  demiştir Bediüzzaman Said Nursi.



*Nevzat Keleş – Hayatın Yönü

4 Kasım 2017 Cumartesi

Özgürlüklerimiz Diğer İnsanların Haklarını Savunmamıza Bağlıdır

Özgürlüklerimiz Diğer İnsanların Haklarını Savunmamıza Bağlıdır

Şiddet ve Güce Tapmak

Avrupa’daki tüm toplumsal kurallar genel bir uzlaşma üzerine kurulu iken, bizim tüm düzenimiz çatışma, kavga ve kaba güç üzerine kuruludur. Bu en basitinden meslekler arası gelir adaletinden öğrencilerin üniversiteye giriş sistemine, toplumsal saygınlık ölçülerine kadar neredeyse tüm alanlarda çatışma kültürü kendini belli eder. Devlet ve toplumsal geleneğimiz de güç ve şiddet odaklıdır. Sokakta, okulda, futbolda, kışlada, ailede, trafikte yaşadığımız sorunlarımızı konuşarak çözmek yerine şiddetle çözmeye çalışırız. Bunun sebebi; yüzyıllardır oturmuş bir hukuk sistemi kuramamış olmamızdır. Hakkımızın yenmemesi için bilek gücüne ve her daim güçlü olma gereğine inanırız. Günümüz siyasi ve toplumsal münakaşalarının temelinde bu hakkımızın yeniyor olmasının kaygısı yatmaktadır. Çoğu şiddet refleksimiz, haklarımızın her an çiğnenme riski altında bulunması nedeniyledir. Bu nedenle toplumuzda “kaba güç” adeta kutsanmaktadır. Güçlü devlet, güçlü lider, güçlü birey, güçlü adam, güçlü kadın, güçlü şirket…gibi değerlerin yüksekliği içindeki “GÜÇ” algısı toplumumuzda kabul gören en büyük erdemdir. Güç, bizim toplumumuzda neredeyse tapınma mertebesine kadar yüceltilmekte ve kutsanmaktadır. Güç odaklı olmamızı tarihimize baktığımız zaman çok daha net olarak görebiliriz. Tarihimizde Türklerin kurduğu küçük devletler ve beylikler, hiç bir zaman kendi rızaları ile bir araya gelip birlik olamamış, ancak kendinden daha güçlü ve onları hizaya sokan büyük bir güç varsa (zorla) itaat etmişlerdir. Dominant büyük güç zayıfladığı anda küçük devletler ve beylikler bulundukları devletten ayrılarak, kendi adlarına hutbe okutup, para bastırarak kendi devletçiklerini kurmuşlardır. Bu yüzden uzlaşma, şefkat ve merhamet kültürü değil de, kaba gücü yüceltme ve ululama kültürü genlerimize kadar işlemiştir. Halbuki ileri toplumlarda kaba güç kutsanmaz, hatta aşağılanır ve sert bir şekilde cezalandırılır. Bireylerin güvenliği, özgürlüğü, ruhsal ve bedensel bütünlüğü devletin koruması altındadır. İleri toplumlarda devlet, bırakınız kaba kuvveti, sözlü yada psikolojik saldırıyı dahi şiddetle cezalandırır. Ancak bizdeki durum tam tersi olarak şiddet içselleştirilmiş durumdadır. Ülkemizde spor olarak beyzbol oynanmadığı halde, beyzbol sopası satışlarının oldukça yüksek olmasının nedeni budur. Çünkü, arabasının sürücü koltuğunun altında beyzbol sopası yada levye bulunduran vatandaş sayısı hiç de az değildir! Güçlü olanın yüceltildiği ve itaat edildiği bizim kültürümüze devletimiz şiddete uğrayan insanlarını korumaktan acizdir! Sokakta karısını yada çocuklarını döven bir adama bile genelde müdahale etmezler. Çünkü bu durumu görenler “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla normal kabul ederler. Öyle ki; geçmişte karısını dövdüğü gazetelerde haber olan ünlü bir türkücünün kadınlar matinesinde, bazı kadınlarımız ünlü türkücüye seslenip; “Beni de döv ....... “diye kendilerini sahneye atmışlardı. Fiziksel olarak güçlü olan ve çevresine şiddet uygulayan kişiler etraflarına saldıkları korku nedeniyle olağanüstü derecede saygı görürler. Hatta şiddet uygulayan kişiler toplumda bir kahraman gibi muamele görebilirler. Eşkıyalığın ve mafya liderlerinin adeta bir kahraman gibi saygı ve sevgi görmelerinden bunu anlayabiliriz.

 

Ötekilerin Hakları

Toplumumuzdaki güç odaklı olma  durumu siyasi hayatımıza bile yansımıştır. Toplumumuz kültüründe çok seslilik iyi karşılanmamaktadır. Farklı düşünen insanlar çoğunlukla siyasi rejim, iktidar veya devlet için tehdit olarak görülmektedir. Bu durumu ülkemizde fikir suçlularının hapislerde tutulurken gerçek suçluların zamanla çeşitli aflarla serbest bırakılması gerçeğinden anlayabiliriz. Maalesef biz henüz birbirimizin asgari müştereklerini hoşgörü gösterme bilincinden çok uzaklardayız. Bu bilince ulaşabilmek için belki Avrupa, Amerika toplumlarının yaşadığı türden bir dönüşüm ve aydınlanmaya ihtiyacımız var. Nasıl ki onlar zamanında toplumlarının tüm kesimleri olarak birleşerek kendi krallarını ve soylularını devirdiler, sonrasında sonu gelmeyen iç savaşlar ve iktidar mücadeleleri yaşadılar. Toplum olarak birbirlerinin özgürlüklerini savunmadıkları sürece, kendi özgürlüklerinin de garanti altında olmadığının farkına ve bilincine varabildiler. En nihayet dökülen onca kandan sonra toplumlarının tüm kesimleri olarak asgari müştereklerde buluşarak, birbirlerinin haklarını  tanıdılar. Biz henüz toplum olarak böyle bir değişim ve dönüşüm yaşamadık. Ne kendi padişahımızı kendimiz devirdik, ne kendi haklarımızı mücadele ederek kendimiz alabildik, ne de Cumhuriyetimiz için herhangi bir bedel ödedik. Avrupa toplumlarının mücadeleler ile kazandığı; birçok hakkımız bize Atatürk tarafından hediye edildi. Bu yüzden ne kendi ne Cumhuriyetimizin değerini, ne kendi haklarımızı ne de diğer insanların haklarını içselleştirebildik. Küçük siyasi hesaplarımızdan dolayı toplumumuz içinde farklı düşünen kesimler olarak bir araya gelerek gerçek manada herkesin hakkını garanti altına alan bir demokrasi ve hukuk sistemini inşa edemedik.

