Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

27 Ekim 2017 Cuma

Mutluluğun Resmi




"Sonsuza kadar mutlu yaşamışlar!" hep böyle bir sonla biter birçok masal. Bu dünyada amacımız çoğunlukla mutlu ve huzurlu bir hayat yaşamaktır. Mutlu olmak ister, mutluluğun peşinden gideriz. İnsanlık tarihinde mutluluk en çok aranan, en çok konuşulan ve en çok tartışılan kavramlardan biri olmuş, ancak bu güne kadar hiç kimse mutluluğun tanımını tam olarak yapamamıştır. Peki, hiç düşündünüz mü, mutluluk nedir, ne değildir diye? Ülkemizde Abidin Dino'ya ait sanılan ve “mutluluğun resmi” olarak bilinen, ancak aslında Dianne Dengel’e ait olan yukarıdaki “Home Sweet Home” tablosu mutluluğu anlatabilir mi? Mutluluk; başarı, zenginlik, refah ve haz mıdır? Yoksa, mutluluk; sağlık mıdır? Mutluluk, bilgi, aydınlanma ve kendini gerçekleştirme midir? Yoksa mutluluk; özgürlük müdür? Eğer bunların hiç birisi değilse, mutluluk; sevgi ve aşk ile kendinden geçmek midir?

 Bir çoğumuzun içinde eğer zengin olursak mutlu olacağımıza dair güçlü bir inanç vardır. Peki, gerçekten de başarılı ve zengin olmak, mutlu olmak için yeterli midir? Öyle olsa tüm zenginlerin mutluluk içinde yaşaması gerekirdi. Birçoğumuzun içine düştüğü yanılsama, para ile istediğimiz her şeyle birlikte mutluluğu da elde edebileceğimiz inancıdır. Oysaki her şeye sahip olan birçok insanın içindeki boşluklar çok daha derindir. Para ile mutluluğu, huzuru ve sevgiyi satın alamayacağını anlayan insanlar yaşadıkları bunalımlardan dolayı depresyona girerler. Çünkü zenginleştikçe etrafında olan insan sayısı artmakla birlikte, sahtelikler de artar. Gerçek sevgiyi bulmak zorlaşır. Zenginliği ve serveti koruyabilme endişesi iç huzurunu kaçırdığı gibi, artan olası tehditlerden dolayı korku da artar. Halbuki mutluluğun para ve zenginlik vasıtasıyla istediğin her şeye sahip olarak elde edilebileceğini düşünen insan sayısı o kadar çoktur ki, bu insanların zenginlik ve mutluluk hayalleri yüzünden piyango, şans oyunları ve kumar sektörleri büyüdükçe büyümektedir. Zenginlik vasıtasıyla canının, nefsinin veya egosunun tüm arzularını yapabilmek insanı sefahate ve bağımlılığa sürükler. İnsana en çok keyif veren, kadınlar, alkol, uyuşturucu gibi şeyler, başta çekici gelse de, aşırı sefahat durumu bir müddet sonunda bağımlılığa, bağımlılık daha da aşırılığa dönüşür. Bir şeye bağımlılık ise insanı mutsuz ve perişan eder. Genelde günümüzde bir çok insan, popüler kültür dayatmaları sonucunda zengin, güçlü, popüler, müreffeh olmak istiyor. Zenginliğin mutluluk ve huzur getireceği, sevilip sayılacağına dair varsayımla istiyorlar bunu. Halbuki zenginliğin mutluluk getireceğine, gerçek sevgi ve huzuru getireceğine dair elimizde hiçbir kanıt yok. Aksine para, çoğu zaman mutluluk ve huzur yerine mutsuzluk ve yıkım getiriyor. Milli piyangonun büyük ikramiyesi çıkan kişilerin, elde ettikleri bu servet sonrasında hayatlarının nasıl kabusa dönüştüğüne dair onlarca haber vardır. Mutluluk sağlıklı olmak mıdır? Her sağlıklı olan mutlu mudur? Ünlü filizof ve hükümdar Marcus Aurelius bundan yaklaşık 2 bin yıl önce;"Her sabah uyandığınızda, ne kadar ayrıcalıklı bir varlık olduğunuzu düşünün. Yaşamak, nefes almak ve sevmek için!" demiştir. Eğer her sağlıklı insan mutlu olsaydı, dünya üstünde milyonlarca insan sağlıklı ve şükredilesi durumda olduğu halde mutsuz ve umutsuz olarak gününü geçirmezler, aksine her günlerini şükür içinde geçirirlerdi. Ancak, sağlığımız yerindeyken genellikle sağlığımızın değerini bilmediğimiz gibi, yeterince şükür de etmiyoruz. Peki, soruyu tam tersinden sorarsak, sağlıksız olanlar asla mutlu olamazlar mı, yada sağlığı bozulan kişiler mutlu olamazlar mı? Yurt dışında yapılan bir araştırmaya göre bir kolunu veya uzvunu kaybeden birinin yaşadığı acı ve travma ile aynı zamanda lotodan büyük ikramiye kazanan birinin yaşadığı mutluluk ve haz seviyelerini karşılaştırdıklarında, bir yıl sonra her ikisinin mutluluk ve acı seviyelerinin eski düzeylerine geri döndüğü tespit edilmiştir. Birinin, büyük loto ikramiyesini kazandığı zaman yükselen sevinç ve mutluluk seviyesi zamanla azalırken, uzvunu kaybeden kişinin yaşadığı travma, acı ve mutsuzluk seviyesi de zamanla azalıp bir yıl gibi bir zamanda eşitlenmiş. Bu gerçekler, yine mutluluğun tek bir şeye bağlanamayacağını gösteriyor. Mutluluk iç huzuru mudur acaba? Dünya üstünde en huzurlu insanlar kimdir diye baktığımızda dindar insanları görürüz. İster Müslüman, ister Hristiyan, ister Budist ister Hindu olsun dini inancını tam bir imanla yaşayan insanların iç huzuru yaşadıklarını görüyoruz. Özellikle Uzakdoğu felsefesi ve inançlarının öğretilerinin getirdiği aslında bizim inancımızda (Sufizm) da olan yaşadığımız ana odaklanma, olana teslimiyetin getirdiği iç huzuru nedeniyle Budizm Batı dünyasında hızla yaygınlaşmaktadır. Ama bu iç huzuru, mutluluk olarak nitelendirilebilir mi? Mutluluk biraz daha coşkun, daha heyecanlı ve kıpır kıpır bir şey sanırım. Aksi halde herkes dindar olmayı tercih eder, koyu bir dindarlık ile inzivaya çekilir ve hiç kimse Kaf dağının ardındaki mutlulukları arama arayışına girişmezdi. Benzer olarak mutluluk, acaba elindekiyle, yetinmeyi bilmek midir? Bir lokma bir hırka ile şükür içinde yaşamak mıdır? Hakikaten bizim kültürümüzde de çok mal sahibi olmanın getirdiği manevi yükümlülüğün yanında, daha az mal ve zenginlik ile yaratıcıya, Allah’a yakın olma öğretisi yaygındır. Allah’ın salih ve halis kulları, birçok evliya ve alim kişi hayatlarının önemli bölümlerinde insanlardan, toplumdan ve zenginlikten kaçarak inzivaya çekilmişlerdir. Birçok alim, en önemli eserlerini inziva günlerinde vermişlerdir. Bu yaşam tarzı ve inziva hayatı Sufizmde olduğu gibi Doğu felsefesinde ve inanç sistemlerinde de mevcuttur. Bir lokma ve bir hırka ile hayatını mutlu geçiren Budist sayısı oldukça fazladır. Ama bu gerçek mutluluk mudur? Yoksa onları mutlu eden şey inandıkları tanrıya ve onun öğretilerine yakın olduklarına dair hissettikleri yanıltıcı bir inanç mıdır? Çünkü, inziva hayatı, fakirlik, yokluk ve çaresizlik insanın imanını ve inancını artırır. Fakat yaratıcı, gerçekten kullarından bunu, yani fakirliği mi istemektedir? Verdiği sonsuz nimetlerinin kulları tarafından ellerinin tersi ile itilmesi Allah'ı memnun eder mi? Bu da insan için ayrı bir ego değil midir? Üstelik, insan hayatını kolaylaştıran buluşlar, insan medeniyetini yücelten şeyler, bilimsel ve sanatsal gelişmeler insanın olduğu ile yetinmemesi, kendi sınırlarını zorlaması ve insanın açgözlülüğü sebebiyle gerçekleşmiştir. Yani sadece elindekiyle yetinen insan, belki bireysel olarak mutlu olabilir, ancak mevcut medeniyeti kuramazdı. Bilimsel ve teknolojik gelişmeleri yapamaz, sanat ve estetik anlayışını geliştiremez, hayatın ve maddenin sırrını araştıran bilimsel ve felsefi yolculuklara çıkamazdı. Halbuki Yaratıcı, bilimle, sanatla ve felsefeyle konuşur. İnsanoğluna verdiği işaretlerle ve ipuçları ile kendisini bulmasını ister. Osho, Doğu felsefesi ve inanç sisteminin inziva hayatı ile getirdiği iç huzuru ve  bireysel mutluluk durumunu dişil güç, Batı felsefesinin önünü açtığı, insanın içindeki bilimsel, sanatsal, felsefi ve kapitalist aç gözlülük durumunu ise eril güç olarak değerlendiriyor. İnsanın tek başına dişil veya tek başına eril güç ve anlayış ile mutlu ve tam olamayacağını ifade ediyor.

