Kendimizi tam ve kusursuz görürken, başka insanları eksik ve kusurlu buluruz. Bu yüzden kendimizi değiştirmek
yerine sürekli olarak başkalarını değiştirmeye çalışırız. Zaman zaman hepimiz ülke
ve yönetim meselelerine kafa yorar, arkadaş, eş dost meclislerinde hararetli tartışmalarla
memleketi kurtarırız. Çoğunlukla ülkemizin siyasi liderlerinden, politikacılardan,
sivil toplum örgütlerinin ve sendikaların yöneticilerinden, futbol kulüplerimizin
yönetimlerinden şikayet ederiz. Eğer baştaki liderler gidip kafamızdaki liderler
yönetime gelirse ülkenin tüm sorunlarının çözüleceğini düşünürüz. Onları,
ahlaksızlıkla, yalancılıkla, hırsızlıkla ve koltuklarını bırakmamakla suçlarız.
Bu yüzden dost sohbetleri ülkeyi ve kurumları kurtarma muhabbetleriyle,
hayatımız da Süper Kahramanlar bekleyerek geçer. Belkide bu nedenle iyi konuşan
hatiplere, bilim adamlarına veya dini lider olduğunu iddia eden kişilere kayıtsız
şartsız güveniveririz. Ancak, hiç birimiz ülkenin, kurumların ve sivil toplum
örgütlerinin kötü gidişatında kendimizi suçlu görmeyiz. Kendimizi değiştirmek,
kendimizi ayadınlatmak ve hayata bakışımızı değiştirmek aklımıza bile gelmez.
Aslında esas sorun tepe yöneticilerde ve yönetimde değil, tam tersine bizdedir.
Peygamber efendimize ait olduğu söylenen; “Layık olduğunuz şekilde yönetileceksiniz.”
sözü çok doğru bir sözdür. Çevrenizi, devletleri ve toplumları gözlemlediğinizde,
gerçekten her milletin ve her topluluğun layık olduğu şekilde yönetildiği
görülecektir. Devlet ve kurum yöneticileri, toplumlarının kapasitesinin birer yansımalarıdır.
Dolayısıyla, bizler kendimizi değiştirmeden asla sorgulayan ve hesap verilebilir
yönetim sistemleri kuramayacağız. Çünkü sorgulayan ve denetleyen halk olmadığımız
sürece yönetimlerin değişmesi hiç bir şey ifade etmeyecektir. Tıpkı
yüzyıllardır olduğu gibi, her gelen yönetim kendi düzenini kuracak ve bir müddet
sonra, halkın başından atamadığı musallat yönetimlere dönüşecektir. Olması gereken,
halkın oy verdiği partiyi ve politikalarını denetlemesidir. Ancak, halk olarak bırakınız
partileri denetlemeyi, hakkımız olan hizmetleri talep etmekten dahi aciziz. Hakkımız
olan bisiklet yollarını, parkları, hastaneleri, metroyu, otobüs ve minibüs seferlerini
talep etmekten bile aciziz. Bir vatandaş olarak devlet dairesinde maruz
kaldığımız kötü muameleyi rapor etmekten dahi aciziz. En basitinden çevremizde gördüğümüz
yanlışlıkları, olumsuzlukları, çevreyi kirletip zarar verenleri, kendi canımızı
tehlikeye atan sürücüleri, yanlış yere park edenleri şikayet etmekten bile aciziz.
Kısacası bizler, hakkını aramakta aciz insanlarız. Ülkemizde "Amaaan boşver
bana ne! Sadece benim istememle ne değişecek! veya aman benim başım belaya girmesin!”
algısı ve korkusu çok yaygındır. Halbuki Nazım'ın haykırışıyla, "Sen yanmasan, ben yanmasam, nasıl
çıkar karanlıklar aydınlığa cancağzım!" Fakat, küçük hesaplar ve küçük
korkularımızla nasıl ileri bir toplum inşa edebiliriz? Nasıl hesap veren, şeffaf
ve adil bir devlet kurabiliriz? Nasıl haklarımızı alabiliriz? Bilmeliyiz ki, hak verilmez alınır. Hiçbir
kral, padişah, ayrıcalıklı zümre sahip olduğu gücü, imkanı başkalarına vermek istemez.