Ülkemizin tarihi utanç verici darbelerle ve birbirimize karşı toplumsal hoyratlıklarla doludur. Ülkemizdeki darbe geleneği Osmanlı'dan, Yeniçeri askerlerinin kazan kaldırarak istemedikleri padişah ve veziriazamları boğdurma veya kafasını vurdurma geleneğinden gelmektedir. Cumhuriyet tarihimizde de çok fazla birşey değişmemiştir. Asker, çeşitli bahanelerle halkın oylarıyla seçtiği siyaset kurumuna ve hükümetlere karşı darbe yapmayı kendinde hak görmüştür. Ancak askeri darbeler tamamen halktan kopuk eylemler de değildir. Ülkemizdeki her darbenin toplumsal bir taraftar kitlesi olmuştur. Darbeciler çok iyi bilmektedirler ki, Türkiye toplumu siyasi olarak bölünmüş olduğu için böl ve yönete çok uygun bir halktır. Ülkemiz, siyasi, ideolojik, kültürel ve dini olarak bölünmüş durumdadır. Alevi-Sünni, sağcı-solcu, Türk-Kürt, laik-anti laik, ilerici-gerici gibi kutuplaşmalarla bölünmüştür.  Bu bölünmüş toplum özgürlük gibi, siyasi haklar gibi en temel konularda bile bir araya gelemezler. Bu yüzden her darbenin farklı bir kesimi ezmesi, buna mukabil, her seferinde diğer kesimlerin buna seyirci kalması hatta bazen darbeyi alkışlaması sonucunda darbe kültürü bir ülkemiz siyasi tarihinin bir kaderi haline gelmiştir. Bu öylesine acı bir gelenektir ki, üç dönem seçilen, üçüncü döneminde %50 nin üstünde oy alan Adnan Menderes hükümetine karşı darbe yapıldığında dahi halkta kayda değer bir isyan ve protesto olmamıştır. Adnan Menderes ve arkadaşları dezenformasyon içeren davalarla ve darbe yönetiminin el koyduğu medya organlarının manipülatif haberleri ile yıpratılmış, en nihayetinde hukuk ayaklar altına alınarak uyduruk mahkemelerde yargılanmış ve en sonunda da idam edilmişlerdir. Ancak bu hukuk skandalları ve başlı başına herkesin karşı çıkması gereken darbeler bile toplumumuzda karşılık ve taraftar bulabilmektedir. Adnan Menderes'e yapılan darbeyi de toplumun bir kesimi desteklemişti. Çünkü Adnan Menderes ve partisi Adalet partisi onlara göre gericiydi. Her ne kadar Adnan Menderes uzun yıllar CHP de siyaset yapmış olsa bile, bu bir şeyi değiştirmezdi. Onlar gericiydi. 1980 darbesi yapıldığı zaman ise ülkemiz ABD’nin ekseninde bir ülke olarak, en büyük düşmanı Komünizm idi. Her ne kadar darbe lideri Kenan Evren; "bir sol görüşten astıysak, bir de sağ görüşten adam astık!" diyerek ne kadar adil bir darbe yaptıklarını kanıtlamaya çalışsa da, darbe ülkemizde sol kesime karşı yapılmıştı. Ülkemizdeki ne kadar sol ve komünist sanatçı, bilim adamı, gazeteci ve entelektüel insan varsa hayat onlara zindan edilmişti. Birçok insan hiçbir suçu yokken uyduruk mahkemelere çıkartılmış, birçok insan hapislerde türlü işkencelere tabi tutulmuş ve birçok insan da faili meçhul cinayetlerle ortadan kaldırılmıştı. Birçok sanatçı ve entelektüel bu baskılardan dolayı yurtdışına kaçmak zorunda kalmış, sonrada vatandaşlıktan çıkartılmışlardı. Bütün bu hukuksuzlukların yanında, hapishane ve karakollarda yapılan işkenceler insanın insana olan zulmünün nerelere kadar varabileceğini, insanın ne kadar vahşileşebileceğinin göstergesi olmaya başlamıştı. Özellikle Diyarbakır hapishanesinde yaşanan işkenceler ve insanlık dışı muameleler sonunda Kürt milliyetçiliğinin bayraktarlığını yapacak olan PKK nın temelleri atılmıştı. Bütün bu haksızlığa karşın, halkımızın büyük bir kesimi özellikle de sağ ve muhafazakar kesim darbeyi içten içe desteklemişti. Tamamen kurgu ve darbeye zemin hazırlama amaçlı körüklenmiş olan sağ-sol kavgasında akan kan dindiği için, darbenin daha çok sol ideoloji, Komünizm ve Kürtleri hedef aldığı için toplumun sağ muhafazakar kesimi içten içe darbeyi 1980 darbesini desteklemişti. Zira, muhafazakar sağ kesimde "Amaaan, zaten onlar Komünist veya Alevi!" bakışı her zaman olagelmişti. Ama gel zaman git zaman işler değişmiş, artık Komünizm çökmüştü. Her zaman olduğu gibi ABD'nin doktrinlerinin etkin olduğu güzel ülkemiz için bu sefer yeni düşman “Kökten dincilik ve İslam” idi. Tabiki bu sefer ordumuzun yapacağı darbenin ana teması da; "Laiklik elden gidiyor" olacaktı. Evet, ülkemizin maruz kaldığı post modern darbe olarak adlandırılan 28 Şubat darbesi inançlı ve muhafazakar kesime karşı yapıldı. Çiller-Erbakan hükümeti Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in desteği ile düşürüldü. İnançlı kesime karşı o kadar büyük bir saldırı başlamıştı ki, medyanın da desteği ile bir anda başörtülü olan tüm kadınlar ve sakallı tüm erkekler, namaz kılan ve Cuma'ya giden herkes terörist haline getirilmişti. Tüm devlet kadrolarından inançlı insanlar temizlendi, üniversitelerden başörtülü kızlar atıldı, mesai saatlerinde namaz kılmak yasaklandı, sakallı olanlar meczup ilan edildi. Ama yapılan tüm bu zulümlere karşın, toplumun bazı sol, entelektüel aydın ve Alevi kesimleri yapılanları alkışlayarak bu darbeye destek oldu. Bu postmodern darbeye karşı çıkanlar olsa da, ana sol kesim ekseriyetle yapılanlara destek vermişti. Çünkü Sol kesimde de muhafazakar kesimlere karşı çoğunlukla "amaaan onlar zaten gerici, kökten dinci ve yobaz!" bakışı vardı. Hepsi için olmasa da, çoğu sol görüşlü insanımız için başörtülü olan, sakallı olan veya beş vakit namaz kılan insanlara "yobaz" gözüyle bakıyordu. 28 Şubat darbesinin zulüm ile geçen yılları içinde ülkemiz ekonomisi de çöküntüye uğradı. Yaşadığımız derin ekonomik krizden sonra muhafazakar Ak Parti hükümeti yönetime geldi. Uzun yıllar ülkemizi yöneten, halen daha da yönetmeye devam eden Ak Parti hükümeti döneminde bu sefer sol kesim demokratik haklarının kısıtlanmasından, içki içmenin zorlaştırılmasından, hükümet aleyhine gösteri ve protesto gibi demokratik eylemlerin şiddet kullanarak bastırılmasından sızlanmaya başladılar. Yani bu sefer de ezilme sırası sol, özgürlükçü ve liberal kesime gelmişti. Görüldüğü gibi bitmek tükenmek bilmeyen darbe, baskı ve hoyratlık sarmalı sıra ile tüm toplum kesimlerini etkisi altına almaya devam ediyor. Kızım Elif’in dediği gibi, “Bir gruba yada bir kesime zulüm yapan devlet, aslında hepimize, tüm vatandaşlara zulüm yapmaktadır. Biz de zulme sessiz kalarak, kendi kendimizi  bir sonraki hedef yapıyoruz. Sessiz kaldığımız haksızlıklar ve zulümlerle, aynı muamemeleye bizler maruz kaldığımızda, bu duruma  sesini çıkaramayacak topluluklar meydana getiriyoruz.”

Batı toplumlarında bir kesime bir haksızlık ve hukuksuzluk yapılırsa sağcı, solcu, komünist, liberal...vs hiç bir ayrım olmadan birleşerek mücadele ederler. Çünkü onlar, kendi haklarını savunmanın yolunun, başkalarının haklarını savunmaktan geçtiğini anlamışlardır. Adeta Voltaire’in; “Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için yanınızda savaşmaya hazırım!” felsefesini tamamen benimsemişlerdir. Bizler ise birbirimize karşı her zaman hoyratça davranıyoruz. Birbirimizin haklarına yapılan saldırılarda hiç bir zaman dayanışma ve beraberlik sergilemiyoruz. Çünkü, toplum olarak içimizde "Bizi sokmayan yılan bin yıl yaşasın" mentalitesi vardır. Bu sebepten dolayı bir araya gelemediğimiz için toplumun tüm kesimlerini kapsayacak ortak bir anayasa da yapamadık. Bu nedenle siyasi tarihimiz tamamen yaz-bozlardan ve git-gellerden oluşmaktadır. Bizler, demokrasiyi, hukuku ve haklarımızı sadece ucu bize dokununca hatırlıyoruz. Ama haksızlıklar sevmediğimiz kesimlere karşı yapılınca görmezden geliyoruz. Ne yazık ki, adaletsizlik ve zulüm sıra ile tüm toplum kesimlerin üstünden silindir gibi geçiyor. Çünkü, o sırada ezilen kesime kimse sahip çıkmıyor. Gün dönüp hesap dönünce de, zulüm ve hoyratlık bu sefer diğer kesimleri ezip geçiyor ve bu kısır döngü şeklinde devam edip gidiyor. İşte bu kısır döngü yüzünden, yani birbirimizin haklarını korumadığımız için kendimizi bugün güvensiz hissediyoruz. Haklarımızın hukuk tarafından korunacağına dair büyük şüpheler taşıyoruz. Asgari müştereklerde buluşabildiğimiz, hepimizce kabul edilecek ortak bir hukuk sistemi kuramamanın acısını her gün yüreğimizde hissediyoruz. Farkında mısınız; bizler bu kısır döngünün farkına varıp, bu döngüden kurtulmak için adım atana kadar bu düzen böyle devam edecek?
Farkında mısınız; bizler birbirimizi hor görmeye, küçük görmeye ve aşağılamaya devam ettiğimiz sürece bu hukuksuzluğumuz devam edecek?
Farkında mısınız; tıpkı Batılılar gibi, birbirimizin haklarına, kendi haklarımız kadar saygı duyup, birbirimize yaşam hakkı tanıdığımız zamana kadar bu güvensizliğimiz devam edecek?
Farkında mısınız; birbirimizin haklarını savunduğumuz zamana kadar kendimizi ve haklarımızı güvende hissedemeyeceğiz?

27 Ekim 2017 Cuma

Mutluluğun Resmi




"Sonsuza kadar mutlu yaşamışlar!" hep böyle bir sonla biter birçok masal. Bu dünyada amacımız çoğunlukla mutlu ve huzurlu bir hayat yaşamaktır. Mutlu olmak ister, mutluluğun peşinden gideriz. İnsanlık tarihinde mutluluk en çok aranan, en çok konuşulan ve en çok tartışılan kavramlardan biri olmuş, ancak bu güne kadar hiç kimse mutluluğun tanımını tam olarak yapamamıştır. Peki, hiç düşündünüz mü, mutluluk nedir, ne değildir diye? Ülkemizde Abidin Dino'ya ait sanılan ve “mutluluğun resmi” olarak bilinen, ancak aslında Dianne Dengel’e ait olan yukarıdaki “Home Sweet Home” tablosu mutluluğu anlatabilir mi? Mutluluk; başarı, zenginlik, refah ve haz mıdır? Yoksa, mutluluk; sağlık mıdır? Mutluluk, bilgi, aydınlanma ve kendini gerçekleştirme midir? Yoksa mutluluk; özgürlük müdür? Eğer bunların hiç birisi değilse, mutluluk; sevgi ve aşk ile kendinden geçmek midir?

 Bir çoğumuzun içinde eğer zengin olursak mutlu olacağımıza dair güçlü bir inanç vardır. Peki, gerçekten de başarılı ve zengin olmak, mutlu olmak için yeterli midir? Öyle olsa tüm zenginlerin mutluluk içinde yaşaması gerekirdi. Birçoğumuzun içine düştüğü yanılsama, para ile istediğimiz her şeyle birlikte mutluluğu da elde edebileceğimiz inancıdır. Oysaki her şeye sahip olan birçok insanın içindeki boşluklar çok daha derindir. Para ile mutluluğu, huzuru ve sevgiyi satın alamayacağını anlayan insanlar yaşadıkları bunalımlardan dolayı depresyona girerler. Çünkü zenginleştikçe etrafında olan insan sayısı artmakla birlikte, sahtelikler de artar. Gerçek sevgiyi bulmak zorlaşır. Zenginliği ve serveti koruyabilme endişesi iç huzurunu kaçırdığı gibi, artan olası tehditlerden dolayı korku da artar. Halbuki mutluluğun para ve zenginlik vasıtasıyla istediğin her şeye sahip olarak elde edilebileceğini düşünen insan sayısı o kadar çoktur ki, bu insanların zenginlik ve mutluluk hayalleri yüzünden piyango, şans oyunları ve kumar sektörleri büyüdükçe büyümektedir. Zenginlik vasıtasıyla canının, nefsinin veya egosunun tüm arzularını yapabilmek insanı sefahate ve bağımlılığa sürükler. İnsana en çok keyif veren, kadınlar, alkol, uyuşturucu gibi şeyler, başta çekici gelse de, aşırı sefahat durumu bir müddet sonunda bağımlılığa, bağımlılık daha da aşırılığa dönüşür. Bir şeye bağımlılık ise insanı mutsuz ve perişan eder. Genelde günümüzde bir çok insan, popüler kültür dayatmaları sonucunda zengin, güçlü, popüler, müreffeh olmak istiyor. Zenginliğin mutluluk ve huzur getireceği, sevilip sayılacağına dair varsayımla istiyorlar bunu. Halbuki zenginliğin mutluluk getireceğine, gerçek sevgi ve huzuru getireceğine dair elimizde hiçbir kanıt yok. Aksine para, çoğu zaman mutluluk ve huzur yerine mutsuzluk ve yıkım getiriyor. Milli piyangonun büyük ikramiyesi çıkan kişilerin, elde ettikleri bu servet sonrasında hayatlarının nasıl kabusa dönüştüğüne dair onlarca haber vardır. Mutluluk sağlıklı olmak mıdır? Her sağlıklı olan mutlu mudur? Ünlü filizof ve hükümdar Marcus Aurelius bundan yaklaşık 2 bin yıl önce;"Her sabah uyandığınızda, ne kadar ayrıcalıklı bir varlık olduğunuzu düşünün. Yaşamak, nefes almak ve sevmek için!" demiştir. Eğer her sağlıklı insan mutlu olsaydı, dünya üstünde milyonlarca insan sağlıklı ve şükredilesi durumda olduğu halde mutsuz ve umutsuz olarak gününü geçirmezler, aksine her günlerini şükür içinde geçirirlerdi. Ancak, sağlığımız yerindeyken genellikle sağlığımızın değerini bilmediğimiz gibi, yeterince şükür de etmiyoruz. Peki, soruyu tam tersinden sorarsak, sağlıksız olanlar asla mutlu olamazlar mı, yada sağlığı bozulan kişiler mutlu olamazlar mı? Yurt dışında yapılan bir araştırmaya göre bir kolunu veya uzvunu kaybeden birinin yaşadığı acı ve travma ile aynı zamanda lotodan büyük ikramiye kazanan birinin yaşadığı mutluluk ve haz seviyelerini karşılaştırdıklarında, bir yıl sonra her ikisinin mutluluk ve acı seviyelerinin eski düzeylerine geri döndüğü tespit edilmiştir. Birinin, büyük loto ikramiyesini kazandığı zaman yükselen sevinç ve mutluluk seviyesi zamanla azalırken, uzvunu kaybeden kişinin yaşadığı travma, acı ve mutsuzluk seviyesi de zamanla azalıp bir yıl gibi bir zamanda eşitlenmiş. Bu gerçekler, yine mutluluğun tek bir şeye bağlanamayacağını gösteriyor. Mutluluk iç huzuru mudur acaba? Dünya üstünde en huzurlu insanlar kimdir diye baktığımızda dindar insanları görürüz. İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Budist ister Hindu olsun dini inancını tam bir imanla yaşayan insanların iç huzuru yaşadıklarını görüyoruz. Özellikle Uzakdoğu felsefesi ve inançlarının öğretilerinin getirdiği aslında bizim inancımızda (Sufizm) da olan yaşadığımız ana odaklanma, olana teslimiyetin getirdiği iç huzuru nedeniyle Budizm Batı dünyasında hızla yaygınlaşmaktadır. Ama bu iç huzuru, mutluluk olarak nitelendirilebilir mi? Mutluluk biraz daha coşkun, daha heyecanlı ve kıpır kıpır bir şey sanırım. Aksi halde herkes dindar olmayı tercih eder, koyu bir dindarlık ile inzivaya çekilir ve hiç kimse Kaf dağının ardındaki mutlulukları arama arayışına girişmezdi. Benzer olarak mutluluk, acaba elindekiyle, yetinmeyi bilmek midir? Bir lokma bir hırka ile şükür içinde yaşamak mıdır? Hakikaten bizim kültürümüzde de çok mal sahibi olmanın getirdiği manevi yükümlülüğün yanında, daha az mal ve zenginlik ile yaratıcıya, Allah’a yakın olma öğretisi yaygındır. Allah’ın salih ve halis kulları, birçok evliya ve alim kişi hayatlarının önemli bölümlerinde insanlardan, toplumdan ve zenginlikten kaçarak inzivaya çekilmişlerdir. Birçok alim, en önemli eserlerini inziva günlerinde vermişlerdir. Bu yaşam tarzı ve inziva hayatı Sufizmde olduğu gibi Doğu felsefesinde ve inanç sistemlerinde de mevcuttur. Bir lokma ve bir hırka ile hayatını mutlu geçiren Budist sayısı oldukça fazladır. Ama bu gerçek mutluluk mudur? Yoksa onları mutlu eden şey inandıkları tanrıya ve onun öğretilerine yakın olduklarına dair hissettikleri yanıltıcı bir inanç mıdır? Çünkü, inziva hayatı, fakirlik, yokluk ve çaresizlik insanın imanını ve inancını artırır. Fakat yaratıcı, gerçekten kullarından bunu, yani fakirliği mi istemektedir? Verdiği sonsuz nimetlerinin kulları tarafından ellerinin tersi ile itilmesi Allah'ı memnun eder mi? Bu da insan için ayrı bir ego değil midir? Üstelik, insan hayatını kolaylaştıran buluşlar, insan medeniyetini yücelten şeyler, bilimsel ve sanatsal gelişmeler insanın olduğu ile yetinmemesi, kendi sınırlarını zorlaması ve insanın açgözlülüğü sebebiyle gerçekleşmiştir. Yani sadece elindekiyle yetinen insan, belki bireysel olarak mutlu olabilir, ancak mevcut medeniyeti kuramazdı. Bilimsel ve teknolojik gelişmeleri yapamaz, sanat ve estetik anlayışını geliştiremez, hayatın ve maddenin sırrını araştıran bilimsel ve felsefi yolculuklara çıkamazdı. Halbuki Yaratıcı, bilimle, sanatla ve felsefeyle konuşur. İnsanoğluna verdiği işaretlerle ve ipuçları ile kendisini bulmasını ister. Osho, Doğu felsefesi ve inanç sisteminin inziva hayatı ile getirdiği iç huzuru ve  bireysel mutluluk durumunu dişil güç, Batı felsefesinin önünü açtığı, insanın içindeki bilimsel, sanatsal, felsefi ve kapitalist aç gözlülük durumunu ise eril güç olarak değerlendiriyor. İnsanın tek başına dişil veya tek başına eril güç ve anlayış ile mutlu ve tam olamayacağını ifade ediyor.

Mutluluk, aşk, sevgili ve cinsellik midir? Ben mutluluğun aşk olduğunu düşünmediğim gibi sınırsız cinsellik olduğunu da hiç sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, adeta cennetini bu dünyada kurabilmiş, günlerini kadınlarla, aşk ve sınırsız cinsellikle zevk-i sefa içinde geçiren kimine göre şanslı, fakat kimilerine göre de şanssız olan insanlar dünyanın en mutlu insanları olurlardı. Kazanova gibi karakterler, Playboy'un kurucusu gibi insanlar, söyledikleri kanun olan krallar ve padişahlar, hatta birçok zengin gibi haremlerini kurabilmiş insanlar dünyanın en mutlu insanları olurdu. Eğer kadınlar ve cinsellik gerçek mutluluk olsaydı, harem kurma imkanları olan birçok filozof, bilim ve felsefe peşinden koşmaz, haremlerinde yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında günlerini gün ederlerdi. Hatta Roma İmparatorluğu gibi zamanının süper gücü olan bir devletin başına geçmiş olan Marcus Aurelius , mutluluğu mütevazilikte, düşünmede, felsefede ve anı yaşamada bulmaz, kadınlarda, aşkda, şarapta ve şiirde bulurdu. Marcus Aurelius  mutluluğu kadınlarda ve içkide bulsaydı asırlar ötesinden günümüze ışık tutan "Meditations"u yazmamış olurdu. Mutluluk aklına gelen her şeyi yapabileceğin sınırsız bir özgürlük müdür? Eğer bu doğru olsaydı, dünyanın en önde gelen müreffeh ve zengin ülkelerinde yaşayan, özgürlüklerini olabilecek en geniş halinde yaşayan insanlarında endişeler, kaygılar ve sınırsız özgürlüğe yakın olmanın getirdiği savruluşlar olmazdı. Halbuki sınırsız bireysel özgürlüklerin ve müreffeh yaşamın olduğu ülkelerdeki insanlar stres, aç gözlülük, bencillik, yüksek ego ve hayatlarında anlam eksikliğini daha fazla yaşamaktadırlar. Herşeyi yapabilme özgürlüğü çoğu zaman insanı arayışlara ve sorgulamalara iter. Bu arayışlar ve sorgulamalar ise çoğu zaman mutsuzluk getirir. Mutluluk, kendi menkıbemizi bulabilmek ve hayatta başarılı işler yapmak mıdır? Her başarılı insan mutlu mudur? Bir şeyleri başardıktan sonra insanda bir boşluk ve bunun getirdiği bir boşluk oluşur mu? Dolayısıyla hep mutlu kalabilmek için hep yeni başarılar mı kazanmak gerekir? Maalesef her şeyin bir bedeli olduğu gibi başarının da bir bedeli vardır. Üstelik başarının bedeli oldukça ağır bir bedeldir. Başarılı olmak ve menkıbemizi bulabilmek için mutsuz olmayı göze almak gerekir. Çünkü başarının ve menkıbemizi yaşamanın yolu acılar ve  sıkıntılarla doludur. Menkıbemizi bulabilmek ve önemli başarılar elde edebilmek için uykusuz geceleri göze almak gerekir. Başarı yolunda gayret, mücadele, yorgunluk, yılgınlık, umutsuzluk, uykusuzluk, ve hayal kırıklıkları vardır. Dolayısıyla başarı için tüm bu mücadelenin getireceği mutsuzlukları göze almak gerekir. Ancak bu çileli yolu göze alabilenler hayatta önemli başarılara imza atabilirler. Bu yüzden birçok insan başarının mutluluğu için böyle zorlukları yaşamayı göze alamaz. Kar-zarar hesaplaması yapınca hiçbir şey yapmamak çoğu zaman çok daha cazip gelir. Üstelik başarıya ulaşan insanlar da, sonrasında büyük boşluklara düşerler. Çünkü, hep düşledikleri başarıyı elde etmişlerdir. Artık bir sonraki hedefe odaklanmaları gerekir. Aksi halde kendilerini boşluğa düşmüş ve hatta, kendilerini işe yaramaz hissederler. Dolayısıyla başarının da mutluluk getirdiğini söylemek zordur.

Eşyanın sırrına ermek, bilmek, yani bilgelik mutluluk getirir mi? Çok bilen mi yoksa ve cahil mi mutludur? Sanırım bilmemek veya cahillik, birçok düşünür ve filozofun söylediği gibi, esas mutluluk ve saadettir. Çünkü, bilmek sorumluluk almayı gerektirir. Bilmek, harekete geçmeyi, aksiyon almayı gerektirir. Bilen insan, bilmeyen gibi rahat ve bilinçsiz davranamaz. Halbuki, birçoğumuz kendimizce görmek istemediğimiz, bilmek istemediğimiz şeyleri görmeyerek ve bilmeyerek zamanla beynimizin o şeyleri tamamen yokmuş gibi davranmasına sebep oluruz. Zira, insan beyni ihtiyaç duyduğu gerçekliği kendisi yaratır. Tabiki bu bir yanılsamadır, beynimizin bir illüzyonudur. Aslında böyle yaparak, sadece kendimizi kandırırız. Bu durum aslında hukuki, sosyal ve dini alanları gibi bir çok konuda böyledir. Bu yüzden, günümüzde halk yığınları ve birçok insan, bilmenin getireceği sorumluluktan dolayı bilmemeyi, öğrenmemeyi bilinçli yada bilinçsiz olarak tercih eder. Haklarımızı yada hukuk sistemini bilmeyiz, öğrenmek de istemeyiz. Çünkü, öğrendiğimiz zaman bu kurallara uymak, başkalarının haklarına saygı duymak ve kendimizi kısıtlamak zorunda kalırız. Ama bilmediğimiz zaman yaptığımız hak ihlalleri ve hukuksuzluklar bizi incitmez. En azından vicdani olarak bir rahatsızlık hissetmeyiz. İnsanın bilgisi ve farkındalığı arttıkça mutluluğu ve hayattan aldığı keyif azalır. Bu sebepledir ki, filozofların, düşünürlerin ve sanatçıların birçoğu halk yığınlarına göre çok daha mutsuzdurlar. Halbuki herhangi bir olguya kafa yormayan, düşünmeyen, okumayan, bilmeyen, bilmek de istemeyen insanlar hayatı çok daha neşeli ve mutlu yaşarlar. İnsanları gözlemlediğinizde, bilmiyor olmaktan bir şekilde mutlu olduklarını görürsünüz. Adeta bir deve kuşu misali kafayı kuma gömerek yaşamak daha caziptir. Bazı insanlar kendi yanlış davranışlarını ve tutumlarını savunmayı sürdürebilmek için, o işin doğrusunu araştırıp öğrenmek yerine bilmemeyi, bilinçsiz olarak tercih edip devam ettirirler.

Bir de toplumsal coşkunun gerçek mutluluk sanıldığı durumlar vardır. Sürü psikolojisi içinde binlerce, milyonlarca insanın yüreğinin tek bir amaç için birleşerek adeta tek bir yürek gibi attığı durumların yarattığı coşku ve extacy (yüksek olma durumu) da mutluluk ile karıştırılabilir. Bu en basitinden coşkulu bir rock konseri, sevdiğimiz takımın maçlarının yarattığı coşku ve bir ülkenin bağımsızlık mücadelesinin kitleler üstünde yarattığı sarsıcı etkileri mutluluk sanılabilir. Örneğin, sevgili Nazım Hikmet 1961 Mayıs’ında Dünya Barış Komitesi adına, Fidel Castro’ya Barış Ödülü vermek üzere Küba’ya gittiğinde insanların gözlerindeki devrim coşkusu ve heyecanının gerçek mutluluk olduğunu zannetmişti. Küba meydanını dolduran 6 milyon insanın coşkusunu ve gördüğü şeyin “mutluluk” olduğunu anlattığı “Saman Sarısı” adlı coşkulu ve duygu yüklü muhteşem şiirinde mısra aralarında Abidin Dino’ya şöyle seslenmişti:

Küba meydanında altı milyon kişi, akı karası sarısı melezi,
Işıklı bir çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya,
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
İşin kolayına kaçmadan ama...
Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil,
Ne ak örtüde elmaların,
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini...
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin?
Çok şükür, çok şükür bugünü de gördüm, ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat?

Abidin Dino ise mutluluğun resmini yapmaz ancak, cevaben yazdığı şiiriyle kendince mutluluğu anlatır. Nazım’ın aksine mutluluğu, Nazım’a kavuşmakla özdeşleştiren Abidin Dino cevaben yazdığı şiirinde;

(Eğer sen sürgünden gelseydin ve bağrımıza bassaydık seni,)
İşte o zaman Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini,
Buna da ne tuval yeterdi, ne boya!


diyerek cevap verir. Ama ne acıdır ki, Nazım’ın Saman Sarısı şiirinde “Hürriyetin Eli” olarak gördüğü Fidel Castro’nun eli, yıllar içinde Küba halkına ne hürriyeti ne de mutluluğu getirebildi. Komünizm ise ne Küba’ya ne de başka bir devlete mutluluk, barış, huzur ve refah getiremedi. Tatlı ve romantik bir hayal gibi Komünizm de, şiirsel ve edebi güzelliği ile kitlelerin aklında bir melankolik bir ütopya olarak kaldı. Maalesef Abidin Dino da, ömrü boyunca sürgün olan Nazım’a hiçbir zaman kavuşamadı! Bu konuda tüm gazete ve televizyon kanallarında haberi yapılan bir olay hatırlıyorum. Beşiktaş takımının şampiyon olmayı unuttuğu (bir dönem Beşiktaş ~20 yıl şampiyon olamamamıştı) yıllarda, İnönü stadına asılmış bir pankart tüm ülkede haber olmuş ve çok konuşulmuştu. Pankartta; "Ne üniversiteyi bitirmek, ne sevdiğim kızla evlenmek... Sadece Beşiktaş'ı şampiyon görmek istiyorum!" diyordu. Halbuki, bu masum hayal ne kadar büyük bir sevgi veya mutluluk kaynağı gibi görünüyordu! O genç için mutluluk demek, Beşiktaş'ın şampiyonluğu demekti. Sonraki yıllarda Beşiktaş defalarca şampiyon oldu, ama şampiyonluğu kaybettiği de oldu. Acaba o genç için şimdilerde mutluluk tanımı değişti mi? Bence çoktan değişti. Egosal nedenlerle veya dışsal bir kaynağa bağlanan mutluluk, o hedefe ulaştıktan sonra bitmeye mahkumdur. Dışsal nedenlerle elde edilen mutluluk çok kısa bir sürede etkisini kaybeder. Elde edilen hedeften sonra bir boşluk durumu, ancak daha büyük hedeflerin kovalanması ile doldurulabilir. Bu durum ise, insanın ruhunu yordukça yorar.

Yalnız başına yukarıdaki saydıklarımın hiçbiri insanı mutlu etmeye yetmez. Mutluluk, yukarıdaki saydığım mutluluk faktörlerinden her birinin veya çoğunun azar azar bulunmasıdır. Ama mutluluk ile ilgili net olan şeyler vardır. Bu net olan şeyler mutluluğun ne olduğunu değil de, ne olmadığını açıklar. Örneğin mutluluğu dışsal faktörlere ve belirli koşullara bağlayan insan mutlu olamaz. Yada şöyle söyleyelim: Belki bir süre mutluluk yaşar ancak yaşadığı bu mutluluk çok kısa sürer. Kafasındaki bir evi, bir arabayı alınca mutlu olacağını düşünen insan mutlu olamaz. Dolayısıyla, sevdiği takım şampiyon olunca veya kendi milleti bağımsızlığa kavuşunca yaşanan mutluluğun kısa sürmesi gibi, hayalindeki kadınla veya erkekle evlenince mutlu olacağını düşünen insan da ömür boyu mutlu olamaması gibi, sırf bol kazanç için istediği iş de bir kişiyi mutlu etmeyebilir. Aslında şöyle de söyleyebiliriz: Şimdi, mevcut halinde mutlu olamayan insan gelecekte de mutlu olamaz! Elindekilerle yetinemeyen, kendini ve elindekilerini mutlu olmak için yetersiz gören kimse, sonraki yıllarda istediklerini elde etse bile, bir süre sonra tekrardan bu yetersizlik hissi ve mutsuzluk hali ile karşı karşıya gelir. Yaratıcısına şükür ve tevekkül içinde olmayan ve yaşadığı anın büyüleyiciliğinin farkına varamayan insan da mutlu olamaz. Kaderine (kadercilik değil) tevekkül ile razı olamayan kimse mutlu olamaz. Bence mutluluk bir ruh halidir. Basma kalıp bir deyiş ile; mutluluk, ulaşılması gereken bir yer veya elde edilmesi gereken bir hedef değil, yolcuğun ta kendisidir. Diğer yandan, başkalarını mutlu etmeden mutlu olabilmek de zordur. Eğer mutlu olmak istiyorsak, önce çevremizdeki insanları mutlu etmeliyiz. Eşimizi, arkadaşlarımızı, çocuğumuzu mutlu edebilirsek, onların mutluluğu sonucu biz de mutlu olabiliriz. Onların mutluluğu kaçınılmaz olarak bizi mutlu edecektir. Fakat onları mutlu etmeden mutlu olmayı beklemek de tam bir hayalperestliktir. Mutluluk, mutlu etmektir. Çünkü dünya üstünde karşılıksız sevgi yoktur! Bizi ancak Allah (ve belki annelerimiz) karşılıksız sevebilir. Onların dışındaki tüm sevgiler karşılıklıdır. Etrafımızdaki insanların verebilmeleri için almaları gerekir. Dolayısıyla mutlu olabilmek için mutlu etmek, bunun için de, karşılıksız sevebilmek (mümkün olduğunca) ve karşılıksız verebilmek gerekir. Peki, mutluluk sizce nedir?
"Eğer affedersen seversin. Seversen mutlu olursun ve tanrının ışığı senin üstüne yansır!" ( Into the wild filminden)


*Tablonun Resmi: Dianne Dengel-Home Sweet Home


15 Ekim 2017 Pazar

Yaqui Kızılderilileri Büyücüsü Don Juan’ın Öğretileri & Savaşçı


Bir savaşçının sanatı, insan olmanın dehşetiyle, insan olmanın görkemini dengelemektir. Don Juan
Carlos Castaneda, yaşamının otuz yılını eski çağlarda Meksika’da yaşamış olan Şamanların dünyasını incelemeye adamış bir antropologdur. Meksikalı Yaqui Kızılderili kabilesini inceleme çalışmaları yapmıştır. Bu kabilenin lideri Şaman Don Juan Matus’dan almış olduğu eğitim süresince ve sonrasında konuya ilişkin on kitap yazmıştır.
Serinin üçüncü kitabı olan Ixtlan Yolculuğu, zamanımızın insanlığına gönderilmiş önemli mesajlarından biridir. Ixtlan Yolculuğu’nda Carlos Castaneda, “alışkanlıkların tutsaklığından arınmış, özgür, seyyal, ne yapacağı önceden kestirilemeyen” avcı, savaşçı ve bilgi adamı Don Juan’ın bilgeliğini, bilinmeyenle bir dizi heyecan verici karşılaştırmalar aracılığıyla öğreniyor ve bize aktarıyor. Doğan Cüceloğlu'nun da "Savaşçı" adlı eserini esinlendiği yazar ve antropolog Carlos Castaneda ve onun bu eserleridir. Carlos Castaneda'nın eserlerinden Yaqui Kızılderili kabilesinin lideri Don Juan'ın hayata, ölüme ve savaşçıya dair ilham verici, çığır açıcı özlü sözlerinden, onun görkemli vizyonundan bir demeti aşağıda bulabilirsiniz. Çoğunluğu, savaşçı'ya, onun misyonuna ve ruh haline dair olan bu sözler günümüz insanları için de aydınlanma fırsatı sunmaktadır.
Belirttiğimiz gibi, Doğan Cüceloğlu "Savaşçı" adlı eserini Carlos Castaneda'dan esinlenerek, günümüz insanının ortak sorunlarına, huzursuzluğuna ve anlam arayışına bir çare olabilecek bir eser olarak ortaya koymuştur. Doğan bey bu eserinde; kişinin kişisel bütünlüğünü sağlama, kişinin anlam arayışını evrensel ilkelere oturtma ve kişisel gelişimi yolunda mücadeleci bir savaşçı'ya dönüşmesini amaçlamıştır. Bu yolda insanın farkındalığı ile kendini ve çevresini tanıması, hayatını, amaçlarını bilmesi veya bulması, düşüncelerini saflaştırarak, içindeki saf ve büyük potansiyele dayanmasının bilincine varılmasını hedeflemiştir.
Olumsuz duygularımızın temeli, kendini önemseme, nesnel ben yani ego'dur. Sürekli pişmanlık ve suçluluk duygusu ardında kendini çok önemseme duygusu yatıyor Tabii kendini övmenin ardında da yaşanılan hayal kırıklıkları... Kızdığımız ve öfkelendiğimiz zaman da bunun ardında kendimizi cok önemsememiz yatıyor. Yani ego'muz ve incinme korkusu. Ego, korku öfke , kıskançlık, hüzün gibi duyguları körükler. Bu duruma karşın insan, kendi farkındalığını artırma ve kendini gerçekleştirme menkıbesi için bir "savaşçı" olmalıdır. Bu yolda, anlam arayışı, uyanış, niyet, kişisel bütünlük, sorumluluk, güç, ölüm bilinci ve değişim itici güçlerimizdir. İnsan yaşamının bir bölümünde yaptığı işi en iyi bir şekilde yapmaya çalışırken "savaşçı" olma yoluna girer. Peki, bu hayatta savaşçı olmak şart mıdır? Evet. Çünkü insan olmanin tüm potansiyelini gerçekleştirebilmek için. İşte Don Juan'dan bizlere de ufuk açabilecek, vizyon çizebilecek zamansız sözler:

*Benim için dünya esrarengizdir. Harikulade, ürkütücü, gizlerle dolu ve kavranılamazdır. Zira; ben senin burada, bu görkemli alemde, bu görkemli çölde, bu görkemli zamanda olmanın sorumluluğunu üstlenmen gerektiğine inanmanı istedim hep. Her bir eylemin sonucunu hesaba katmayı öğrenmen gerektiğine inanmanı istedim. Zira sen burada kısa, aslında, onun tüm görkemlerine tanık olamayacağın denli pek kısa bir süre kalacaksın yalnızca. Bir savaşçının sanatı, insan olmanın dehşetiyle, insan olmanın görkemini dengelemektir.
*Hiçbir şey kesin olmadığı zaman uyanık kalır, sürekli tetikte dururuz. Tavşanın hangi çalılığın ardında saklandığını bilmemek, her bir şeyi biliyormuş gibi davranmaktan çok daha heyecan vericidir.
*Yaşamımızdaki her şeyi bir anda kesip atabileceğimizin farkına vardığımız çok enderdir.
*Bir insan kendini dünyanın en önemli şeyi saydığı sürece, çevresindeki dünyayı layıkıyla değerlendiremez. At gözlüğü takılmış bir at gibidir o. Kendinden başka hiçbir şeyi görmez.
*Kişi, resimler çekip ses kayıtları yapmanın kaygısına düşmemeli. Heyecansız yaşamın gereksiz fazlalıklarıdır bunlar.
*Ölüm ebedi yoldaşımızdır. Daima solumuzda, bir kol boyu arkamızdadır. Ölüm bir savaşçının tek bilge danışmanıdır. Ne zaman işlerin yolunda gitmediğini ve yolun sonuna geldiğini hissetse, savaşçı ölümüne dönüp ona danışabilir. Ölümü ona yanıldığını, kendisinin ona dokunuşundan başka hiçbir şeyin önemli olmadığını söyleyecektir. Ölümü şöyle diyecektir ona, “Ben sana daha dokunmadım ki.”
*İnsanın tasası tin olmalı. Hep avucumuzdan kayıp kaçan giden tin.
*Savaşçı bir şey yapmaya karar verince sonuna dek gitmeli, ama yaptığı şeyin sorumluluğunu da üstlenmeli. Ne yaparsa yapsın, önce niçin yaptığını bilmeli, sonra da kuşku ya da pişmanlık duymadan eylemlerini sürdürmeli.
*İnsan ana babasına, yakınlarına, dostlarına yaptığı her şeyi anlatarak yaşamöyküsünü ha bire yenileyip durmak zorundadır. Öte yandan, yaşamöyküsü olmayan savaşçının kimseye verilecek hesabı yoktur. En önemlisi, kimse onu düşünceleri ve beklentileriyle tutsak edemez.
*Ölümün avcı olduğu bir dünyada, pişmanlıklar ve kuşkular için zaman bulunmaz. Sadece karar vermek için zaman vardır. Kararın ne olduğu da önemli değildir. Hiçbir şey bir başkasından daha çok ya da daha az önemli olamaz. Ölümün avcı olduğu bir dünyada kararların büyüğü küçüğü yoktur. Kaçınılmaz ölümüne karşın savaşçının aldığı kararlar vardır yalnızca.
*Bir savaşçının, kişisel tarihine (yaşam öyküsüne) gereksinmesi yoktur. Günün birinde, artık ihtiyacı olmadığını anladığında, bırakır onu.
*Bir savaşçı için erişilmez olmak, onu saran dünyayla temasında tutumlu olması demektir. Bir savaşçı kendini ve başkalarını tüketmekten her şeyden fazla kaçınır. İnsanları, özellikle de sevdiklerini kullanarak onları kupkuru bırakana dek sıkıp sularını çıkarmaz.
*İnsan kaygılanmaya başladı mı, umutsuzlukla her şeye yapışır. Ve bir kez yapıştı mı, kendini, ve kime ya da neye yapışmışsa onu tüketmeye mahkumdur. Öte yandan bir savaşçı-avcı, avını tuzağına hep çekeceğini bildiğinden kaygılanmaz. Kaygılanmak, ister istemez erişilebilir olmaktır.
*Bir savaşçı-avcı, dünyasıyla yakın ilişki içindedir, ancak kendisi, o dünya için erişilmezdir de. Hafif dokunuverir ona, gereksindiği sürece kalır. Sonra bir iz bile bırakmadan ayrılır ordan.
*Sıradan bir insan için dünya tekinsizdir; çünkü ondan sıkılmadığı zamanlar onunla çatışır. Bir savaşçı için de dünya tekinsizdir. Çünkü görkemli, müthiş, bilinemez, erişilmez derinliktedir. Bir savaşçı burada, bu harikulade anda bulunmanın sorumluluğunu üstlenmek zorundadır.
*Edimlerde erk vardır. Özellikle de edimde bulunan savaşçı o edimlerin, kendisinin son savaşı olduğunu bilmekteyse. Yapılan şeyin belki de yeryüzündeki son edimi olabileceğini iyice bilerek hareket etmede yabansı, büyüleyici bir mutluluk vardır.
*Bir savaşçı dikkatini kendisiyle ölümü arasındaki bağa odaklamayı öğrenmelidir. Dikkatini, pişmanlık, hüzün ya da kaygı duymaksızın, hiç zamanı olmadığı gerçeğine odaklamalı ve edimlerinin de buna uygun şekilde akmasına izin vermelidir. Edimlerinin her birini, yeryüzündeki son savaşı kılmalıdır. Ancak bu koşullarda onun edimleri hak ettikleri erke sahip olacaktır. Aksi takdirde ölene dek, o edimler, bir ahmağın edimleri olarak kalırlar.
*Bir savaşçı-avcı ölümünün kendisini beklemekte olduğunu ve, şu anda yapmakta olduğu edimin pekala onun son savaşı olabileceğini bilir. Buna savaş demesi, bunun bir mücadele olmasındandır. Çoğu insan bir edimden öbürüne herhangi bir mücadele ya da düşünce olmaksızın geçiverir. Oysa bir savaşçı-avcı her bir edimini inceden inceye tartar; ve ölümüne ilişkin bilgisi kesin olduğunda, her edimi sanki onun son savaşıymışçasına sağgörüyle ilerler. Bir savaşçı-avcının çevresindekilere üstünlüğünü görmemek için insanın ahmak olması gerekir. Bir savaşçı-avcı, son savaşına, o savaşın hak ettiği saygıyı gösterir. Yeryüzündeki son savaşına dört elle sarılmasında şaşılacak bir şey yoktur. Böylesi zevkli olur. Korkusunu azaltır hiç olmazsa.
*Bir savaşçı, erk avlayan kusursuz bir avcıdır; ne sarhoştur, ne de çılgın. Onun zamanı da, mizacı da blöf yapmaya, kendine yalan söylemeye, ya da yanlış bir adım atmaya izin vermez. Zira bu ona pahallıya mal olacaktır. Yitireceği, çok uzun zaman uğraşarak özene bezene kurduğu düzenli yaşamıdır. Aptalca bir yanlışlık yaparak, bir şeyi bir başkasıyla karıştırarak onu heba etmeyecektir.
*Bir insan, herhangi bir insan, insanoğlunun nasibi olan her şeyi, sevinci, acıyı, hüznü ve mücadeleyi hak eder. Bir savaşçı gibi davrandığı sürece, edimlerinin ne olduğu önemli değildir. Tini bozulmuşsa hemen onarmalıdır, onu arındırıp mükemmelleştirmelidir. Zira tüm yaşamımız boyunca bundan daha önemli bir işimiz olamaz. Tinin onarılmaması ölümü aramak demektir. Bu da hiçbir şeyin aranmamasına eştir, zira ne olursa olsun ölüm bizi ele geçirecektir. Savaşçı tini ve mükemmelliğinin aranması, faniliğimize ve insanlığımıza layık tek uğraştır.
*Bu dünyada en zor şey bir savaşçının havasını, onun ruhsal durumunu benimsemektir. Üzülüp yakınmak ve bunun için geçerli nedenlerin bulunduğuna inanmak, hep birilerinin bize bir şeyler yaptığını düşünmek, yararsız şeylerdir. Kimsenin kimseye hiçbir şey yaptığı yoktur; hele bir savaşçıysa asla.
*Savaşçı, bir avcıdır. O her şeyi hesaplar. Bu denetimdir. Hesaplaması bitti mi, eyleme geçer. Kapıp koyverir. Bu, kendini bırakmadır. Bir savaşçı, rüzgarın önüne kattığı yaprak değildir. Kimse itip kakamaz onu. Kimse kendisine ya da sağduyusuna karşın bir şeyler yaptıramaz ona. Bir savaşçı yaşamını sürdürmeye kuruludur ve olası en iyi biçimde sürdürür yaşamını.
*Kişinin nasıl yetiştirilmiş olduğunun bir önemi yoktur. İnsanın bir şeyi yapma biçimini belirleyen, kişisel erkidir. Bir insan yalnızca kişisel erkinin bir toplamıdır, ve bu toplam onun nasıl yaşayacağını ve nasıl öleceğini belirler.
*Kişisel erk bir duygudur. Şanslı olmak gibi bir şey. Ya da bir hava, ruhsal durum. Kişisel erk, insanın bir yaşam boyu süren mücadeleyle kazandığı şeydir.
*Bir savaşçı ne yaptığını biliyormuş gibi davranır, aslında hiçbir şey bildiği yoktur onun.
*Bir savaşçı yapmış olduğu hiçbir şey yüzünden pişmanlık duymaz. Çünkü kişinin edimlerini kaba, çirkin, ya da kötü diye ayırması, kendine yersiz bir önem atfetmesi anlamına gelir. İşin püf noktası, kişinin neyi önemsediğidir. Kendimizi perişan kılan da, güçlü kılan da biziz. Ve her ikisi için harcanan çaba eşittir.
*Doğduğumuzdan bu yana, insanlar bize dünyanın filanca filanca şekilde, falanca falanca biçimde olduğunu anlatıp durur. Doğal olarak bizim de dünyayı onların anlattığı şekilde kabullenmekten başka seçeneğimiz kalmaz.
**Savaşçı iç seslerini istediği zaman durdurabilir (meditasyon vs.ile) Böylece gözlemleyen bilinc kendini gözlemeye başlar. Ancak o zaman şimdiyi tüm haşmetiyle yaşamaya başlar. O, içinde bulunduğu duygusal durumu kendisi belirler. Diğer insanların davranış yada eleştirileri ancak biz izin verirsek bizim ruhumuzu zedeler.
**Savaşçı gözlemleyen bilincini sürekli canlı tutabilen bir insandır.
**Savaşçı şimdi ve burada herşeyi kişisel bütünlük ve sorumluluk ve de bilincinin saflığı içinde tamamlayarak yaşar.
**Savaşçı karar vermeden önce olayın her yönünü düşünür, irdeler gözden gecirir, acele etmez. Savaşçı karar verirken özgür iradesini kullanır. Onun kararı bir seçimdir.
**Savaşçı olmak insanın gerçekleştirmek istediği vizyon için amaç değil, bir araçtır.
**Niyetinin saflığı içinde verdiği kararlar savaşçının en önemli güç kaynağıdır.
**Neden sorumlu oldugunu bilmek ,neden sorumlu olmadığını bilmeyi de gerektirir.
**Yaşamın tüm anları tek ve kendine özgüdür.
**Ölüm bilinci, sonsuza dek varılamayacağımızı bilmemizi ve şimdi şu anda yaşıyor olmamızın sorumluluğunu almamızı sağlar. Savaşçı, seçimlerinin sorumluluğunu alır. Savaşçı, ölümünün bilincinde olur ancak onu umursamaz.
** Savaşçı çevresindeki herşeye saygıyla yaklaşır. Kendini ilgilendirmeyen işlere karışmaz ancak dahil olmasi gerekirse iyice düşünup seçimini yaptıktan sonra karışır. Verdiği karardan asla pişmanlık duymaz çünkü o gönlünden geçeni seçmiştir bir kere.
**Stratejik bir tavir içinde yaşar. Sabırla bekler, ne beklediğini bilir. Taşıyamayacağı yükün altına girmez, ve herzaman vuruş menzili içinde kalır.
**Savaşçı hiç bir şeyin müptelası olamaz, sağlığına özen gösterir, kötü alışkanlıklardan uzak durur.
**Savaşçı alcak gönüllüdür ancak kimseye başını eğmez kimseninde ona başını eğmesini istemez.
**Savaşçı herşeyi üstesinden gelinmesi gereken bir öğrenme fırsatı olarak görür (challange) fakat sıradan insanlar herseyi bir ya şükretme yada küfretme sebebi olarak görür.
**Savaşçı ölmeden önce kendisine hayrı dokunan herkese teşekkür eder. Kendini geliştiren her şeye şükran duygusu besler.


*http://indnihan.blogspot.com.tr/2012/04/ixtlan-yolculugu-carlos-castaneda.html
**Doğan Cüceloğlu - Savaşçı

7 Ekim 2017 Cumartesi

Filmlerde İyilerin Kazanmasından Artık Sıkıldım!



Filmlerde İyilerin Kazanmasından Sıkıldım!

İş yerinde çok sevdiğim iş arkadaşlarım ile beraber çıktığımız öğle yemeklerinde spontane açılan muhabbetleri çok seviyorum. Yarı felsefi, yarı geyik, yarı hayatı sorgulama ile geçen sohbetlerimiz, hem bizi güldürüp eğlendirirken, hem de farkındalıklarımızı artırıyor. Geçenlerde bir gün işyerinde öğle yemeği sırasında bu konu açıldı. Şaka yollu; “Filmlerde sürekli olarak iyilerin kazanmasından artık sıkıldım! Artık iyilerin kazanmasından çok, kötülerin kazanmasını istiyorum!” dediğimde, tıpkı benim gibi bazı başkaları da filmi izlerken, içlerinden kötülerin kazanmasını istediklerini öğrendim. Onlar da benim gibi Hollywood ve Yeşilçam filmlerinde iyi kahramanların sonunda ne yapıp edip galip gelerek kazanmasından sıkılmaya başlamışlar. Bu konuda yalnız olmadığımı bilmek içimi rahatlattı. Hatta, bazı arkadaşlarım, kötülerin aslında daha yaratıcı, daha yetenekli ve daha girişimci olmalarına dikkat etmişler. Kötülerin filmdeki mücadelede üstünlüğü çok uzun bir süre önde götürmelerine rağmen, iyilerin filmin sonuna doğru bir şans, kısmet veya beklenmeyen bir yerlerden gelen bir yardım ile kazanıyor olmalarına kızıyorlardı.

Daha önce belirttiğim gibi, film insanı olamadığım için, hiçbir zamam iyi ve sadık bir sinema izleyicisi de olmadım. Sanırım beni sinemadan soğutan şeylerden biri; daha filmin başından sonunu tahmin edebilmenin ve artık klişe olmuş olan sürekli olarak iyilerin en sonunda kazanacak olmasını bilmenin sıkıcılığıydı. Bir yandan, filmlerde hep aynı senaryoların olması, benzer olay örgülerinin gelişmesi ve birbirine çok benzer iyi kahramanların en sonunda galip gelmesiydi! Genelde, iyi, yakışıklı, cesur olan esas oğlan ve iyi kahramanımız kötü karakterlerden intikamını alıyor, dünyayı yok olmaktan kurtarıyor, ve filmin en sonunda da esas kıza sahip oluyordu...vs. Yıllar yılı aynı iyi kahramanların, aynı bilindik jargonlarla, aynı bilindik edalarla, aynı bilindik klişe söz ve hareketlerle en sonunda kendilerinin kazanacaklarına eminlermiş gibi öz güven dolu sözler ve hareketlerle başlayan Holywood filmleri artık bana kabak tadı veriyordu! Bu yüzden başlarda hep iyi kahramanları tutsam da, bir süre sonunda gizlice kötü kahramanları tutmaya ve kötülerin kazanmasını istemeye başladım. Ancak bu durum bir yandan da beni rahatsız etmeye başladı. Hollywood ve Yeşilçam filmlerinde neden en sonunda iyilerin galip geldiğini, kötülerin ise kıl payı bir şekilde kaybettiğine neden üzüldüğümü düşündüm. Bilinç altında yatan sebepleri düşündüğümde, toplumun, baskın kültürünün ve film yapımcısının, empoze etmeye çalıştığı iyi-kötü kavramını zorla kabul ettirme çabası olduğunu tespit ettim. Bilinç altımda üstü kapalı bir şekilde popüler ve baskın kültür tarafından empoze edilen iyiyi tutma zorunluluğuna karşı gösterdiğim içsel bir direnç vardı. Sanki bilinç altımda, toplumun ve baskın kültürün bana yüklediği rolleri reddetme, hep aynı esas oğlanların ve iyi kahramanların kazanmasının benim ben olma yolumda bir engel gibi görmem vardı. Ben olabilmem için, toplumun ve baskın kültürün tüm bireylere ve bana empoze ettiği kültürü reddetmem gerekiyordu. Sanırım diğer bir sebep de, Holywood’un cesur, cool, güçlü, zeki, yakışıklı, karakterli, becerikli ve vefalı kahramanlarını izleye izleye, asla onlar gibi olamayacağımın farkına varmam idi. Her ne kadar başlarda onların kötülere karşı kazanmasını istesem de, bir yandan asla onlar kadar güçlü, yakışıklı, akıllı, cesur ve cool olamayacağım için içten içe onları kıskanıyordum. Ancak bu Holywood kahramanları da kıskanılmayacak gibi değildiler hani. O kadar cesur ve cool idilerdi ki, gözlerini bile kırpmadan misyonları gereği ölüme gidebiliyorlardı. Bir Rambo olup koca bir ulusu kurtarabiliyorlar, Süpermen olup dünyayı kurtarabiliyorlar, kötülere ve kötülüğe karşı savaşarak masum insanları ve insanlığı kurtaran polis memurları veya gizli ajanlar olabiliyorlardı. Kendilerinden çok daha güçlü suç örgütlerinden ve kötü kişilerden mükemmel intikamlar alabiliyorlardı. Maceralarında ölümcül şekilde yaralanıyorlar ancak o halde bile espri yapabiliyorlar ve gülebiliyorlardı. Onlar için önemli olan canları değil, misyonları idi. Gerek dünyayı kötücül karakterlerden kurtarmak için, gerek masum bir aileyi veya dünyalar güzeli esas kızı kurtarmak için, gözlerini kırpmadan, canlarını hiç düşünmeden cesurca kötü adamların, kötülüğün ve ölümün üstüne gidiyorlardı. Hatta bazen o kadar büyük kahramanlıklar yapıyorlardı ki, dünyalar güzeli esas kız ile evlenerek bir ömür boyu mutlu olmak gibi, kurtardıkları halkın ona büyük bir şükran besleyerek kahramanlarını bölgelerine yönetici olmasını istemeleri gibi, çok büyük para ödüllerinin teklif edilmesi gibi biz basit insanların kolayca meyil gösterebileceği birçok ödülü ellerinin tersi ile itebiliyorlardı. Onlar bir sonraki maceraya atılmak için bu ödülleri kibarca reddediyor, misyonlarını tamamlayarak arkada şükran dolu enfes bir kız, bir aile veya halk bırakarak hüzünlü ama cool bir şekilde çekip gidiyorlardı! Ne kadar yüce bir ruh hali, ne kadar insan üstü bir kişilik, ne kadar büyük teslimiyet ve varoluş! Belki asla onlar kadar büyük bir ruh haline ve kişiliğe erişemeyeceğim için içten içe Holywoodun Süper Kahramanlarından nefret ediyordum. Bu yüzden filmlerin sonunda iyilerin kazanmasından sıkıldığım zamanlar, bir değişiklik olsun da kötüler kazansın diye beklemeye başladım. İyi diye empoze edilen kahramanların tek renkli dünyası, artık benim için renksiz ve sıkıcı bir yer olmaya başladığından beri filmlerde farkında olmadan içten içe, kötülerin kazanmasını istemeye başladım. Bunun yanında, hem filmlerde, hem de gerçek hayatta kötüler kazanırsa ne olacağına dair bir içimde merak da vardı. Belki onlar kazandıklarında dünyanın daha renkli, daha ilginç olacağına dair içimde farklı bir umut vardı. Üstelik kötülerin de bir felsefesi olduğunu, kötü olmadan iyinin hiçbir anlamı olmayacağını, Batman Dark Knight filmindeki kahraman Batman’a karşı savaşan kötü karakter Joker sayesinde öğrenmiştik. Joker’in bilge bir şekilde, kendisini öldürmekle tehdit eden Batman'a seslenmesi filmin en unutulmaz repliklerinden biriydi. Joker, Batman’a; iyi ve kötü olarak birbirlerini tamamladıklarını, yani iyi kahraman Batman’ı kendisinin var ettiğini söylüyordu. Yani, eğer Joker olmazsa Batman'ın olamayacağını, kötü olmadan iyinin bir anlamı olamayacağını, dolayısıyla birbirlerine muhtaç olduklarının dersini Batman’a çok etkileyici bir şekilde vermişti. Üstelik evrensel iyi ve evrensel kötü diye bir şey olmadığını, iyiliğin ve kötülüğün tamamen öznel olduğunu, kahramanlar bile olsa hiç kimsenin salt iyi, bir diğerinin de salt kötü olamayacağını zaten öğrenmiştik. Kötüleri ve kötülüğü yaratan şeyin biraz da çevrenin, o insanları kötü olmaya iten şartların ve o insanları o yola sürükleyen diğer insanların suçu olduğu da biliyorduk. Ayrıca her kötünün içinde küçücük de olsa iyi bir parçanın, her iyinin içinde ise küçücük de olsa bir karanlık ve kötü bir yan olduğunu biliyorduk. Kötü olan da elbette sonsuza kadar kötü gitmeyecekti, çünkü, kötülüğün içinde de, az da olsa iyilik mevcuttu. Bu yüzden eğer Yüzüklerin Efendisi hikayesinde kötü Mordor krallığı tüm dünyayı ele geçirseydi bile o kötülük sonsuza kadar gitmeyecekti. Yeni bir düzen kurulacak, Mordor krallığından bölünecek bir parça, iyi rolünü üstlenip Mordor’a karşı mücadele etmeye başlayacaktı. İyiliğin ve kötülüğün savaşı bir Yin Yang döngüsü olarak yeniden başlayacaktı. Ama yine de düşünmeden edemiyorum, acaba filmlerde zaman zaman kötü karakterleri tutmam beni kötü biri yapar mı? J
Bumerang - Yazarkafe