Mutluluk, aşk, sevgili ve cinsellik midir? Ben mutluluğun aşk olduğunu düşünmediğim gibi sınırsız cinsellik olduğunu da hiç sanmıyorum. Eğer öyle olsaydı, adeta cennetini bu dünyada kurabilmiş, günlerini kadınlarla, aşk ve sınırsız cinsellikle zevk-i sefa içinde geçiren kimine göre şanslı, fakat kimilerine göre de şanssız olan insanlar dünyanın en mutlu insanları olurlardı. Kazanova gibi karakterler, Playboy'un kurucusu gibi insanlar, söyledikleri kanun olan krallar ve padişahlar, hatta birçok zengin gibi haremlerini kurabilmiş insanlar dünyanın en mutlu insanları olurdu. Eğer kadınlar ve cinsellik gerçek mutluluk olsaydı, harem kurma imkanları olan birçok filozof, bilim ve felsefe peşinden koşmaz, haremlerinde yedikleri önlerinde, yemedikleri arkalarında günlerini gün ederlerdi. Hatta Roma İmparatorluğu gibi zamanının süper gücü olan bir devletin başına geçmiş olan Marcus Aurelius , mutluluğu mütevazilikte, düşünmede, felsefede ve anı yaşamada bulmaz, kadınlarda, aşkda, şarapta ve şiirde bulurdu. Marcus Aurelius  mutluluğu kadınlarda ve içkide bulsaydı asırlar ötesinden günümüze ışık tutan "Meditations"u yazmamış olurdu. Mutluluk aklına gelen her şeyi yapabileceğin sınırsız bir özgürlük müdür? Eğer bu doğru olsaydı, dünyanın en önde gelen müreffeh ve zengin ülkelerinde yaşayan, özgürlüklerini olabilecek en geniş halinde yaşayan insanlarında endişeler, kaygılar ve sınırsız özgürlüğe yakın olmanın getirdiği savruluşlar olmazdı. Halbuki sınırsız bireysel özgürlüklerin ve müreffeh yaşamın olduğu ülkelerdeki insanlar stres, aç gözlülük, bencillik, yüksek ego ve hayatlarında anlam eksikliğini daha fazla yaşamaktadırlar. Herşeyi yapabilme özgürlüğü çoğu zaman insanı arayışlara ve sorgulamalara iter. Bu arayışlar ve sorgulamalar ise çoğu zaman mutsuzluk getirir. Mutluluk, kendi menkıbemizi bulabilmek ve hayatta başarılı işler yapmak mıdır? Her başarılı insan mutlu mudur? Bir şeyleri başardıktan sonra insanda bir boşluk ve bunun getirdiği bir boşluk oluşur mu? Dolayısıyla hep mutlu kalabilmek için hep yeni başarılar mı kazanmak gerekir? Maalesef her şeyin bir bedeli olduğu gibi başarının da bir bedeli vardır. Üstelik başarının bedeli oldukça ağır bir bedeldir. Başarılı olmak ve menkıbemizi bulabilmek için mutsuz olmayı göze almak gerekir. Çünkü başarının ve menkıbemizi yaşamanın yolu acılar ve  sıkıntılarla doludur. Menkıbemizi bulabilmek ve önemli başarılar elde edebilmek için uykusuz geceleri göze almak gerekir. Başarı yolunda gayret, mücadele, yorgunluk, yılgınlık, umutsuzluk, uykusuzluk, ve hayal kırıklıkları vardır. Dolayısıyla başarı için tüm bu mücadelenin getireceği mutsuzlukları göze almak gerekir. Ancak bu çileli yolu göze alabilenler hayatta önemli başarılara imza atabilirler. Bu yüzden birçok insan başarının mutluluğu için böyle zorlukları yaşamayı göze alamaz. Kar-zarar hesaplaması yapınca hiçbir şey yapmamak çoğu zaman çok daha cazip gelir. Üstelik başarıya ulaşan insanlar da, sonrasında büyük boşluklara düşerler. Çünkü, hep düşledikleri başarıyı elde etmişlerdir. Artık bir sonraki hedefe odaklanmaları gerekir. Aksi halde kendilerini boşluğa düşmüş ve hatta, kendilerini işe yaramaz hissederler. Dolayısıyla başarının da mutluluk getirdiğini söylemek zordur.

Eşyanın sırrına ermek, bilmek, yani bilgelik mutluluk getirir mi? Çok bilen mi yoksa ve cahil mi mutludur? Sanırım bilmemek veya cahillik, birçok düşünür ve filozofun söylediği gibi, esas mutluluk ve saadettir. Çünkü, bilmek sorumluluk almayı gerektirir. Bilmek, harekete geçmeyi, aksiyon almayı gerektirir. Bilen insan, bilmeyen gibi rahat ve bilinçsiz davranamaz. Halbuki, birçoğumuz kendimizce görmek istemediğimiz, bilmek istemediğimiz şeyleri görmeyerek ve bilmeyerek zamanla beynimizin o şeyleri tamamen yokmuş gibi davranmasına sebep oluruz. Zira, insan beyni ihtiyaç duyduğu gerçekliği kendisi yaratır. Tabiki bu bir yanılsamadır, beynimizin bir illüzyonudur. Aslında böyle yaparak, sadece kendimizi kandırırız. Bu durum aslında hukuki, sosyal ve dini alanları gibi bir çok konuda böyledir. Bu yüzden, günümüzde halk yığınları ve birçok insan, bilmenin getireceği sorumluluktan dolayı bilmemeyi, öğrenmemeyi bilinçli yada bilinçsiz olarak tercih eder. Haklarımızı yada hukuk sistemini bilmeyiz, öğrenmek de istemeyiz. Çünkü, öğrendiğimiz zaman bu kurallara uymak, başkalarının haklarına saygı duymak ve kendimizi kısıtlamak zorunda kalırız. Ama bilmediğimiz zaman yaptığımız hak ihlalleri ve hukuksuzluklar bizi incitmez. En azından vicdani olarak bir rahatsızlık hissetmeyiz. İnsanın bilgisi ve farkındalığı arttıkça mutluluğu ve hayattan aldığı keyif azalır. Bu sebepledir ki, filozofların, düşünürlerin ve sanatçıların birçoğu halk yığınlarına göre çok daha mutsuzdurlar. Halbuki herhangi bir olguya kafa yormayan, düşünmeyen, okumayan, bilmeyen, bilmek de istemeyen insanlar hayatı çok daha neşeli ve mutlu yaşarlar. İnsanları gözlemlediğinizde, bilmiyor olmaktan bir şekilde mutlu olduklarını görürsünüz. Adeta bir deve kuşu misali kafayı kuma gömerek yaşamak daha caziptir. Bazı insanlar kendi yanlış davranışlarını ve tutumlarını savunmayı sürdürebilmek için, o işin doğrusunu araştırıp öğrenmek yerine bilmemeyi, bilinçsiz olarak tercih edip devam ettirirler.

Bir de toplumsal coşkunun gerçek mutluluk sanıldığı durumlar vardır. Sürü psikolojisi içinde binlerce, milyonlarca insanın yüreğinin tek bir amaç için birleşerek adeta tek bir yürek gibi attığı durumların yarattığı coşku ve extacy (yüksek olma durumu) da mutluluk ile karıştırılabilir. Bu en basitinden coşkulu bir rock konseri, sevdiğimiz takımın maçlarının yarattığı coşku ve bir ülkenin bağımsızlık mücadelesinin kitleler üstünde yarattığı sarsıcı etkileri mutluluk sanılabilir. Örneğin, sevgili Nazım Hikmet 1961 Mayıs’ında Dünya Barış Komitesi adına, Fidel Castro’ya Barış Ödülü vermek üzere Küba’ya gittiğinde insanların gözlerindeki devrim coşkusu ve heyecanının gerçek mutluluk olduğunu zannetmişti. Küba meydanını dolduran 6 milyon insanın coşkusunu ve gördüğü şeyin “mutluluk” olduğunu anlattığı “Saman Sarısı” adlı coşkulu ve duygu yüklü muhteşem şiirinde mısra aralarında Abidin Dino’ya şöyle seslenmişti:

Küba meydanında altı milyon kişi, akı karası sarısı melezi,
Işıklı bir çekirdek dikiyor çekirdeklerin çekirdeğini güle oynaya,
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
İşin kolayına kaçmadan ama...
Gül yanaklı bebesini emziren melek yüzlü anneciğin resmini değil,
Ne ak örtüde elmaların,
Ne de akvaryumda su kabarcıklarının arasında dolanan kırmızı balığınkini...
Sen mutluluğun resmini yapabilir misin Abidin?
1961 yazı ortalarında Küba’nın resmini yapabilir misin?
Çok şükür, çok şükür bugünü de gördüm, ölsem de gam yemem gayrının resmini yapabilir misin üstat?

Abidin Dino ise mutluluğun resmini yapmaz ancak, cevaben yazdığı şiiriyle kendince mutluluğu anlatır. Nazım’ın aksine mutluluğu, Nazım’a kavuşmakla özdeşleştiren Abidin Dino cevaben yazdığı şiirinde;

(Eğer sen sürgünden gelseydin ve bağrımıza bassaydık seni,)
İşte o zaman Nazım,
Yapardım mutluluğun resmini,
Buna da ne tuval yeterdi, ne boya!


diyerek cevap verir. Ama ne acıdır ki, Nazım’ın Saman Sarısı şiirinde “Hürriyetin Eli” olarak gördüğü Fidel Castro’nun eli, yıllar içinde Küba halkına ne hürriyeti ne de mutluluğu getirebildi. Komünizm ise ne Küba’ya ne de başka bir devlete mutluluk, barış, huzur ve refah getiremedi. Tatlı ve romantik bir hayal gibi Komünizm de, şiirsel ve edebi güzelliği ile kitlelerin aklında bir melankolik bir ütopya olarak kaldı. Maalesef Abidin Dino da, ömrü boyunca sürgün olan Nazım’a hiçbir zaman kavuşamadı! Bu konuda tüm gazete ve televizyon kanallarında haberi yapılan bir olay hatırlıyorum. Beşiktaş takımının şampiyon olmayı unuttuğu (bir dönem Beşiktaş ~20 yıl şampiyon olamamamıştı) yıllarda, İnönü stadına asılmış bir pankart tüm ülkede haber olmuş ve çok konuşulmuştu. Pankartta; "Ne üniversiteyi bitirmek, ne sevdiğim kızla evlenmek... Sadece Beşiktaş'ı şampiyon görmek istiyorum!" diyordu. Halbuki, bu masum hayal ne kadar büyük bir sevgi veya mutluluk kaynağı gibi görünüyordu! O genç için mutluluk demek, Beşiktaş'ın şampiyonluğu demekti. Sonraki yıllarda Beşiktaş defalarca şampiyon oldu, ama şampiyonluğu kaybettiği de oldu. Acaba o genç için şimdilerde mutluluk tanımı değişti mi? Bence çoktan değişti. Egosal nedenlerle veya dışsal bir kaynağa bağlanan mutluluk, o hedefe ulaştıktan sonra bitmeye mahkumdur. Dışsal nedenlerle elde edilen mutluluk çok kısa bir sürede etkisini kaybeder. Elde edilen hedeften sonra bir boşluk durumu, ancak daha büyük hedeflerin kovalanması ile doldurulabilir. Bu durum ise, insanın ruhunu yordukça yorar.

Yalnız başına yukarıdaki saydıklarımın hiçbiri insanı mutlu etmeye yetmez. Mutluluk, yukarıdaki saydığım mutluluk faktörlerinden her birinin veya çoğunun azar azar bulunmasıdır. Ama mutluluk ile ilgili net olan şeyler vardır. Bu net olan şeyler mutluluğun ne olduğunu değil de, ne olmadığını açıklar. Örneğin mutluluğu dışsal faktörlere ve belirli koşullara bağlayan insan mutlu olamaz. Yada şöyle söyleyelim: Belki bir süre mutluluk yaşar ancak yaşadığı bu mutluluk çok kısa sürer. Kafasındaki bir evi, bir arabayı alınca mutlu olacağını düşünen insan mutlu olamaz. Dolayısıyla, sevdiği takım şampiyon olunca veya kendi milleti bağımsızlığa kavuşunca yaşanan mutluluğun kısa sürmesi gibi, hayalindeki kadınla veya erkekle evlenince mutlu olacağını düşünen insan da ömür boyu mutlu olamaması gibi, sırf bol kazanç için istediği iş de bir kişiyi mutlu etmeyebilir. Aslında şöyle de söyleyebiliriz: Şimdi, mevcut halinde mutlu olamayan insan gelecekte de mutlu olamaz! Elindekilerle yetinemeyen, kendini ve elindekilerini mutlu olmak için yetersiz gören kimse, sonraki yıllarda istediklerini elde etse bile, bir süre sonra tekrardan bu yetersizlik hissi ve mutsuzluk hali ile karşı karşıya gelir. Yaratıcısına şükür ve tevekkül içinde olmayan ve yaşadığı anın büyüleyiciliğinin farkına varamayan insan da mutlu olamaz. Kaderine (kadercilik değil) tevekkül ile razı olamayan kimse mutlu olamaz. Bence mutluluk bir ruh halidir. Basma kalıp bir deyiş ile; mutluluk, ulaşılması gereken bir yer veya elde edilmesi gereken bir hedef değil, yolcuğun ta kendisidir. Diğer yandan, başkalarını mutlu etmeden mutlu olabilmek de zordur. Eğer mutlu olmak istiyorsak, önce çevremizdeki insanları mutlu etmeliyiz. Eşimizi, arkadaşlarımızı, çocuğumuzu mutlu edebilirsek, onların mutluluğu sonucu biz de mutlu olabiliriz. Onların mutluluğu kaçınılmaz olarak bizi mutlu edecektir. Fakat onları mutlu etmeden mutlu olmayı beklemek de tam bir hayalperestliktir. Mutluluk, mutlu etmektir. Çünkü dünya üstünde karşılıksız sevgi yoktur! Bizi ancak Allah (ve belki annelerimiz) karşılıksız sevebilir. Onların dışındaki tüm sevgiler karşılıklıdır. Etrafımızdaki insanların verebilmeleri için almaları gerekir. Dolayısıyla mutlu olabilmek için mutlu etmek, bunun için de, karşılıksız sevebilmek (mümkün olduğunca) ve karşılıksız verebilmek gerekir. Peki, mutluluk sizce nedir?
"Eğer affedersen seversin. Seversen mutlu olursun ve tanrının ışığı senin üstüne yansır!" ( Into the wild filminden)


*Tablonun Resmi: Dianne Dengel-Home Sweet Home


15 Ekim 2017 Pazar

Yaqui Kızılderilileri Büyücüsü Don Juan’ın Öğretileri & Savaşçı


Bir savaşçının sanatı, insan olmanın dehşetiyle, insan olmanın görkemini dengelemektir. Don Juan
Carlos Castaneda, yaşamının otuz yılını eski çağlarda Meksika’da yaşamış olan Şamanların dünyasını incelemeye adamış bir antropologdur. Meksikalı Yaqui Kızılderili kabilesini inceleme çalışmaları yapmıştır. Bu kabilenin lideri Şaman Don Juan Matus’dan almış olduğu eğitim süresince ve sonrasında konuya ilişkin on kitap yazmıştır.
Serinin üçüncü kitabı olan Ixtlan Yolculuğu, zamanımızın insanlığına gönderilmiş önemli mesajlarından biridir. Ixtlan Yolculuğu’nda Carlos Castaneda, “alışkanlıkların tutsaklığından arınmış, özgür, seyyal, ne yapacağı önceden kestirilemeyen” avcı, savaşçı ve bilgi adamı Don Juan’ın bilgeliğini, bilinmeyenle bir dizi heyecan verici karşılaştırmalar aracılığıyla öğreniyor ve bize aktarıyor. Doğan Cüceloğlu'nun da "Savaşçı" adlı eserini esinlendiği yazar ve antropolog Carlos Castaneda ve onun bu eserleridir. Carlos Castaneda'nın eserlerinden Yaqui Kızılderili kabilesinin lideri Don Juan'ın hayata, ölüme ve savaşçıya dair ilham verici, çığır açıcı özlü sözlerinden, onun görkemli vizyonundan bir demeti aşağıda bulabilirsiniz. Çoğunluğu, savaşçı'ya, onun misyonuna ve ruh haline dair olan bu sözler günümüz insanları için de aydınlanma fırsatı sunmaktadır.
Belirttiğimiz gibi, Doğan Cüceloğlu "Savaşçı" adlı eserini Carlos Castaneda'dan esinlenerek, günümüz insanının ortak sorunlarına, huzursuzluğuna ve anlam arayışına bir çare olabilecek bir eser olarak ortaya koymuştur. Doğan bey bu eserinde; kişinin kişisel bütünlüğünü sağlama, kişinin anlam arayışını evrensel ilkelere oturtma ve kişisel gelişimi yolunda mücadeleci bir savaşçı'ya dönüşmesini amaçlamıştır. Bu yolda insanın farkındalığı ile kendini ve çevresini tanıması, hayatını, amaçlarını bilmesi veya bulması, düşüncelerini saflaştırarak, içindeki saf ve büyük potansiyele dayanmasının bilincine varılmasını hedeflemiştir.
Olumsuz duygularımızın temeli, kendini önemseme, nesnel ben yani ego'dur. Sürekli pişmanlık ve suçluluk duygusu ardında kendini çok önemseme duygusu yatıyor Tabii kendini övmenin ardında da yaşanılan hayal kırıklıkları... Kızdığımız ve öfkelendiğimiz zaman da bunun ardında kendimizi cok önemsememiz yatıyor. Yani ego'muz ve incinme korkusu. Ego, korku öfke , kıskançlık, hüzün gibi duyguları körükler. Bu duruma karşın insan, kendi farkındalığını artırma ve kendini gerçekleştirme menkıbesi için bir "savaşçı" olmalıdır. Bu yolda, anlam arayışı, uyanış, niyet, kişisel bütünlük, sorumluluk, güç, ölüm bilinci ve değişim itici güçlerimizdir. İnsan yaşamının bir bölümünde yaptığı işi en iyi bir şekilde yapmaya çalışırken "savaşçı" olma yoluna girer. Peki, bu hayatta savaşçı olmak şart mıdır? Evet. Çünkü insan olmanin tüm potansiyelini gerçekleştirebilmek için. İşte Don Juan'dan bizlere de ufuk açabilecek, vizyon çizebilecek zamansız sözler:

*Benim için dünya esrarengizdir. Harikulade, ürkütücü, gizlerle dolu ve kavranılamazdır. Zira; ben senin burada, bu görkemli alemde, bu görkemli çölde, bu görkemli zamanda olmanın sorumluluğunu üstlenmen gerektiğine inanmanı istedim hep. Her bir eylemin sonucunu hesaba katmayı öğrenmen gerektiğine inanmanı istedim. Zira sen burada kısa, aslında, onun tüm görkemlerine tanık olamayacağın denli pek kısa bir süre kalacaksın yalnızca. Bir savaşçının sanatı, insan olmanın dehşetiyle, insan olmanın görkemini dengelemektir.
*Hiçbir şey kesin olmadığı zaman uyanık kalır, sürekli tetikte dururuz. Tavşanın hangi çalılığın ardında saklandığını bilmemek, her bir şeyi biliyormuş gibi davranmaktan çok daha heyecan vericidir.
*Yaşamımızdaki her şeyi bir anda kesip atabileceğimizin farkına vardığımız çok enderdir.
*Bir insan kendini dünyanın en önemli şeyi saydığı sürece, çevresindeki dünyayı layıkıyla değerlendiremez. At gözlüğü takılmış bir at gibidir o. Kendinden başka hiçbir şeyi görmez.
*Kişi, resimler çekip ses kayıtları yapmanın kaygısına düşmemeli. Heyecansız yaşamın gereksiz fazlalıklarıdır bunlar.
*Ölüm ebedi yoldaşımızdır. Daima solumuzda, bir kol boyu arkamızdadır. Ölüm bir savaşçının tek bilge danışmanıdır. Ne zaman işlerin yolunda gitmediğini ve yolun sonuna geldiğini hissetse, savaşçı ölümüne dönüp ona danışabilir. Ölümü ona yanıldığını, kendisinin ona dokunuşundan başka hiçbir şeyin önemli olmadığını söyleyecektir. Ölümü şöyle diyecektir ona, “Ben sana daha dokunmadım ki.”
*İnsanın tasası tin olmalı. Hep avucumuzdan kayıp kaçan giden tin.
*Savaşçı bir şey yapmaya karar verince sonuna dek gitmeli, ama yaptığı şeyin sorumluluğunu da üstlenmeli. Ne yaparsa yapsın, önce niçin yaptığını bilmeli, sonra da kuşku ya da pişmanlık duymadan eylemlerini sürdürmeli.
*İnsan ana babasına, yakınlarına, dostlarına yaptığı her şeyi anlatarak yaşamöyküsünü ha bire yenileyip durmak zorundadır. Öte yandan, yaşamöyküsü olmayan savaşçının kimseye verilecek hesabı yoktur. En önemlisi, kimse onu düşünceleri ve beklentileriyle tutsak edemez.
*Ölümün avcı olduğu bir dünyada, pişmanlıklar ve kuşkular için zaman bulunmaz. Sadece karar vermek için zaman vardır. Kararın ne olduğu da önemli değildir. Hiçbir şey bir başkasından daha çok ya da daha az önemli olamaz. Ölümün avcı olduğu bir dünyada kararların büyüğü küçüğü yoktur. Kaçınılmaz ölümüne karşın savaşçının aldığı kararlar vardır yalnızca.
*Bir savaşçının, kişisel tarihine (yaşam öyküsüne) gereksinmesi yoktur. Günün birinde, artık ihtiyacı olmadığını anladığında, bırakır onu.
*Bir savaşçı için erişilmez olmak, onu saran dünyayla temasında tutumlu olması demektir. Bir savaşçı kendini ve başkalarını tüketmekten her şeyden fazla kaçınır. İnsanları, özellikle de sevdiklerini kullanarak onları kupkuru bırakana dek sıkıp sularını çıkarmaz.
*İnsan kaygılanmaya başladı mı, umutsuzlukla her şeye yapışır. Ve bir kez yapıştı mı, kendini, ve kime ya da neye yapışmışsa onu tüketmeye mahkumdur. Öte yandan bir savaşçı-avcı, avını tuzağına hep çekeceğini bildiğinden kaygılanmaz. Kaygılanmak, ister istemez erişilebilir olmaktır.
*Bir savaşçı-avcı, dünyasıyla yakın ilişki içindedir, ancak kendisi, o dünya için erişilmezdir de. Hafif dokunuverir ona, gereksindiği sürece kalır. Sonra bir iz bile bırakmadan ayrılır ordan.
*Sıradan bir insan için dünya tekinsizdir; çünkü ondan sıkılmadığı zamanlar onunla çatışır. Bir savaşçı için de dünya tekinsizdir. Çünkü görkemli, müthiş, bilinemez, erişilmez derinliktedir. Bir savaşçı burada, bu harikulade anda bulunmanın sorumluluğunu üstlenmek zorundadır.
*Edimlerde erk vardır. Özellikle de edimde bulunan savaşçı o edimlerin, kendisinin son savaşı olduğunu bilmekteyse. Yapılan şeyin belki de yeryüzündeki son edimi olabileceğini iyice bilerek hareket etmede yabansı, büyüleyici bir mutluluk vardır.
*Bir savaşçı dikkatini kendisiyle ölümü arasındaki bağa odaklamayı öğrenmelidir. Dikkatini, pişmanlık, hüzün ya da kaygı duymaksızın, hiç zamanı olmadığı gerçeğine odaklamalı ve edimlerinin de buna uygun şekilde akmasına izin vermelidir. Edimlerinin her birini, yeryüzündeki son savaşı kılmalıdır. Ancak bu koşullarda onun edimleri hak ettikleri erke sahip olacaktır. Aksi takdirde ölene dek, o edimler, bir ahmağın edimleri olarak kalırlar.
*Bir savaşçı-avcı ölümünün kendisini beklemekte olduğunu ve, şu anda yapmakta olduğu edimin pekala onun son savaşı olabileceğini bilir. Buna savaş demesi, bunun bir mücadele olmasındandır. Çoğu insan bir edimden öbürüne herhangi bir mücadele ya da düşünce olmaksızın geçiverir. Oysa bir savaşçı-avcı her bir edimini inceden inceye tartar; ve ölümüne ilişkin bilgisi kesin olduğunda, her edimi sanki onun son savaşıymışçasına sağgörüyle ilerler. Bir savaşçı-avcının çevresindekilere üstünlüğünü görmemek için insanın ahmak olması gerekir. Bir savaşçı-avcı, son savaşına, o savaşın hak ettiği saygıyı gösterir. Yeryüzündeki son savaşına dört elle sarılmasında şaşılacak bir şey yoktur. Böylesi zevkli olur. Korkusunu azaltır hiç olmazsa.
*Bir savaşçı, erk avlayan kusursuz bir avcıdır; ne sarhoştur, ne de çılgın. Onun zamanı da, mizacı da blöf yapmaya, kendine yalan söylemeye, ya da yanlış bir adım atmaya izin vermez. Zira bu ona pahallıya mal olacaktır. Yitireceği, çok uzun zaman uğraşarak özene bezene kurduğu düzenli yaşamıdır. Aptalca bir yanlışlık yaparak, bir şeyi bir başkasıyla karıştırarak onu heba etmeyecektir.
*Bir insan, herhangi bir insan, insanoğlunun nasibi olan her şeyi, sevinci, acıyı, hüznü ve mücadeleyi hak eder. Bir savaşçı gibi davrandığı sürece, edimlerinin ne olduğu önemli değildir. Tini bozulmuşsa hemen onarmalıdır, onu arındırıp mükemmelleştirmelidir. Zira tüm yaşamımız boyunca bundan daha önemli bir işimiz olamaz. Tinin onarılmaması ölümü aramak demektir. Bu da hiçbir şeyin aranmamasına eştir, zira ne olursa olsun ölüm bizi ele geçirecektir. Savaşçı tini ve mükemmelliğinin aranması, faniliğimize ve insanlığımıza layık tek uğraştır.
*Bu dünyada en zor şey bir savaşçının havasını, onun ruhsal durumunu benimsemektir. Üzülüp yakınmak ve bunun için geçerli nedenlerin bulunduğuna inanmak, hep birilerinin bize bir şeyler yaptığını düşünmek, yararsız şeylerdir. Kimsenin kimseye hiçbir şey yaptığı yoktur; hele bir savaşçıysa asla.
*Savaşçı, bir avcıdır. O her şeyi hesaplar. Bu denetimdir. Hesaplaması bitti mi, eyleme geçer. Kapıp koyverir. Bu, kendini bırakmadır. Bir savaşçı, rüzgarın önüne kattığı yaprak değildir. Kimse itip kakamaz onu. Kimse kendisine ya da sağduyusuna karşın bir şeyler yaptıramaz ona. Bir savaşçı yaşamını sürdürmeye kuruludur ve olası en iyi biçimde sürdürür yaşamını.
*Kişinin nasıl yetiştirilmiş olduğunun bir önemi yoktur. İnsanın bir şeyi yapma biçimini belirleyen, kişisel erkidir. Bir insan yalnızca kişisel erkinin bir toplamıdır, ve bu toplam onun nasıl yaşayacağını ve nasıl öleceğini belirler.
*Kişisel erk bir duygudur. Şanslı olmak gibi bir şey. Ya da bir hava, ruhsal durum. Kişisel erk, insanın bir yaşam boyu süren mücadeleyle kazandığı şeydir.
*Bir savaşçı ne yaptığını biliyormuş gibi davranır, aslında hiçbir şey bildiği yoktur onun.
*Bir savaşçı yapmış olduğu hiçbir şey yüzünden pişmanlık duymaz. Çünkü kişinin edimlerini kaba, çirkin, ya da kötü diye ayırması, kendine yersiz bir önem atfetmesi anlamına gelir. İşin püf noktası, kişinin neyi önemsediğidir. Kendimizi perişan kılan da, güçlü kılan da biziz. Ve her ikisi için harcanan çaba eşittir.
*Doğduğumuzdan bu yana, insanlar bize dünyanın filanca filanca şekilde, falanca falanca biçimde olduğunu anlatıp durur. Doğal olarak bizim de dünyayı onların anlattığı şekilde kabullenmekten başka seçeneğimiz kalmaz.
**Savaşçı iç seslerini istediği zaman durdurabilir (meditasyon vs.ile) Böylece gözlemleyen bilinc kendini gözlemeye başlar. Ancak o zaman şimdiyi tüm haşmetiyle yaşamaya başlar. O, içinde bulunduğu duygusal durumu kendisi belirler. Diğer insanların davranış yada eleştirileri ancak biz izin verirsek bizim ruhumuzu zedeler.
**Savaşçı gözlemleyen bilincini sürekli canlı tutabilen bir insandır.
**Savaşçı şimdi ve burada herşeyi kişisel bütünlük ve sorumluluk ve de bilincinin saflığı içinde tamamlayarak yaşar.
**Savaşçı karar vermeden önce olayın her yönünü düşünür, irdeler gözden gecirir, acele etmez. Savaşçı karar verirken özgür iradesini kullanır. Onun kararı bir seçimdir.
**Savaşçı olmak insanın gerçekleştirmek istediği vizyon için amaç değil, bir araçtır.
**Niyetinin saflığı içinde verdiği kararlar savaşçının en önemli güç kaynağıdır.
**Neden sorumlu oldugunu bilmek ,neden sorumlu olmadığını bilmeyi de gerektirir.
**Yaşamın tüm anları tek ve kendine özgüdür.
**Ölüm bilinci, sonsuza dek varılamayacağımızı bilmemizi ve şimdi şu anda yaşıyor olmamızın sorumluluğunu almamızı sağlar. Savaşçı, seçimlerinin sorumluluğunu alır. Savaşçı, ölümünün bilincinde olur ancak onu umursamaz.
** Savaşçı çevresindeki herşeye saygıyla yaklaşır. Kendini ilgilendirmeyen işlere karışmaz ancak dahil olmasi gerekirse iyice düşünup seçimini yaptıktan sonra karışır. Verdiği karardan asla pişmanlık duymaz çünkü o gönlünden geçeni seçmiştir bir kere.
**Stratejik bir tavir içinde yaşar. Sabırla bekler, ne beklediğini bilir. Taşıyamayacağı yükün altına girmez, ve herzaman vuruş menzili içinde kalır.
**Savaşçı hiç bir şeyin müptelası olamaz, sağlığına özen gösterir, kötü alışkanlıklardan uzak durur.
**Savaşçı alcak gönüllüdür ancak kimseye başını eğmez kimseninde ona başını eğmesini istemez.
**Savaşçı herşeyi üstesinden gelinmesi gereken bir öğrenme fırsatı olarak görür (challange) fakat sıradan insanlar herseyi bir ya şükretme yada küfretme sebebi olarak görür.
**Savaşçı ölmeden önce kendisine hayrı dokunan herkese teşekkür eder. Kendini geliştiren her şeye şükran duygusu besler.


*http://indnihan.blogspot.com.tr/2012/04/ixtlan-yolculugu-carlos-castaneda.html
**Doğan Cüceloğlu - Savaşçı

7 Ekim 2017 Cumartesi

Filmlerde İyilerin Kazanmasından Artık Sıkıldım!



Filmlerde İyilerin Kazanmasından Sıkıldım!

İş yerinde çok sevdiğim iş arkadaşlarım ile beraber çıktığımız öğle yemeklerinde spontane açılan muhabbetleri çok seviyorum. Yarı felsefi, yarı geyik, yarı hayatı sorgulama ile geçen sohbetlerimiz, hem bizi güldürüp eğlendirirken, hem de farkındalıklarımızı artırıyor. Geçenlerde bir gün işyerinde öğle yemeği sırasında bu konu açıldı. Şaka yollu; “Filmlerde sürekli olarak iyilerin kazanmasından artık sıkıldım! Artık iyilerin kazanmasından çok, kötülerin kazanmasını istiyorum!” dediğimde, tıpkı benim gibi bazı başkaları da filmi izlerken, içlerinden kötülerin kazanmasını istediklerini öğrendim. Onlar da benim gibi Hollywood ve Yeşilçam filmlerinde iyi kahramanların sonunda ne yapıp edip galip gelerek kazanmasından sıkılmaya başlamışlar. Bu konuda yalnız olmadığımı bilmek içimi rahatlattı. Hatta, bazı arkadaşlarım, kötülerin aslında daha yaratıcı, daha yetenekli ve daha girişimci olmalarına dikkat etmişler. Kötülerin filmdeki mücadelede üstünlüğü çok uzun bir süre önde götürmelerine rağmen, iyilerin filmin sonuna doğru bir şans, kısmet veya beklenmeyen bir yerlerden gelen bir yardım ile kazanıyor olmalarına kızıyorlardı.