Hiç kimse elindeki zenginliği paylaşmak istemez. Demokratik haklar ve refah paylaşımı
Avrupa ve ileri toplumlarda olduğu gibi yalnızca insanların bilinçlenmesi, yani
kendilerini aydınlatması ve birleşerek haklarını araması ile sağlanabilir. İleri
haklar ancak bedeli ödenerek alınabilir. Bedel ödemeden bazı haklar verilmesini
beklmek yalnızca dilenciliktir.
Avrupa'da despot krallıkların yıkılmasında,
yada krallıkların güçlerinin azaltılarak halkın gücünün üstünlüğüne dayanan demokrasinin
kurulmasında alttan gelen aydınlanma ve değişim etkili olmuştur. Hiçbir ülkenin
kralları ve soyluları, halklarına mevcut haklarını kendiliğinden vermemişlerdir.
Günümüz Avrupa yönetim şekilleri, halkların aydınlanmaları ve hakları için otoriteye,
yani krallarına karşı baş kaldıma eylemleri sonucunda oluşmuştur. Bu değişim
akımını tüm Avrupa tarihinde, özelliklede Britanya ve Fransa tarihlerinde görebiliriz.
Britanya’da bu süreç, haksızlıklara karşı yapılan halk isyanları ile başlamış, kademe
kademe halkın yönetimdeki söz hakkının artırılması ve kraliyetin yetkilerinin
kısıtlanması ile neticelenmiştir. Günümüzde İngiltere’de Monarşi sadece semboliktir.
Erk gücü halkın seçtiği parlementoda ve hükümettedir. Fransa’da ise devrim çok daha
kanlı olmuştur. Halk yoksulluk ve çok yüksek vergiler altında yaşarken kendi
krallarının ve soylularının sınırsız zenginlik ve lüks içinde yaşaması karşısında
bir noktada isyan etmiştir. “Eğer ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler.” diyecek
kadar halktan ve halkının gerçeklerinden kopmuş olan kral ve soylularını giyotinlerle
idam etmişlerdir. Sonunda halk devrimi olsa da, yıllar süren karışıklıklar ve iç
savaşlarla birbirlerini öldürmeye devam etmişlerdir. Ancak en sonunda, tüm halk
kesimlerini kucaklayabilecek, herkesin özgürlüklerine ve haklarını güvence altına
alacak bir yönetim şekli ve anayasa üzerinde mutabık kalmışlardır. Daha sonraki
dönemde Fransa’daki devrimden etkilenen birçok Avrupa halkı da aynı şekilde isyan
ederek haklarını baskıcı ve despot krallarından ve soylulardan almışlardır. Avrupa
halkları tüm haklarını bilinçle, bireysel aydınlanma ile ve savaşarak mücadele ile
almışlardır. Fransa ve Britanya’daki bu demokrasi hareketleri birçok halka esin
kaynağı ve rol model olmuşlardır. Modern Avrupa'daki yönetim şekilleri Fransa ve
İngiltere’deki modellerin aynıları veya benzerleri şeklindedir. Bizler ise sahip
olduğumuz Cumhuriyetin ve sahip olduğumuz bir çok hakkın bedelini hala ödemedik.
Bu yüzden bedelini ödemediğimiz hakların ve Cumhuriyet değerinin farkında bile değiliz.
Zaten bir bedel ödemediğimiz Cumhuriyetimiz Avrupa demokrasilerinde olduğu gibi
katılımcı, şeffaf ve hesap verilebilir bir demokratik cumhuriyet değil, “MIŞ” gibi
bir cumhuriyettir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder