Yazaaneye Kaydol

Yazaanede Olan Bitenden Haberdar Ol:

Delivered by FeedBurner

Subscribe to Nevzatın Yazaanesi by Email

27 Mayıs 2017 Cumartesi

Ayağımız Çamurdan, Burnumuz ve Eşyalarımız Tozdan Kurtulmayacak

Bir ayağımız plazalarda, rezidanslarda ve lüks alışveriş merkezlerinde. Bir ayağımızsa gecekonduda tarlada, çamurda ve bitmeyen şantiyelerde. Hiç arabanızı özenle yıkattıktan 10 dakika sonra tekrardan hiç yıkanmamışçasına kirlendiği oldu mu? Arabanızı kendi ellerinizle yıkayıp kuruladıktan hemen sonra çevredeki toz ve çamurdan, yoldaki çamurlu sulardan ve kamyonların tekerleklerinden çamur atması yüzünden arabanız sanki hiç yıkanmamışçasına tekrar kirlenince sizler de aynı hayal kırıklığını yaşadınız mı? Yada evinizi temizleyip sildikten sonra, ertesi gün sanki hiç temizlenmemiş gibi toz içinde görüp üzüldüğünüz oldu mu? Evlerimizin içinin, dışının eşyalarımızın, arabalarımızın hiçbir zaman temiz kalmaması insanı umutsuzluğa sürüklüyor. Evini sildikten, arabasını yıkattıktan 5 dakika sonra leş gibi toz ve çamur altında kaldığını görmek, insanın tüm neşesini kaçırdığı gibi, bazen tüm hayat enerjisini de alıp götürüyor! Bu durumlar, aslında her gün yaşayarak kanıksadığımız, normal zannettiğimiz olaylardandır. Millet olarak ayağımızı hiçbir zaman toz ve çamurdan kurtaramamamızın ve asla kurtaramayacak olmamızın sebebi, toplum olarak halen daha göçebe kültür etkisinde kalıp, şehirleşme kültürü edinememiş olmamızdır. Eğer öyle olmasaydık, hala bir ayağımız rezidans, plazalar ve gökdelenlerde iken diğer ayağımız yanı başındaki gecekondu ve tarlalarda olmazdı. Yolların çamurlu olmasının nedeni, gökten çamur yağması değil, çevremizi ve şehirlerimizi bir türlü şantiye havasından çıkaramamamızdır. Binalarımızı yapıp, yerleşme işini tamamlayıp, yaşamaya başlayamıyor olmamızdır. Sürekli olarak yapmaya çalıştığımız şehirlerimiz ve çevremizin şantiyelerinde çalışan kamyonların, şantiyelerden ve tarlalardan hiçbir şey yokmuş gibi, tekerleklerini yıkamadan direkt yola çıkmalarıdır. Hafriyat kamyonlarının ve beton mikserlerinin yükleri olan hafriyat veya betonu yollara döke saça gitmeleridir. Oysaki Avrupa'da veya herhangi gelişmiş bir ülkede buna izin verilmez. Bir keresinde Gebze Mutlukent'de yol kenarındaki boş arazide geceleri park edip, ertesi gün arazini bütün çamurunu caddelere ve sokaklara taşıyan kamyonları belediyeye şikayet ettiğimde, görevli bana "çamurdan ne olacak ki? Yağmur yağınca çamur yoldan akar, gider." demişti. Yani çamur ve toz, belediyelerimiz tarafından sorun olarak bile görülmüyor. Halbuki Avrupa'da bir kamyon şantiyeden ana yollara ve şehirlere hafriyatını doğru düzgün, dökülmeyecek şekilde çıkarabilir. Tekerleklerindeki çamuru ve mıcırları yıkamadan yollara ve şehirlere giremez. Bu yüzden, Avrupa'da arabanızı yıkattıktan sonra aylarca yıkatmasanız dahi dikkat çeken bir kirlenme görmezsiniz. Batı ülkelerinde şehirleri hiçbir zaman toz bulutu altında görmezsiniz. Caddeleri, sokakları, çevreyi hiçbir zaman çamur içinde göremezsiniz. Gökyüzünü, yemyeşil doğa ile uyum içinde bütünleşmiş olarak masmavi ve bemberrak görürsünüz.. Çoğunlukla temizlik, estetik bir uyum ve hoşluk görürsünüz. Bu berraklık ve doğa ile uyum insanların yaşama sevincini artırarak hayata daha çok bağlar. Bu uyum ve temizlik duygusu insanları daha mutlu ve huzurlu yapar.

Etrafımızın bu kadar tozlu, çamurlu ve pis olmasının sebeplerinden biri, hiç bitmeyen bina, yol ve altyapı yapımlarıdır. Şehirlerimizin ve kasabalarımızın on yıllardır oturmaması, on yıllardır hala yapılıyor konumundan çıkamaması insanın ruhunu yoruyor, hayattan bezdiriyor ve bıktırıyor. Etrafımızın, çevremizin bitmeyen inşaat şantiyeleri, hafriyat kamyonları ve vinç görüntüleri ile kaplanması insanın tüm enerjisini tüketiyor. Buradan bina yapımları, yol ve altyapı yatırımlarının kötü olduğu sonucu çıkmasın. Sadece plansızlıklardan dolayı bu işleri asla bitiremeyeceğimizi söylüyorum. En fazla 3 yada 5 milyon insanın yaşaması gereken İstanbul'da kademe kademe yaklaşık 20 milyona çıkmasına izin verilmesinden dolayı işlerin, yol ve bina yapımının asla bitmeyeceğini söylüyorum. Öyle yada böyle yaptığımız binaları sağlam ve uzun ömürlü yapmadığımız için, 30-40 yılda bir binaların yıkılıp dönüşüm yapılması gerektiğinden çevremizdeki bina yapımının asla bitmeyeceğini söylüyorum. Bugünlerde İstanbul'un ve Türkiye'nin en lüks ve havalı caddelerinden biri olan Bağdat caddesi sakinleri, bitmeyen kentsel dönüşüm işlerinden ve hafriyat kamyonlarının yarattığı çevre kirliliğinden bezmiş durumdalar. Ancak yapacak hiçbir şeyleri yok. Ne kadar zengin ve varlıklı olurlarsa olsunlar bu sıkıntıyı yaşamak zorundalar. Cem Yılmaz'ın bir esprisinde söylediği "trilyonların da olsa, bu çekirdeği çitlıyorsun!" esprisindeki gibi, milyonların da olsa aynı sıkıntıyı, tozu, çamuru, gürültüyü ve çevre kirliliğini yaşamak zorundasın! Evet, maalesef kaderimiz bu! Evet, İstanbul'un rantı sayesinde binalarımız dönüşüme giriyor ama yerlerine daha yüksek ve daha geniş binalar yapılıyor. Evet ranttan dolayı hepimiz zenginleşiyoruz ama bu zenginliği, huzur içinde yaşayabileceğimiz şehirlerimizi ve doğayı kendi ellerimizle hızla tüketiyoruz. Yani, edindiğimiz zenginliği yaşayabileceğimiz yer olan şehirlerimizi, doğayı ve evreyi katlediyoruz. Yani, bir manada kendi kendimizin boğazını sıkarak kendi kendimizi öldürüyoruz.

19 Mayıs 2017 Cuma

Soğuk Su ile Duş Almak ve Hayat Dersleri

Hayatımın okumaya ve felsefeye ilgi duymaya başladığım orta yaş döneminde, "Quora" vasıtayla bulduğum ve takip etmeye başladığım bir çok değerli yazar ve blogger oldu. Daha önceki sayfalarda bahsettiğim gibi, bu kişilerden birisi de, Stefano Ganddini adlı blogger ve yazar idi. Kendisinin yaşı daha çok genç, hatta yeni üniversite mezunu birisi olmasına rağmen, yazıları insanın içine işleyici bir şekilde ilham vericiydi! Kendisinin blogundaki ve ilham verici yazılarından, kendisinin müdavimi olan bir okuyucu olarak bir hayli faydalandım.Yazılarını ve tespitlerini çok ilham verici bulduğum için, kendisinin paylaştığı birkaç konuyu ben de sizinle kitabımda paylaşmak istiyorum. Öncelikle kendisinin "30 günlük soğuk duş challenge'ı" konusu benim çok ilgimi çekti. İlgili yazısında Stefano diyor ki: *"Soğuk su ile duş almaya, sağlık sebebiyle başlamadım. Elbette, soğuk su ile duş almak, sağlık için çok faydalı bir şey olup, bir çok doktor tarafından, farklı hastalıkların tedavisi için yıllardan beri uygulanan iyileştirici bir tıbbi terapi metodudur. Fakat bu işe daha derin bir neden ile başladım. Eğer hayatta önemli bir şey başarmak istiyorsanız, rahatınızın bozulmasından şikayetçi olmamanız gerektiğinden öte, rahatınızın bozulmasından memnuniyet duymanız gereklidir. Kolayca elde edilebilecek bir başarı yok maalesef. Eğer başarılı bir insan görürseniz, bilin ki bu insan bu başarısını elde etmek için büyük bir çaba ve mücadeleden geçmiştir. Ve muhtemelen bir çok zorlukla ve engelle yüzleşmesi gerekmiştir. Bu engelleri aşmaya çalışırken çok önemli mücadeleler vermiştir. Bu yüzden soğuk su ile duş alma challenge'ı benim de önüme bir seçenek olarak çıktı. Kendimizle hiç bitmeyen bir şekilde mücadele etmek, kendimizi soğuk su ile duş almaya zorlamak; bizi konfor alanımızın dışına atar. Yaz-kış demeden bu aktiviteye devam etmek, zihnimizin içindeki zorluk kalıplarını kırmamıza yardım eder. Zorlukları oldukları gibi kabullenebilmeyi ve zorluklar karşısında direnç geliştirmemizi sağlar. Zihinsel ve bedendel olarak bizi geliştirerek yeni challenge'lar konusunda bize güç ve cesaret verir. Bizim zihnimiz de tıpkı kaslarımız gibi çalışır. Ne kadar kullanılırsa o kadar güçlenir." İşte, soğuk su ile her gün duş alarak öğrendiğim hayat dersleri:

Düşünmeyi bırak, yapmaya başla!
 Soğuk su ile duş almanın en zor kısmı, suyun altına girdiğiniz ilk an'dır. Su o kadar soğuk ve rahatsız edicidir ki, zihninizin bu durumu kabullenmesi çok zordur. Stefano diyor ki; "yüzlece defa soğuk su ile duş alsam da bazı zamanlar yine çekiniyorum. Fakat zorluklar karşısında ne kadar ekinirseniz, durum o kadar daha zorlaşır. Konu hakkında fazlaca düşünmek, anksiyete( anxiety) oluşturur. Anksiyete ise sizi yapmayı düşündüğünüz işten eylemden alıkoyar. Bu yüzden artık düşünerek, planlayarak, kurgulayarak vakit kaybetmekten vazgeçip ve hemen harekete geçin!"

Nefes
 Soğuk suyun altına ilk girdiğiniz andan itibaren, vücudunuz bir şok yaşamaya başlar. Nefes alışınız elinizde olmadan hızlanır. Hatta bir an küçük çaplı çığlık bile atabilirsiniz. Bu ilk şoku atlattıktan sonra yavaş yavaş kontrolü ele almaya başlarsınız. Vücudunuz ve zihniniz, suyun soğukluğuna alışmaya başlar. Nefesiniz yavaşlamaya başlarken sizde sakinleşirsiniz. Stefano diyor ki; "Suyun altına girdikten sonra, gözlerimi kaparım, vücuduma vuran soğuk suyu düşünürüm. Hissederim ki, evet soğuk, evet zor. Fakat kötü değil, iyi değil, sadece olması gerektiği gibi...

Kabullen ve rahatla!
Hayatınızdaki zorlukları oldukları gibi kabul edin, hatta sizi geliştiren zorluklardan memnuniyet duyun. O zorlukları mücadele edilmesi, kurtulunması gereken şeyler olarak görmeyin. Çünkü bu zorluklar, konfor alanımızı genişleterek bizi farkında olmadan geliştirmektedirler. Ve başımıza gelen zorlukları oldukları gibi kabul etmek bizi güçlü kılar. Bu aslında kaderimizi kabullenmektir. Tıpkı Marcus Aurellius un binlerce yıl öncesinden söylediği gibi. "Kendi hayatımız üstünde gerçekten çok fazla bir kontrolümüz yok. Hayat bizi bir yöne doğru sürüklemektedir. Kontrolümüzdeki konular oldukça sınırlıdır. Hayat akmaktadır ve biz bu akış içinde çeşitli tepkilerle kendimizi konumlandırmaktayiz. Hayatı tümüyle değiştirip yönlendiremeyiz ancak hayata karşı verdiğimiz tepkilerimizi kontrol edebiliriz. Eğer hayata karşı savaşmazsak, olanı olduğu gibi kabul edebilirsek daha güçlü ve daha mutlu oluruz." Zorluklar karşısında stres ve baskı ile hareket ettiğimizde panik yapmaya başlarız. Bu da mevcut durumu daha da kötüleştirir. Böyle durumlarda nefesinize odaklanın. Nefes alış verişinizi takip edin. Daha derin, daha yavaş bir şekilde nefes almaya çalışın. Olaylara, kişilere, zorluklara objektif olarak bakmaya çalışın. Hiç bir şey, biz kendimiz o şeyi iyi yada kötü olarak etiketleyene kadar iyi yada kötü değildir. Hayatta karşılaştığımız engeller, bizim önümüzü kapatan kötü şeyler değildir. Zorluklar aynı zamanda fırsatlar da getirirler. Yeter ki o zorlukları aşmasını bilelim, kendimizi geliştirelim.

 "Evet; Her sabah soğuk su ile duş alma alışkanlığı benim hayatımı değiştirdi.  Bana hayatımda karşılaştığım zorluklara karşı dayanma, sabır ve zorlukların üstesinden gelme iradesi kazandırdı. Uzun ve stresli geçen bir gün sonunda akşamları aldığım soğuk duş, zihnimi berraklaştırıp, beni rahatlattı. Aynı zamanda bana hayatta neyin önemli olduğunu tekrardan hatırlamamı sağladı. Normalde alışkanlıklarımız ve zayıflıklarımız bizi yönetir. Fakat soğuk su challenge'ı veya benzer eylemler hayatınızın direksiyonunu sizin kendi elinize almanızı sağlar." Stefano ya ağzına, eline ve yüreğine sağlık demek istiyorum. Ne büyük bir teslim oluş. Benim aklıma yine Eckhart Toellenin Mevlana vari bir şekilde teslimiyet meselesini işlediği ifadesini getirdi. *Olana teslimiyet, anı yadırgamamak ve yadsımamak, en büyük güç ve huzurdur. En büyük yüzleşme, egonun ölüm ile yüzleşmesidir. Ölmeden önce ölün, ve ölüm olmadığını görün! Ölüm sadece egonun ölmesidir." 
Stefano'dan esinlenip, soğuk su ile duş alma yada yıkanma mücadelesini, ben de geçen Temmuz ayından beri uygulamaya başladım. Bu yeni alışkanlığımı, bu yıl Mayıs ayına gelmeme rağmen devam ettiriyorum. Sadece yıkanırken değil, ellerimi yıkarken ve traş olurken de artık soğuk su kullanıyorum. Edindiğim soğuk su alışkanlığını bırakmamaya kararlıyım. Kendi bedenimde ve zihnimdeki zorluk algısında değişiklikler olduğunu hissediyorum. Soğuk suyu bir kötülük olarak etiketlemeyip, sadece olduğu gibi kabul etmenin de benim için önemli bir değişiklik olduğunu hissediyorum. Soğuk su ile yıkanmaya başladığımdan beri daha az üşüyorum. Bedenimin güçlendiğini, zihnimin berraklaştığını, irade gücümün de artttığını hissediyorum. Vücudumun hastalıklara karşı olan direncinin de arttığını hissediyorum. Bu süreçte öğrendim ki, soğuk insanı hasta etmiyormuş. İnsan sıcak-soğuk ortam değiştirmekten ve vücut direncinin düşmesi nedeniyle hasta oluyormuş. Zaten şuna da inanıyorum ki; "Hayatın hep kolay ve konforlu yönünü yaşıyorsak, hayat bize zor gelir. Eğer hayatı zorlu yanlarını ve mücadelelerini de yaşayıp olduğu gibi kabul edebilirsek, hayat bize kolay gelir" Bu muhteşem söz ve yorum da yine Stefano'ya aittir. Meraklısına:http://collegetopia.co/cold-showers-strange-addiction/

17 Mayıs 2017 Çarşamba

Şehir ve Hüzün, İstanbul & Kahire

24 Mart 2016 sabahında İstanbullular olarak kıpkızıl bir gökyüzüne uyandık. Bir gece önce başlayan rüzgar tüm gece boyu devam etmiş, Güney rüzgarları, Afrika'nın çöllerinin tozunu ve toprağını Kuzey Anadolu'ya, kadar getirmiş, arabalar, cadde ve sokaklar kalın bir toz tabakası altında kalmıştı. Arabaların, caddelerin ve ağaçların üstünü komple kaplayan bu kalın toz tabakası içimde kirlilik, boğuculuk, sıkıntı gibi duygular oluşturmasının yanında, Mısır gezisinde Kahire'de yaşadığım derin bir hüzün duygusunu hatırlattı. Bu hüzün duygusu, tıpkı Orhan Pamuk'un hüzün temalı "İstanbul" adlı kitabında anlattığı hüzne benzer bir hüzündü. Orhan Pamuk'un içinde hissettiği; büyük ve görkemli bir imparatorluğun yıkılışından sonra, Osmanlı'nın tüm mirasını iyi yada kötü demeden reddi miras yaparak yenilgiyi ve kayıpları unutmaya çalışan genç Cumhuriyetimizin İstanbulunda her yeri kaplayan hüznün bir benzeri idi. Pamuk’un 1960, 1970 ve 1980'li yıllarda, tüm ülkemiz insanlarında, özellikle de İstanbul'daki insanlarda gözlemlediği fakirlik, tükenmişlik, çaresizlik, eziklik, boş vermişlik manzaraların yarattığı hüzne benzer bir hüzündü. Zira, benim hüznüm de, tıpkı Pamuk’un İstanbul’da şahit olduğu mimari dejenerasyon, çirkinlikler, sahip çıkılmayan tarihi binalar, yanarak hızla yok olan tarihi konaklar, bilinçli yada bilinçsizce hızla yok edilen tarihi mirasın karşısında toplumsal bir boş vermişlik, ağzına kadar işsizlerle dolu çayhaneler ve kahvehanelerin manzarasının verdiği o derin hüzün duygusunun bir benzeriydi.

Evet, Orhan Pamuk'un 1950-1980 arasında İstanbul'da gördüğü ve bizlere mükemmel bir şekilde anlattığı hüzün duygularının bir benzerini de ben 2011 de gittiğim Mısır gezisinin Kahire kısmında yaşamıştım. Ben de Kahire’de tüm şehre sirayet etmiş olan fakirlik ve sefaleti, insanlardaki ezilmişliği, sahip çıkılamayan tarihi binaları, daha baştan harabe olarak inşa edilen çirkin apartmanları, kirli, ıslak, çamurlu ve pis sokakları, devletin ilave vergi talebinde bulunduğundan dolayı dışı sıvanmadan bırakılmış apartmanları, kapıları ve pencereleri olmadığı halde yolcu taşıyan tren ve minibüsleri, Türkiye'de 1990 ların sonunda üretimden kalktıktan sonra kalıpları Mısırlı bir şirkete satılan ve o şirket tarafından üretilen 2010 model Doğan ve Şahin arabalarını, fakirlikten dolayı mezarlıklarda yaşayan insanları, mezarlıkları eve, evlerini mezarlığa çevirmiş insanları (Mısır da bazı insanlar, evden biri öldüğünde, onu kendi evinin içine, kendi odasına gömerlermiş), öğlene kadar devlet memuru, öğleden sonra seyyar satıcı olan fakir insanları, genelde kıpkızıl gökyüzünün içerdiği toza rağmen, çamaşırlarını balkonlarına asarak kurutmaya çalışan çaresiz kadınları, yılın büyük bir bölümünde havadaki çöl tozu ve kum nedeniyle yılın büyük bir bölümü kızıl olan gökyüzünden dolayı küçük pencerelere razı olmuş bir mimari ile yapılmış evleri, pislikten ve kokudan girilmeyen tuvaletleri, tuvaletlerde elinize kağıt havlu veya peçete vererek bahşiş bekleyen fakir insanları, batılı kadın ve kızların içine düşecekmişçesine bir açlık ile bakan ısrarcı seyyar satıcıları, Türk olduğunuzu anlayınca gülerek; "yavaş yavaş Hasan Şaş" diyen, ardından hemen Kurtlar vadisi ve Polat’dan bahseden Khan El Khalili satıcılarını, dünyanın en değerli eserlerine sahip olduğu halde ortamı mezbelelik ve izbelik olan Kahire müzesini, sürekli dikta, baskı rejimleri ve darbeler yüzünden insanların gözlerinden hemen okunan korku, ezilmişlik, çaresizlik ve boş vermişlik duygularını gördüm. Tıpkı Orhan Pamuk'un İstanbul için hissettiği fakirlik, felaket, boş vermişlik ve yıkım görüntülerinin yarattığı hüznün bir benzerini de ben Kahire’de yaşadım. 

Aslında şimdilerin İstanbul'u, Orhan Pamuk'un ruhunu sızlatan her köşesinden yıkım, fakirlik, sefalet, ezilmişlik fışkıran görüntüsünü çoktan geride bıraktı. Her ne kadar görkemli tarihine ve mimarisine sahip çıkılmasa da, artık İstanbul her köşe başından lüks AVM ve rezidans fışkırdığı, trilyonluk gökdelenler ve lüks sitelerin mantar gibi yükseldiği bir şehir haline geldi. Bu da dejenerasyonun ayrı bir boyutu olsa bile, İstanbul, Pamuk’un şahit olduğu yıkım, fakirlik ve ezik görüntüsünden artık çok uzaklarda. Asgari ücret dahi alsalar insanların ceplerinde internetli Apple Iphone'lar, pahalı smart telefonlar var artık. İnsanların üstlerinde başlarında kolaylıkla görülebilen markalı giyecekler artık bir seçkinlik alameti değil. Önceleri sadece zenginlerin yurt dışında görebildiği markalar ve mallar artık her yerde satılır hale geldi. İyi yada kötü, artık neredeyse her ailenin bir arabası var. Üstelik, araçların çoğu da son model ve markalı. Artık Orhan Pamuk'un caddelerden ve sokaklardan geçerken kirli camlarından evlerin içlerine bakarken hüzünle gözlemlediği sefalet ve fakirlik dolu evler de hızla değişti. Artık neredeyse her evde LCD televizyon ve son model beyaz eşyalar var. Gecekonduların yerini lüks siteler ve rezidanslar aldı. Sadece aç karınlarını doyurmak için çalışmaya İstanbula gelen fakir Anadolu insanlarının büyük bir kısmı hızla zenginleşti. Orhan Pamuk'u hüzünlendiren, yıkım duygusu uyandıran eski terk edilmiş Boğaz yalıları, soba ve kömür yakılan, yıkık dökük mahalleler yavaş yavaş ortadan kayboldu. Eski gecekondu mahallelerinden gökdelenler, plazalar, lüks siteler, rezidanslar fışkırmaya başladı. Pamuk'un zamanında çocuklara korku veren boş araziler de artık kalmadı. Zamanında hüzünlenerek baktığı çirkin ve bakımsız apartmanlar, gecekondular yıkılarak yerlerine yeni, yüksek fakat ayrı bir çirkinlikte modern binalar yapıldı. Artık İstanbul'da fakirlik, sefalet ve yıkım görünmüyor. Ancak şimdilerde İstanbul'da çirkin ve vahşi şehirleşme, açgözlülük, sonradan görmelik, saygısızlık, doğayı yağmalama, vahşi kapitalizm, görgüsüzlük, toplumsal dejenerasyon gözlemlenmektedir. Ki bu da bence Orhan Pamuk'un hüznünden daha fazla hüzünlenmeyi hak eden bir durumdur.

Öyle yada böyle, iyi yada kötü, İstanbul makus talihini kırmış görünüyor. Peki, ya Kahire? Kahire de son 4-5 yüzyıllık makus talihini kırabilecek mi? Sömürü getiren işgalci ülkelerden, dikta rejimlerden ve kendi Firavunlarından kurtulabilecek mi? Şehre hakim olan yıkım, felaket, ezilmişlik, fakirlik ve sefalet havasından kurtulabilecek mi? Üstündeki ölü toprağını atabilecek mi? Kadim tarihinden gelen o müthiş potansiyeline geri kavuşabilecek mi? Benim dileğim, İNŞALLAH! Belki ben de bir gün belli bir süre yaşamak üzere Kahire'ye gider, bu hüzünlü şehrin fakir insanlarını ve hikayelerini daha yakından gözlemleyip kağıda dökerim, kim bilir?


 

 

 

13 Mayıs 2017 Cumartesi

Kaybet-Kaybet Paradigması ve Sefillikte Eşitlik

Kaybet-Kaybet Paradigması ve Sefillikte Eşitlik

Bizler topyeküncü bir toplumuzdur. Bu yüzden "Ya hep ya hiç" tir bizde. Sevdiğimiz kız eğer bizim değilse, "kara toprağındır!" Biz güzele güzel demeyiz şayet güzel bizim değilse. "Türkiye Türklerindir" mesela. "Ya sev, ya terk et" deriz farklı düşünen insanlara. Anca beraber kanca beraber" deriz fakat bu eşitliği sadece kendimiz aşağıda yada geride kalırsak uygularız. Aslında "Ya beni de götür, ya sen de gitme!"dir. Aslında "Benden sonrası tufandır." "Ben kaybedersem o da kaybetsin”dir. Yani kısaca, bizde esas olan kaybet-kaybettir. Her şeyi hepimiz aynı anda isteriz. Eğer bende yoksa başkasının da olmamasın isteriz. O yüzden bizde ileri gidenler, ticari, sanatsal veya akademik başarı kazananlar pek sevilmez. Bizim toplumumuzda zenginlik yada başarı kazanan kimseler tebrik ve taktir edilmez, başarılar ve zenginliklerden kıskançlıkla, hasetle bahsedilir. Bizler toplum olarak eşitlikçi insanlarızdır, ancak bu eşitlik; sefillikte, hastalıkta ve fakirlikte eşitliktir. Başarılı kişiler aşağıya çekilmeye çalışılır, ileri gidenlerin ayağı kaydırılmaya çalışılır. Çünkü bizde "çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz." Aksine, başarılı işler yapanların haklarında bol bol dedikodu yapılır. "Kim bilir nasıl bu kadar başarılı oldu, bu zenginliğin ardında kesin bir şeyler vardır, kesin çalmıştır çırpmıştır, kesin çok yüksek bir yerden torpili vardır"...vb değerlendirmelerle hoyratça eleştirilir ve aşağıya çekilmeye çalışılır. Birçok bilim insanımız, sanatçımız ve girişimcimiz özgün ve başarılı çalışmalar yaptıkları için çevrelerinde sert bir şekilde eleştirilmişler sonunda kabuklarına çekilmek yada çalışmalarını yurtdışında devam etmek zorunda kalmışlardır. Bunun için Vecihi Hürkuş gibi değerli insanlarımızı ve değerli bilim insanlarımızı ve sanatçılarımızı nasıl hoyratça harcadığımıza bakmak yeteridir. Fakat tam tersine kötü bir şekilde hastalanan veya tüm servetini kaybederek fakirleşen, ele güne muhtaç perişan hale düşen insanlara hemen geçmiş olsun ziyaretine gidilir ve acıları (güya) paylaşılır. İşte bu, içimizdeki kaybet-kaybet paradigmasıdır. Bu konu ile ilgili olarak anlatılan bir fıkra var. Cehennemde her milletin kazanının başında görevli bir zebani var iken Türklerin konulduğu kazanının başında zebani istihdam edilmiyormuş. Bunun sebebini zebanilerin amirine sorduklarında, “Çünkü Türkler kazandan kaçmaya çalışanları kendileri aşağı çekiyorlar da ondan dolayı başlarına bir zebani koymaya gerek kalmıyor!” diye cevaplamış. Toplumumuzdaki Kaybet-Kaybet paradigması yüzünden başarılı, ve zengin insanlar kendini hep olduğundan daha fakir, daha bilgisiz ve daha aciz gösterirler. Zengin bir esnaf ve tüccar olsa ucuz ve orta halli arabaya biner, deli gibi inekleyerek ders çalışan bir öğrenci, ertesi gün uykusuz ve kanlı gözlerle arkadaşlarına hiç ders çalışmadığını ve sınavdan çok kötü puan beklediğini söyler. Çünkü toplumdaki kötü gözlerden, ve insanların dedikodularından ve çekememezliklerden dolayı bize yapabilecekleri muhtemel kötülüklerden çekinirler. Çünkü bilirler ki, toplumumuzda, "bende yoksa kimsede olmasın" yaklaşımı vardır.

Kaybet-kaybet paradigması için en iyi örnek; İstanbul'da yaşamanın bir diyeti ve çilesi olan trafik zulmüdür. İstanbul'daki trafik çilesinin tek olumlu yönü, trafikte sıkışıp kalan tüm araçların ve tüm insanların aynı çileyi ve sefilliği paylaşarak eşitlenmeleridir. Hiç bir konuda birleşemeyen insanları, ideolojileri ve sınıfsal farkları trafik çilesi ve sefilliği birleştirir. Altındaki arabanın markasının ve maddi değerinin hiç bir önemi yoktur. İster milyonluk Porche, Jaguar yada Ferrari olsun, isterse çok eski, döküntü bir Murat olsun herkes trafiğin yarattığı sefalette eşittir. Kimsenin bir ayrıcalığı ve üstünlüğü yoktur. Aynı duyguları, aynı öfkeyi, aynı cinneti yani aynı sefilliği yaşarlar. İstanbul'un trafiğinde sınıf ayrımı, ayrıcalıklar ve zenginlik farkları ortadan kalkar. Trilyonların da olsa ilerlemen mümkün değildir. Bu yüzden İstanbul’un trafik çilesi bu (Kaybet-Kaybet) eşitlikçi yanımızı pekiştirmektedir. Trafik her ne kadar bir eziyet ve çile olsa da, kaybet-kaybetçi  insanlarımız için birleştirici ve güzel olan bir şeydir.

Toplumumuzda görülen bir diğer kaybet- kaybet paradigması, menkıbe hırsızlığıdır. Bu konuda bahsetmek istediğim ilginç bir olay var. Çok sevdiğim bir arkadaşımın evine hırsız girmiştı. Hırsız, eşinin altınları, bir miktar para ve değerli sayılabilecek bazı eşyaların yanında bir de, arkadaşımın yıllardır özenle oluşturduğu büyük maddi değeri olmayan ancak çok büyük manevi değeri olan tespih koleksiyonunu da çalmıştı. Bunu ilk duyduğumda her şeyden öte, hırsızın tespih koleksiyonunu çalmasına öfkelenmiştim! Çünkü bu sefil hırsız, maddi objelerden öte, bir insanın hayalini ve tutkusunu da çalmıştı. Zira, bu da bir çeşit kaybet-kaybet paradigmasıydı. Hiçbir hayali, hedefi ve menkıbesi olmayan sefil bir insanın, menkıbesi olan kişinin menkıbesini çalmasıydı. Eğer ben hakim olsaydım, bu hırsıza verilmesi gereken cezanın iki katı ağır ceza verilmesini sağlardım. Birincisi, yapmış olduğu hırsızlıktan, ikincisi de, diğer insanların hayallerini ve menkıbelerini çalmaktan...

9 Mayıs 2017 Salı

Bir Tiryakinin Sınanması

Bir Tiryakinin Sınanması

Alışkanlık hakikaten çok büyük bir güçtür, ama eğer bu iyi bir alışkanlık ise. Nasıl ki gelişmiş bir silah ve güç, kötü insanların elinde olduğunda insanlık için çok tehlikeli bir hale geliyorsa, kötü alışkanlıklar da, bizi kişisel olarak uçuruma sürükleyebilecek kadar tehlikelilerdir. Alışkanlık çok büyük bir güçtür, çünkü bir çok şeyi enerji harcamadan, farkına bile varmadan yaparsınız. Ancak alışkanlığınız kötü bir alışkanlık ise, kendi aleyhinize çok büyük bir düşmandır. Çünkü o artık sizin içinize yerleşmiştir. Yani aslında o, siz olmuş, siz ise o olmuşsunuzdur. Artık isteseniz de ondan ayrılamazsınız! İsteseniz bile, o sizin yanınızdan ayrılmaz. O artık yakanıza ve paçanıza yapışmıştır. Ne gibi alışkanlıklar kötüdür peki? Siz istemediğiniz halde bazı davranışları elinizde olmadan yapıyorsanız, o davranışı yapmadan duramıyorsanız ve bu davranışlar artık size, çevrenize, ilişkilerinize, sağlığınıza ve ruhunuza zarar vermeye başlamışsa bu eylemleriniz artık kötü bir alışkanlığa dönüşmüş demektir. Bazı davranışları farkında olmadan, hergün veya düzenli olarak tekrar ediyorsanız ve bu davranışlar, sizin bütün değerli zamanınızı alıyorsa, kendi projelerinize ve hedeflerinize ayıracak bir zaman bırakmıyorsa, bu da kötü bir alışkanlıktır. Eğer sürekli tekrarladığınız bir eylemden dolayı, ailenizle, arkadaşlarınızla, toplumdaki diğer insanlarla sorunlar yaşıyorsanız bunun da kötü bir alışkanlık olduğunu anlayabilirsiniz. Eğer bazı alışkanlıklarınız sizi yalnızlığa itiyorsa bunlar da kötü birer alışkanlıktır. Aşırı alkol tüketme, kumar, uyuşturucu ve sigara bağımlılığı hepimizin bildiği sağlık düşmanı ve yuva yıkan kötü alışkanlıklardandır. Bunun yanında günümüzde yaygınlaşan, birçok kişinin bunu sorun olarak görmediği, bilmeden yaptığı alışkanlıklar da vardır. Bu alışkanlıklar bize hiç birsey kazandırmayan, insan olarak potansiyelimizi sıfırlayan, zararlı alışkanlıklardandırlar. Bunlar da kısmen yuva yıkıcı ve insanları asosyalliğe iten alışkanlıklardır. Bilgisayar oyunları, porno film izleme alışkanlığı, sosyal medya bağımlılığı, sürekli televizyon izleme bağımlılığı, bahis ve kumar alışkanlığı, internet bağımlılığı, çok yeme alışkanlığı... vb alışkanlıklar, günümüz insanlarının karşı karşıya kaldığı kötü alışkanlıklardandır. Eğer bunlar gibi kötü bir alışkanlık edindiyseniz, artık bundan kurtulmanız çok zor ama imkansız değildir. Önce bunun kötü bir alışkanlık olduğunu kabul etmeniz gerekiyor. İstemek herşeyin başıdır dolayısıyla, bu alışkanlıktan bilinçli olarak kurtulmayı istemeniz gerekiyor. Değişimi istemezseniz, kendinizi kötü alışkanlıktan kurtaramazsınız. Ancak, durumu "kötü bir alışkanlık" olarak kabul edip, bundan kurtulmak istiyorsanız, yolun yarısını geçmişsiniz demektir. Eğer kendinizi, kötü alışkanlığınızdan bir süre (bazı araştırmalara göre en az 66 gün) boyunca uzak tutabilirseniz, bu alışkanlıklardan kurtulabirsiniz. Muhakkak bu yolda hata yapacaksınız yanılacaksınız, başarısız olacaksınız. Ama yılmayıp ısrar ederseniz, her başarısızlıktan sonra yeniden başlayabilirseniz, her düştüğünüzde yeniden kalkıp, denemeye devam ederseniz sonunda mutlaka kazanırsınız. Ama yine de olmuyor mu? Merak etmeyin... Olacak. Sadece yılmadan ısrarla denemeye devam edin.

Kötü alışkanlıklar konusunda, kendimi sigaranın pençesinden kurtulabilmek için verdiğim mücadeleden bahsetmek isterim. Kendime söz verip de uzun süreler boyunca yerine getiremediğim sigarayı bırakma serüvenimde hayal kırıklıkları umutsuzlarla dolu zamanlar yaşadım. Çünkü, ben de gençliğimde sigaraya başlamıştım. O dönem benim için sigara içmek çok cool, karizmatik ve keyifli bir şeydi. Çünkü çevremde değer verdiğim en karizmatik şahsiyetler sigara içiyorlardı. Ben de artık sigarasız bir hayat düşünemiyordum. En sevdiğim şeyleri zihnimde sigara içme ritüeli ile eşleştirmiştim. Her yemekten sonra sigara olmazsa olmazdı benim için. Çok keyifli bir çay yada kahve keyfi benim için sigarasız olamazdı. Arkadaşlarla derin bir sohbet de tabi ki sigarasız olmazdı. Sabah uyandıktan sonra kahvaltı, sadece sigara içebilmek için ön bir gereklilikti. İşyerinde küçük bir işi bitirmenin ödülü sigara molasıydı. Her uzun sürecek bir işlemden önce, yada bir yolculuğa çıkmadan önce sigara içmeliydim. Gece yatmadan önce mutlaka son sigaramı içmeliydim. Birine kızdıysam, yada efkarlanırsam sigara içerdim. Kendimi mutlu hissedersem sigara içerdim. Artık sigara benim en yakın dostumdu. Sigarasız bir hayat düşünemiyordum. Böylece 8-9 yıl geçti. Artık bedenim üstünde sigaranın etkilerini yavaş yavaş hissetmeye başlıyordum. Merdiven çıkmakta zorluk çekiyor, yürümek bile istemiyordum. Midemde sürekli gastrit yanmasını çekiyor, sigara paketi ile birlikte yanımda devamlı olarak bir tablet de"Talcid" taşıyordum. Üst solunum yollarım ile ilgili olarak devamlı sorunlar yaşıyordum. Üstüm, başım, ellerim ağır bir şekilde sigara kokuyordu. Artık sigaranın en sevdiğim dostum değil, tam tersine benim düşmanım olduğunu anlamıştım. Hemen bırakmaya karar verdim. Öyle ya, beni sevmeyeni, bana zarar vereni bende sevmezdim. Ve hemen hızlıca bir karar vererek sigarayı bıraktım. Cebimdeki yarım sigara paketini çöpe attım. "Oh be artık sigaradan kur-tul-dum!"...diyordum ki, hemen ertesi gün hata yaptığımı anladım. Etrafımda sadece sigara içen, mutlu insanlar görüyordum. Ellerinde yanan sigaraları ile ne kadar da mutlu görünüyorlardı! Sevinçle sigaralarının dumanını ciğerlerine çekerlerken, içimdeki "keyifçi ben" kendime; sigarayı bırakmakla ne kadar "geri zekalı" olduğumu yüzüme vuruyordu. İçimdeki keyifçi ben, bana diyordu ki " seni geri zekalı! Sigara kadar keyifli bir şey bırakılır mi? Hem de bu kadar kısa zamanda... Ah salak! Bir de yarım paketi çöpe attın. Bari paketini bitirip de bıraksaydın! İnsanlara bak ne kadar da mutlular! Sen de hemen bir tane yakarak aralarına karışabilirsin!" Ben de öyle yaptım. İçimdeki sesi dinledim, hemen bir sigara aldım ve yaktım. "Ooooh be hayat varmış" dedim. Sigaraya, eski dostuma ihanet ettiğim için, içten içe kendimi suçladım. Bir daha ona asla ihanet etmeyecektim. O yine benim en sevdiğim, en sadık ve yegane dostumdu. Böylece birkaç ay daha geçti. Yine bir boğaz ağrısı ve öksürük nöbetinden sonra tekrar ani bir şekilde sigarayı bırakmaya karar verdim. Bu sefer tabiki paket bitince bırakacaktım. Son paketimin son sigaralarını azar azar özenle, önemle, kendimi vererek içtim. Sanki sevgiliden bir daha kavuşmamak üzere ayrılacaktım. Bu öyle bir ayrılıktı ki, terk edilme değil anlaşarak ayrılma değil, terk etme idi. Çok sevilen bir sevgiliyi tek taraflı olarak terk etmek... Bu yüzden, bu ayrılık bana daha bir hüzünlü ve acıklı göründü. Ama artık karar vermiştim işte! Ve işte bu son sigara ile artık sigarayı resmen bırakıyordum. Ve bıraktım. Artık kendime söz vermiştim bir daha geri dönmemek üzere bırakmıştım. Kendimi çok kudretli zannettiğim o ilk bırakma anının etkisi çabucak geçti.Yine o bilindik buhranlar bastırmaya başladı. Sigarasız gün ve saatler tekrardan işkenceye dönüşmüştü. Sigarasız dakikalarımı, saatlerimi, günlerimi sayar olmuştum. Yemekler tatsız tuzsuzdu artık benim için. Çayın, kahvenin hiç bir keyfi yoktu. Sanki sigarayı değil, hayatımın neşesini bırakmıştım. Yine içimdeki o ses vır vır vır konuşmaya başlamıştı. Yine sigarayı bıraktığım için beni suçluyordu. Bazen ağır konuşuyor, hatta hakaretler ediyordu. Yine etrafta sigaralarını keyifle tüttüren, mutlu, cool insanları görüyordum. Zayıf bir anında hemen en yakın bakkaldan bir paket sigara almaya karar verdim. Nasıl olsa sigarayı bıraktığımı kimseye söylememiştim. "Hem söylesem de kime ne?" idi. Hemen satın aldığım paketi hızla açtım. Bu an sanki çok sevilen sevgiliyle tekrardan kavuşma anı idi. Hemen sigaraları peş peşe tellendirdim. 4-5 günlük sigarasız bir aradan sonra o ilk sigara, sanki bambaşka bir şeydi. Ayaklarımı yerden kesti, başımı döndürdü. "Saf mutluluk" işte bu idi. Bu kavusma sonrası sigaralari içerken başka bir şey oldu. Şimdi artık kafamın içinde beni suçlayan iç sesler ikiye çıkmıştı. İlk ses, sigarayı bıraktığım için beni suçlayıcı konuşurken, bu yeni iç sesim sigaraya geri döndüğüm için beni suçluyordu. Kendime verdiğim sözü tutamadığım için beni suçluyordu. Bana zarar veren, beni yavaş yavaş öldüren sigara ile vedalaşamamamı eleştiriyordu. Ama o sese çok fazla kulak asmadım. Sigaralarımın keyfini çıkardım. İki başarısız denemeden sonra 3. Bir maceraya, yeni bir yenilgiye niyetim yoktu. O yüzdan uzun bir süre tekrar sigarayı bırakmayı hiç düşünmedim. Fakat sigara içmek benim için bir keyiften çok, yine bir külfet, bir yük, bir eziyet haline gelmeye başladı. Mide yanmaları boğaz ağrıları, burun tıkanıklıkları, öksürükler... Bir gün bir arkadaş meclisinde geçen muhabbet içinde bir cümle duydum. Birisi sigarayı içmemeye yemin ederek bırakmış. Bunu duyan ben, içimden hemen karar verdim. Sonuç almak garanti gibi görünen bu yöntem neden benim aklıma gelmemişti ki? Ben de yemin ederek bırakmalıydım. Ne de olsa inançlı bir insandım. Hemen ertesi günü kendi kendime yemin ederek sigarayı tekrar (paketimi bitirerek) bıraktım. İlk bir kaç hafta kararlılığımdan bir şey kaybetmedim. Çünkü Allah huzurunda yemin ederek bu işi nihayete erdirmiştim. Benim için geri dönüş yoktu artık. Ama bir süre sonra, yine içimdeki (kötü) ses vır vır konuşmaya başlamıştı. "İşte sigaralı günlerin çok güzeldi, çok keyifliydi, neden bıraktın ki, işte şu yemeğin üstüne bi sigara olacaktı ki...vb" düşünceler kafamda durmadan beni taciz ediyordu. Ama, içimdeki diğer (iyi) ses de konuşuyordu. Ama onun sesi daha az çıkıyordu. "Boşver Nevzat, iyiki de bıraktın bak daha sağlıklısın" diyordu. Merdiven çıkarken artık kesilmiyorsun, öksürük ve boğazında her sabah düğümlerle uyandığın o günler artık geride kaldı, yakında spora bile başlayabilirsin...vb” Bu güzel düşüncelerle dolu iç sesim beni mutlu ediyordu. Herşey bir kaç hafta yolunda gitti. Nerdeyse sigarayı bırakmıştım. Evet sigara hep aklımdaydı, ama artık bırakmıştım. Derken, bir gün arkadaşlarla oturup muhabbet ederken tutulan sigarayı kendi sağduyulu sesimden bile hızlı davranarak, hiç düşünmeden alıp yakıvermiştim. Ne bir içsel direnme ne bir iç muhasebe, ne yeminimi bozma korkusu, hiç bir şey yoktu! O anda o sigarayı içmek, benim için herşeyden değerli idi. Ahh ne güzeldi o sigara! O bir kaç haftalık aradan sonra içilen o sigara... Ancak tutulan o sigarayı almamla birlikte, tabiki tüm kazanımlarım da çöpe gitmişti. Ben yine paket taşımaya başlamıştım. Artık içimdeki (iyi) de sesini yükseltip, bana karşı daha ağır konuşmaya başlamıştı. Bana " be hey geri zekalı. Kendine verdiğin sözleri tutmadığın gibi, Allah'a verdiğin sözü de tutamadın. Artık sigarayı nasıl bırakacaksın? Artık sağlıklı olma, kendi hayatında söz sahibi olma gibi masalları düşünme bile! Artık hayatında yeni başlangıçları nasıl yapacaksın? Senden bir cacık olmaz!" diye yıkıcı yıkıcı konuşmaya başlamıştı. Yeminimi bozduğumu duyan annem de beni çok feci bir şekilde haşlamıştı! Yeminimi bozduğum için yemin paraları, sadakalar verdim. Bir kaç gün oruç tuttum. Ama ohh ya, hayat yine (sigara ile) devam ediyordu. Yeminimi bozsam da kefaret vermiş ve sigarama geri kavuşmuştum! Artık bir daha yeminle sigara bırakma gibi bir salaklık zaten yapmazdım. Neden yemin etmiştim ki zaten! Her neyse artık kendi kendime büyük laflar etmemeyi, kendime büyük hedefler koymamayı öğrenmiştim. Artık sigaradan zevk almıyordum ancak sağlık sorunlarım devam ermesine rağmen, yeniden sigarayı bırakma girişimine de kalkışamıyordum. Çünkü tekrardan sıfırdan başlamak, tekrardan yenilgi alma korkusu önümde caydırıcı bir duvar gibi yükseliyordu. Yani bir yönden ondan nefret ederken, diğer yandan da ondan uzaklaşamıyordum da. Bu da sigaraya karşı olan nefretimi daha da büyütüyordu. Böylece aylar geçti. Bir gün, bir gazetede "sigarayı bırakma taktikleri" adlı bir yazı okudum. Benim gibi sigarayı bırakamayan kişilere, farklı taktikler veriyor ve yeni yöntemler öğretiyordu. Diyordu ki "sigarayı neden sevdiğinizi, neden bırakmak istediğinizi bir kağıda tek tek yazın ve her gün en az 3 defa okuyun. Sigarayı azaltarak değil de artırarak, kendinizi iğrendirerek bırakın." Bir diğer taktik: "İçtiğiniz sigaraların izmaritlerini atmayın. Kapağı açık olan bir kavanozda biriktirin. Yatağınızın baş ucuna koyun. Böylece o kötü koku sizi sigaradan nefret ettirip, sigarayı bırakmanıza yardımcı olacaktır."...vb bir sürü taktik öğretiyordu. Ben de bu taktiklerin hepsini bir bir denedim. Ama neredeyse hepsinin sonunda yeni hayal kırıklıkları yaşıyordum. Tam bıraktım derken, ansızın sokakta yada deniz kenarında sigara içen mutlu insanları görüyor, sigaraya geri dönüyordum. Hatta bir keresinde birkaç haftalık bir aradan sonra, deniz kenarında efkarlanıp, sigara içen hiç tanımadığım birinden sigara isteyerek tekrardan sigaraya geri başlamıştım. Tüm bu yaşadığım başarısızlıklar ve kendi kendime verdiğim sözleri tutamayışım sonucu, artık neredeyse kişiliğimi kaybediyordum. İçimdeki o (iyi) ses artık çok ağır konuşuyordu. " Geri zekalı, salak, kişiliksiz! Sen nasıl bir insansın. Sigara gibi sana açıkça düşman olan bir şeyi bile bırakmıyorsun. Sen ne zaman kendi hayatın üzerinde söz sahibi olacaksın? Bakalım, o seni bırakmadan, sen onu bırakabilecek misin?" diyordu. Her sigarayı bırakma denememin sonucu benim için daha bir yaralayıcı oluyordu! Aldığım kararlar, kendime verdiğim sözler, ettiğim yeminler hepsi boşa gitmişti. Resmen sigara ile yaka paça olmuştum. Ama nedense, kazanan hep o oluyordu. Artık kendime verdiğim sözleri tutamamaktan dolayı artık kişiliğim de yalama olmustu! Neredeyse kendime karşı olan saygımı ve öz güvenimi tamamen kaybetmiştim.

Böylece birkaç yıl daha gecti. Yine sağlık sorunlarım ağırlaşarak devam ederken, sigara paketim ile birlikte Talcid tablet taşımaya da devam ediyordum. Sonra yine sigarayı bırakmaya karar verdim. Bu sefer azaltarak değil de tam tersi artırarak. Artırarak peş peşe içtim. Nefret edene, midem bulanana kadar, boğazlarım yanana kadar içtim içtim, içtim. Yarım ve yedek paketlerim dahil tüm sigaralarımı kırıp çöpe attım. Bir yanım kendime gülüyordu. "Yine pişman olacaksın, yine başlayacaksın. Sen sigarayı bırakamazsın Nevzat" diyordu. Yine birkaç hafta geçti. Kendi huyumu bildiğimden, çok temkinliydim. Çok sevinmiyor, hayal kurmuyordum. Çünkü her an tekrardan başlayabilirdim. Bir kaç hafta sonra, güneşli çok güzel bir yaz günü akşamında, sevdiğim arkadaşlarımla bir restaurant cafe de oturduk. Yemek, sohbet herşey çok iyi giderken arkadaşlarımın bazıları sigaralarını yaktılar. (O yıllarda iç mekanlarda sigara içilebiliyordu.) A ha dedim kendi kendime yine başlıyoruz. Arkadaşlardan bir tane sigara istedim. Bıraktığımı bildikleri için vermek istemediler ama ben ısrar edince verdiler. Bu sefer farklı bir şey oldu. O sigarayı yakıp ilk nefesi içime çekerken kendi kendimi gözlemledim. Bu sefer, o sigarasız geçen günlerden sonra beklediğim bildik “haz” duygusu gelmemişti. Sigaradan vaz geçmek sanki benim kafamda aşırı bir şekilde abartarak büyüttüğüm büyük bir “yokluk, bir yoksunluk ve bir felaketti!” Sigaraya olan kara sevdamın esas nedeni, onun yokluğunu göze alamayışımdı! O son sigarayı içime çekerken bunları düşündüm. Aslında benim için sigaraya ulaşmak hiç de zor değildi. Ona her an ulaşabilirdim. Tıpkı şimdi olduğu gibi istersem arkadaşlarımdan bulabilir, bakkaldan alabilir, hatta sokaktan geçen herhangi birinden dahi isteyebilirdim. Ama, sigarayı bırakmayı ben kendim için istiyordum. Sağlığım için, kendi hayatımda söz sahibi olmak istediğim için. İstersem, sigara bana çok yakındı, ama ben istersem! O duygularla, sigarayı içime çektim. Arkadaslar sohbet ederken ben sigarayı düşünüyordum. Bir kaç nefes çektikten sonra, o sigaranın bana hiçbir zevk ve keyif vermediğini anladım. Ve yarım sigarayı kül tablasına bastırarak sigarayı bıraktım.


6 Mayıs 2017 Cumartesi

Her Şeyi Tükettik!

Bütün değerlerimizi ve kutsallarımızı ve iyi duygularımızı tükettik. Artık bir insan önümüzde ölse bile bakmıyoruz. Hiç kimseye, hatta, en yakınlarımıza dahi iyilik yapmaya korkar olduk. Gerek bilinçli çabalar, gerekse insanların en ince duygularını sömüren dolandırıcılar, gerekse en yakınlarını dahi kazıklamaktan ve enayi yerine koymaktan çekinmeyen üç kağıtçılar, gerekse dilenciler yüzünden artık birçoğumuz iyi duygularımızı kaybettik. Otobüste, minibüste kavga eder rolü ile; yardım etmeye, kavgayı ayırmaya çalışan insanları el çabukluğu ile soyuyorlar. Yolda kaza yaptım, yada arabam bozuldu numarası ile yardım etmek için duran arabaları soyuyorlar yada arabaları çalıyorlar. Yolda düştüm, bayıldım numarası yaparak yardım etmeye çalışan insanları soyuyorlar. Bazı çocukları kaçırarak organ mafyasına satıyorlar yada çocukları dilendiriyorlar...Daha şeytanın aklına gelmeyecek binbir türlü yöntem, kandırmaca, dolandırıcılık, soygun, istismar, sömürü ile tüm iyi duygularımızı, insanı insan yapan şeyleri, yardımlaşma duygularımızı, sevgiyi, saygıyı, güveni, inanmayı kaybetmemize sebep oluyorlar. Bunu yapan insanlara ceza verilirken, sadece yaptıklarının cezası değil, insanlığı ve güzel duyguları yok etmekten de çok büyük ceza verilmeli. Dilencilerin büyük bir kısmı, yaptıkları ajitasyon ve kendini acındırma alışkanlıkları sayesinde zaten oldukça varlıklı bir durumda yaşamaktadırlar. Ancak dilencilere hala para veren insan bulunduğu için bir şekilde bu sektör hala yaşamaya devam edebiliyor. Bu aralar telefon ile dolandırıcılık ülkemizde çok popüler. İnsanları borç ile "ödenmemiş faturanız var" diyerek İnsanımızın en çok korktuğu şeylerden biri olan icra ile tehdit ederek kandırmaya ve dolandırmaya çalışıyorlar. "Hesap numaralarınız terör örgütünün eline geçmiştir! Telefonu hiç kapatmayın. Eğer telefonu kapatırsanız sizi kandırabilirler. Paranızı çekip çöpün yanına bırakın"...vb telkinlerle  insanları korkutarak, manipüle ederek, hatta kimine göre telefonda konuşurken hipnotize ederek istediklerini yaptırmaya çalışıyorlar.
Bu ülkede yardım için toplanmış paralar dahi iç edildi. Açlara, muhtaçlara, ihtiyacı olanlara gönderilmesi gereken paralar iç edilerek söğüşlendi. İnsanların dini duyguları ve hassasiyetleri dahi tüketildi. İnsanlara yardım etmek için kurulmuş bazı yardım kuruluşları, insanların verdikleri zekatları, sadakaları veya kurban paralarını iç ettiler veya kendi çıkarlarına başka yerlerde kullandılar. Bu yüzden artık insanlar enayi yerine konulma korkusundan dolayı para yardımı yapmaya, kurban bağışlamaya korkar hale geldiler.
Ticarette ahlakı ve güven duygusunu tüketeli oldukça çok zaman olmuştu. Ticari piyasada çeklerin karşılıksız çıkması, senetlerin ödenmemesi, borç takma olayları uzun yıllardır oldukça yaygın. Bunun yanında, ticari hayatta, bir süre güvenilir bir firma gibi görünüp, sonra yüklü bir alım yaptıktan sonra bir gecede sırra kadem basan tüccar dolandırıcılar yüzünden, sahte çek yazan naylon firmalar yüzünden, gerçek çek yazdığı halde ödemediği çekler nedeniyle batan firmalar yüzünden, söz verdiği, mal aldığı halde borcunu ödemeyen firmalar yüzünden artık ticaret hayatımızda az olan güven faktörü neredeyse sıfıra inmiştir. Dolayısıyla, doğruluğu, dürüstlüğü, ahlakı, güven ve utanma duygularını da tükettik ve kaybettik. Hatta ikili yakın ilişkilerimizde dahi dürüstlük, ahlak ve güven tüketilmiştir. Bunu en kolay maddi ilişkiye girdiğimiz insanları gözlemleyerek veya ticaret hayatında karşılaştığımız olaylardan anlayabilirsiniz. Artık insanların sözlerine güvenilmediği için kimse kimseye borç vermek istemiyor. Kandırılacağından korkarak yardım yapmak istemiyor. Çünkü insanlar sözlerinde durmuyorlar. Çoğu zaman borç veren insan parasını geri alamıyorlar. En yakın arkadaşların, akrabaların birbirine, kardeşlerin kardeşlere, hatta anne babaların çocuklara, çocukların anne babalarına güvenleri kalmadı. Kimse kimseye inanmıyor, güvenmiyor.
Nasıl bir ülke ve toplum olduysak, artık hırsızlıkta ve kötülükte sınır tanımıyoruz. Hoş gerçi anlatılanlara göre yurtdışında da görülüyormuş. Ancak inanmak çok güç! Çünkü bir insanın yada insanların bu kadar vahşileşebileceğine inanamıyor insan. Anlatılan o ki bir partide tanıştıkları kız işe çıkan adamın gittiği yerde içtiği içki ve içecekler yoluyla, ülkemizde de çay bahçesinde yada parkta muhabbet kurup tanıştıkları kişilerin ikram ettikleri yiyecek-içecekleri yedikten bir müddet sonra bastıran ağır uyku ve baygınlık anından sonrasında kendilerini bilmedikleri bir yerde, buz dolu küvet içinde, karınlarının alt tarafında büyükçe bir kesik ile uyanarak bulmaları, sonrasında zorlukla hastaneye gitmeleri ile böbreklerinin ikisinin birden çalındığının ortaya çıkması hikayesi... Hikayeler o kadar abartı vahşilik ve komplocu görünüyor ki, insan inanmakta güçlük çekiyor. Ancak benzer hikayelerin hem yurtiçinde hem de yurtdışında oldukça çok olarak anlatılması da gerçek olabileceğinin korkusunu yüreklerimize işliyor. Bu da her şeyde olduğu gibi Yin Yang yani, insanoğlunun karanlık ve vahşi yönüne dair bir kanıt olabilir. Tıpkı bir insanın, bir diğer insanı yemesi kadar vahşi bir olay, ancak imkansız değil. Hatta, bu konu ile ilgili, son zamanlarda çevremdeki bazı arkadaşlardan duyarak güldüğüm, kara mizah ürünü espriler de türedi. Tehlikeli, ıssız ve tekinsiz yerler için, veya "kouch surfing" gibi benim anlayamayacağım derecede riskli platformları kullanan kişiler için söylenen "böbrekleri bırakır mıyız! , veya "dikkat et de böbrekleri bırakma!" esprilerini çok sık duymaya başladım.
Dizilerle, filmlerle, ajitatif haberlerle, saflığı, içtenliği, acıma duygusunu tükettik. Yerli yersiz işlenmesi ve sömürülmesi yüzünden aşkı tüketerek anlamını kaybettik. Filmler, diziler, reklamlar sayesinde belli insanların simalarını, seslerini, ruhlarını tükettik. Moda diyerek güzel giyinmeyi de tükettik. Tüm moda trendleri bir saman alevi gibi parlayıp, 3 ay ile 6 ay gibi çok kısa bir süre sonra sönüyor. Çünkü artık o trend tüketilmiş oluyor. Bu olağanüstü hızla değişen trendlerden dolayı, modacıların elindeki en büyük koz olan kadın cinselliği de artık oyuncak haline geldi. Kadını gittikçe azalan ve transparanlaşan kumaşlar ve giyim tarzlarıyla soydukça soydular. Fakat bu konuda artık gidecekleri çok fazla yer kalmadı.
Artık saflık, doğallık, natürel, organik gibi kavramlar da tüketildi. Maalesef bu etiketlerle satılan ürünlerin hiç birine güvenmiyorum. Bazı kişilerin hızla zengin olma hırslarıyla, olmayan tarımımız da hızla yok ediliyor. Antalya, Adana ve Muğla gibi yüksek derecede güneş alan illerimiz dahil, her türlü sebzeyi seradan tüketiyoruz Sadece sera olsa iyi. Hızla ürün almak için atılan coşturucu gübreler (evet, komik ama gerçek), hormonlar, tarımsal ve bilmediğimiz kimyasal ilaçlar atılarak hızla üretilen ve süpermarket raflarında yerini alan ürünleri tüketirken elimiz titremiyor. Devletin yapmadığı kontrolleri, hal denetimlerini sorgulamıyoruz. Sadece ürünün üzerinde yazan "saf, doğal, natürel, organik...vb yazan etikete bakarak sepetimize atıyoruz. Dünyaca ünlü büyük bir süpermarket zincirinde çalışan bir tanıdığımın anlattıkları ile irkilmiştim. Büyük süpermarket müşteri satın almak istediği bazı sebzeler için Antalya'daki sera işletmecisine sipariş geçiyor. Sipariş geçildiği anda ürünler ekiliyor. Teslim süresi olan 3-4 hafta içinde yetiştirilip, hasat edilip, paketlenip sevkıyata hazır hale getiriliyor. Yani full otomasyon, full endüstriyel yiyoruz. Güler misiniz yoksa ağlar mısınız? Şaka gibi ancak tamamen gerçek. Tıpkı hızla endüstriyel olarak yetiştirilip 3-4 hafta içinde kesime hazır hale getirilen tavuklar gibi. Yada her gün yediğimiz yumurtaları yumurtlayan o güzel tavukların, her geçen gün artan şekilde insanoğlunun daha yüksek verim alabilmesi ve zenginleşebilmesi için endüstriyel ve biyokimyasal olarak zorlanmaları gibi!

Şiddet ve Güce Tapmak

Avrupa’daki tüm toplumsal kurallar uzlaşma ve paylaşım üzerine kurulu iken, bizim düzenimiz çatışma, kavga ve güç üzerine kuruludur. Bu en basitinden meslekler arası gelir adaletinden öğrencilerin üniversiteye giriş sistemine, toplumsal saygınlık ölçülerine kadar neredeyse tüm alanlarda çatışma kültürü kendi belli eder. Devlet ve toplumsal geleneğimiz de güç odaklı ve şiddet temellidir. Sokakta, okulda, futbolda, kışlada, ailede, trafikte yaşadığımız sorunlarımızı konuşarak çözmek yerine şiddetle çözme eğilimindeyiz. Bunun sebebi; içimizdeki vahşi yanın hala çok güçlü olmasının yanında, yüzyıllardır oturmuş bir hak anlayışı ve hukuk sisteminden yoksun olmamız olabilir. Hakkımızın yenmemesi için bilek gücüne ve her daim güçlü olma gereğine dair derin bir inanışa sahibiz. Günümüz siyasi ve toplumsal münakaşanın kök sebebinde bu gerçek yatmaktadır. Çoğu şiddet refleksimiz, haklarımızın her an çiğnenme riski altında bulunması nedeniyledir. Bu nedenle toplumuzda “kaba güç” kutsanmaktadır. Güçlü devlet, güçlü lider, güçlü birey, güçlü adam, güçlü kadın, güçlü şirket…gibi  algılar toplumumuzda en çok önem verilen değerlerdendir. Güç odaklı olmamızı tarihimize baktığımız zaman çok daha net olarak görebiliriz. Tarihimizde Türklerin kurduğu küçük devletler ve beylikler, hiç bir zaman kendi rızaları ile bir araya gelip birlik olamamış, ancak kendinden daha güçlü ve onları hizaya sokan büyük bir güç varsa (zorla) itaat etmişlerdir. Dominant büyük güç zayıfladığı anda küçük devletler ve beylikler bulundukları devletten ayrılarak, kendi adlarına hutbe okutup, para bastırarak kendi devletçiklerini kurmuşlardır. Bu yüzden uzlaşma, şefkat ve merhamet kültürü değil de, kaba gücü yüceltme ve ululama kültürü genlerimize kadar işlemiştir. Halbuki ileri toplumlarda kaba güç kutsanmaz, hatta aşağılanır ve sert bir şekilde cezalandırılır. Bireylerin güvenliği, özgürlüğü, ruhsal ve bedensel bütünlüğü devletin koruması altındadır. İleri toplumlarda devlet, bırakınız kaba kuvveti, sözlü yada psikolojik saldırıyı dahi şiddetle cezalandırır. Ancak bizdeki durum tam tersidir. Toplumumuz da şiddeti içselleştirmiş durumdadır. Ülkemizde spor olarak beyzbol oynanmadığı halde, beyzbol sopası satışlarının oldukça yüksek olmasının nedeni budur. Çünkü, arabasının sürücü koltuğunun altında beyzbol sopası yada levye bulunduran vatandaş sayısı hiç de az değildir! Güçlü olanın yüceltildiği, itaat edildiği bizim kültürümüze devletimiz şiddete uğrayan insanlarını korumaktan acizdir! Sokakta karısını yada çocuklarını döven bir adama, dahi çevreden bu durumu görenler genelde “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla müdahale etmezler. Çünkü bu tarz durumlar aile içinde olağan kabul edilir. Fiziksel olarak güçlü olan ve çevresine şiddet uygulayan kişiler de toplumumuzda (korku nedeniyle) saygı görür. Hatta şiddet uygulayan kişiler toplumda bir kahraman gibi muamele görebilirler. Eşkıyalığın ve mafya organizasyonlarının liderleri adeta bir kahraman gibi saygı ve sevgi görürler. Öyle ki; geçmişte karısını dövdüğü gazetelerde haber olan ünlü bir türkücünün kadınlar matinesinde, bazı kadınlarımız ünlü türkücüye seslenip; “Beni de döv ....... “diye kendilerini sahneye atabilmişlerdir. 
Bumerang - Yazarkafe