Daha önce belirttiğim gibi, film insanı olamadığım için, hiçbir zamam iyi ve sadık bir sinema izleyicisi de olmadım. Sanırım beni sinemadan soğutan şeylerden biri; daha filmin başından sonunu tahmin edebilmenin ve artık klişe olmuş olan sürekli olarak iyilerin en sonunda kazanacak olmasını bilmenin sıkıcılığıydı. Bir yandan, filmlerde hep aynı senaryoların olması, benzer olay örgülerinin gelişmesi ve birbirine çok benzer iyi kahramanların en sonunda galip gelmesiydi! Genelde, iyi, yakışıklı, cesur olan esas oğlan ve iyi kahramanımız kötü karakterlerden intikamını alıyor, dünyayı yok olmaktan kurtarıyor, ve filmin en sonunda da esas kıza sahip oluyordu...vs. Yıllar yılı aynı iyi kahramanların, aynı bilindik jargonlarla, aynı bilindik edalarla, aynı bilindik klişe söz ve hareketlerle en sonunda kendilerinin kazanacaklarına eminlermiş gibi öz güven dolu sözler ve hareketlerle başlayan Holywood filmleri artık bana kabak tadı veriyordu! Bu yüzden başlarda hep iyi kahramanları tutsam da, bir süre sonunda gizlice kötü kahramanları tutmaya ve kötülerin kazanmasını istemeye başladım. Ancak bu durum bir yandan da beni rahatsız etmeye başladı. Hollywood ve Yeşilçam filmlerinde neden en sonunda iyilerin galip geldiğini, kötülerin ise kıl payı bir şekilde kaybettiğine neden üzüldüğümü düşündüm. Bilinç altında yatan sebepleri düşündüğümde, toplumun, baskın kültürünün ve film yapımcısının, empoze etmeye çalıştığı iyi-kötü kavramını zorla kabul ettirme çabası olduğunu tespit ettim. Bilinç altımda üstü kapalı bir şekilde popüler ve baskın kültür tarafından empoze edilen iyiyi tutma zorunluluğuna karşı gösterdiğim içsel bir direnç vardı. Sanki bilinç altımda, toplumun ve baskın kültürün bana yüklediği rolleri reddetme, hep aynı esas oğlanların ve iyi kahramanların kazanmasının benim ben olma yolumda bir engel gibi görmem vardı. Ben olabilmem için, toplumun ve baskın kültürün tüm bireylere ve bana empoze ettiği kültürü reddetmem gerekiyordu. Sanırım diğer bir sebep de, Holywood’un cesur, cool, güçlü, zeki, yakışıklı, karakterli, becerikli ve vefalı kahramanlarını izleye izleye, asla onlar gibi olamayacağımın farkına varmam idi. Her ne kadar başlarda onların kötülere karşı kazanmasını istesem de, bir yandan asla onlar kadar güçlü, yakışıklı, akıllı, cesur ve cool olamayacağım için içten içe onları kıskanıyordum. Ancak bu Holywood kahramanları da kıskanılmayacak gibi değildiler hani. O kadar cesur ve cool idilerdi ki, gözlerini bile kırpmadan misyonları gereği ölüme gidebiliyorlardı. Bir Rambo olup koca bir ulusu kurtarabiliyorlar, Süpermen olup dünyayı kurtarabiliyorlar, kötülere ve kötülüğe karşı savaşarak masum insanları ve insanlığı kurtaran polis memurları veya gizli ajanlar olabiliyorlardı. Kendilerinden çok daha güçlü suç örgütlerinden ve kötü kişilerden mükemmel intikamlar alabiliyorlardı. Maceralarında ölümcül şekilde yaralanıyorlar ancak o halde bile espri yapabiliyorlar ve gülebiliyorlardı. Onlar için önemli olan canları değil, misyonları idi. Gerek dünyayı kötücül karakterlerden kurtarmak için, gerek masum bir aileyi veya dünyalar güzeli esas kızı kurtarmak için, gözlerini kırpmadan, canlarını hiç düşünmeden cesurca kötü adamların, kötülüğün ve ölümün üstüne gidiyorlardı. Hatta bazen o kadar büyük kahramanlıklar yapıyorlardı ki, dünyalar güzeli esas kız ile evlenerek bir ömür boyu mutlu olmak gibi, kurtardıkları halkın ona büyük bir şükran besleyerek kahramanlarını bölgelerine yönetici olmasını istemeleri gibi, çok büyük para ödüllerinin teklif edilmesi gibi biz basit insanların kolayca meyil gösterebileceği birçok ödülü ellerinin tersi ile itebiliyorlardı. Onlar bir sonraki maceraya atılmak için bu ödülleri kibarca reddediyor, misyonlarını tamamlayarak arkada şükran dolu enfes bir kız, bir aile veya halk bırakarak hüzünlü ama cool bir şekilde çekip gidiyorlardı! Ne kadar yüce bir ruh hali, ne kadar insan üstü bir kişilik, ne kadar büyük teslimiyet ve varoluş! Belki asla onlar kadar büyük bir ruh haline ve kişiliğe erişemeyeceğim için içten içe Holywoodun Süper Kahramanlarından nefret ediyordum. Bu yüzden filmlerin sonunda iyilerin kazanmasından sıkıldığım zamanlar, bir değişiklik olsun da kötüler kazansın diye beklemeye başladım. İyi diye empoze edilen kahramanların tek renkli dünyası, artık benim için renksiz ve sıkıcı bir yer olmaya başladığından beri filmlerde farkında olmadan içten içe, kötülerin kazanmasını istemeye başladım. Bunun yanında, hem filmlerde, hem de gerçek hayatta kötüler kazanırsa ne olacağına dair bir içimde merak da vardı. Belki onlar kazandıklarında dünyanın daha renkli, daha ilginç olacağına dair içimde farklı bir umut vardı. Üstelik kötülerin de bir felsefesi olduğunu, kötü olmadan iyinin hiçbir anlamı olmayacağını, Batman Dark Knight filmindeki kahraman Batman’a karşı savaşan kötü karakter Joker sayesinde öğrenmiştik. Joker’in bilge bir şekilde, kendisini öldürmekle tehdit eden Batman'a seslenmesi filmin en unutulmaz repliklerinden biriydi. Joker, Batman’a; iyi ve kötü olarak birbirlerini tamamladıklarını, yani iyi kahraman Batman’ı kendisinin var ettiğini söylüyordu. Yani, eğer Joker olmazsa Batman'ın olamayacağını, kötü olmadan iyinin bir anlamı olamayacağını, dolayısıyla birbirlerine muhtaç olduklarının dersini Batman’a çok etkileyici bir şekilde vermişti. Üstelik evrensel iyi ve evrensel kötü diye bir şey olmadığını, iyiliğin ve kötülüğün tamamen öznel olduğunu, kahramanlar bile olsa hiç kimsenin salt iyi, bir diğerinin de salt kötü olamayacağını zaten öğrenmiştik. Kötüleri ve kötülüğü yaratan şeyin biraz da çevrenin, o insanları kötü olmaya iten şartların ve o insanları o yola sürükleyen diğer insanların suçu olduğu da biliyorduk. Ayrıca her kötünün içinde küçücük de olsa iyi bir parçanın, her iyinin içinde ise küçücük de olsa bir karanlık ve kötü bir yan olduğunu biliyorduk. Kötü olan da elbette sonsuza kadar kötü gitmeyecekti, çünkü, kötülüğün içinde de, az da olsa iyilik mevcuttu. Bu yüzden eğer Yüzüklerin Efendisi hikayesinde kötü Mordor krallığı tüm dünyayı ele geçirseydi bile o kötülük sonsuza kadar gitmeyecekti. Yeni bir düzen kurulacak, Mordor krallığından bölünecek bir parça, iyi rolünü üstlenip Mordor’a karşı mücadele etmeye başlayacaktı. İyiliğin ve kötülüğün savaşı bir Yin Yang döngüsü olarak yeniden başlayacaktı. Ama yine de düşünmeden edemiyorum, acaba filmlerde zaman zaman kötü karakterleri tutmam beni kötü biri yapar mı? J
Bumerang - Yazarkafe