24 Mart 2016 sabahında İstanbullular
olarak kıpkızıl bir gökyüzüne uyandık. Bir gece önce başlayan rüzgar tüm gece boyu
devam etmiş, Güney rüzgarları, Afrika'nın çöllerinin tozunu ve toprağını Kuzey Anadolu'ya,
kadar getirmiş, arabalar, cadde ve sokaklar kalın bir toz tabakası altında
kalmıştı. Arabaların, caddelerin ve ağaçların üstünü komple kaplayan bu kalın toz
tabakası içimde kirlilik, boğuculuk, sıkıntı gibi duygular oluşturmasının yanında,
Mısır gezisinde Kahire'de yaşadığım derin bir hüzün duygusunu hatırlattı. Bu hüzün
duygusu, tıpkı Orhan Pamuk'un hüzün temalı "İstanbul" adlı kitabında anlattığı
hüzne benzer bir hüzündü. Orhan Pamuk'un içinde hissettiği; büyük ve görkemli bir
imparatorluğun yıkılışından sonra, Osmanlı'nın tüm mirasını iyi yada kötü demeden
reddi miras yaparak yenilgiyi ve kayıpları unutmaya çalışan genç Cumhuriyetimizin
İstanbulunda her yeri kaplayan hüznün bir benzeri idi. Pamuk’un 1960, 1970 ve 1980'li
yıllarda, tüm ülkemiz insanlarında, özellikle de İstanbul'daki insanlarda gözlemlediği
fakirlik, tükenmişlik, çaresizlik, eziklik, boş vermişlik manzaraların yarattığı
hüzne benzer bir hüzündü. Zira, benim hüznüm de, tıpkı Pamuk’un İstanbul’da şahit
olduğu mimari dejenerasyon, çirkinlikler, sahip çıkılmayan tarihi binalar, yanarak
hızla yok olan tarihi konaklar, bilinçli yada bilinçsizce hızla yok edilen tarihi
mirasın karşısında toplumsal bir boş vermişlik, ağzına kadar işsizlerle dolu
çayhaneler ve kahvehanelerin manzarasının verdiği o derin hüzün duygusunun bir
benzeriydi.
Evet, Orhan Pamuk'un 1950-1980 arasında İstanbul'da gördüğü ve bizlere mükemmel bir şekilde anlattığı hüzün duygularının bir benzerini de ben 2011 de gittiğim Mısır gezisinin Kahire kısmında yaşamıştım. Ben de Kahire’de tüm şehre sirayet etmiş olan fakirlik ve sefaleti, insanlardaki ezilmişliği, sahip çıkılamayan tarihi binaları, daha baştan harabe olarak inşa edilen çirkin apartmanları, kirli, ıslak, çamurlu ve pis sokakları, devletin ilave vergi talebinde bulunduğundan dolayı dışı sıvanmadan bırakılmış apartmanları, kapıları ve pencereleri olmadığı halde yolcu taşıyan tren ve minibüsleri, Türkiye'de 1990 ların sonunda üretimden kalktıktan sonra kalıpları Mısırlı bir şirkete satılan ve o şirket tarafından üretilen 2010 model Doğan ve Şahin arabalarını, fakirlikten dolayı mezarlıklarda yaşayan insanları, mezarlıkları eve, evlerini mezarlığa çevirmiş insanları (Mısır da bazı insanlar, evden biri öldüğünde, onu kendi evinin içine, kendi odasına gömerlermiş), öğlene kadar devlet memuru, öğleden sonra seyyar satıcı olan fakir insanları, genelde kıpkızıl gökyüzünün içerdiği toza rağmen, çamaşırlarını balkonlarına asarak kurutmaya çalışan çaresiz kadınları, yılın büyük bir bölümünde havadaki çöl tozu ve kum nedeniyle yılın büyük bir bölümü kızıl olan gökyüzünden dolayı küçük pencerelere razı olmuş bir mimari ile yapılmış evleri, pislikten ve kokudan girilmeyen tuvaletleri, tuvaletlerde elinize kağıt havlu veya peçete vererek bahşiş bekleyen fakir insanları, batılı kadın ve kızların içine düşecekmişçesine bir açlık ile bakan ısrarcı seyyar satıcıları, Türk olduğunuzu anlayınca gülerek; "yavaş yavaş Hasan Şaş" diyen, ardından hemen Kurtlar vadisi ve Polat’dan bahseden Khan El Khalili satıcılarını, dünyanın en değerli eserlerine sahip olduğu halde ortamı mezbelelik ve izbelik olan Kahire müzesini, sürekli dikta, baskı rejimleri ve darbeler yüzünden insanların gözlerinden hemen okunan korku, ezilmişlik, çaresizlik ve boş vermişlik duygularını gördüm. Tıpkı Orhan Pamuk'un İstanbul için hissettiği fakirlik, felaket, boş vermişlik ve yıkım görüntülerinin yarattığı hüznün bir benzerini de ben Kahire’de yaşadım.
Aslında şimdilerin İstanbul'u, Orhan Pamuk'un ruhunu sızlatan her köşesinden yıkım, fakirlik, sefalet, ezilmişlik fışkıran görüntüsünü çoktan geride bıraktı. Her ne kadar görkemli tarihine ve mimarisine sahip çıkılmasa da, artık İstanbul her köşe başından lüks AVM ve rezidans fışkırdığı, trilyonluk gökdelenler ve lüks sitelerin mantar gibi yükseldiği bir şehir haline geldi. Bu da dejenerasyonun ayrı bir boyutu olsa bile, İstanbul, Pamuk’un şahit olduğu yıkım, fakirlik ve ezik görüntüsünden artık çok uzaklarda. Asgari ücret dahi alsalar insanların ceplerinde internetli Apple Iphone'lar, pahalı smart telefonlar var artık. İnsanların üstlerinde başlarında kolaylıkla görülebilen markalı giyecekler artık bir seçkinlik alameti değil. Önceleri sadece zenginlerin yurt dışında görebildiği markalar ve mallar artık her yerde satılır hale geldi. İyi yada kötü, artık neredeyse her ailenin bir arabası var. Üstelik, araçların çoğu da son model ve markalı. Artık Orhan Pamuk'un caddelerden ve sokaklardan geçerken kirli camlarından evlerin içlerine bakarken hüzünle gözlemlediği sefalet ve fakirlik dolu evler de hızla değişti. Artık neredeyse her evde LCD televizyon ve son model beyaz eşyalar var. Gecekonduların yerini lüks siteler ve rezidanslar aldı. Sadece aç karınlarını doyurmak için çalışmaya İstanbula gelen fakir Anadolu insanlarının büyük bir kısmı hızla zenginleşti. Orhan Pamuk'u hüzünlendiren, yıkım duygusu uyandıran eski terk edilmiş Boğaz yalıları, soba ve kömür yakılan, yıkık dökük mahalleler yavaş yavaş ortadan kayboldu. Eski gecekondu mahallelerinden gökdelenler, plazalar, lüks siteler, rezidanslar fışkırmaya başladı. Pamuk'un zamanında çocuklara korku veren boş araziler de artık kalmadı. Zamanında hüzünlenerek baktığı çirkin ve bakımsız apartmanlar, gecekondular yıkılarak yerlerine yeni, yüksek fakat ayrı bir çirkinlikte modern binalar yapıldı. Artık İstanbul'da fakirlik, sefalet ve yıkım görünmüyor. Ancak şimdilerde İstanbul'da çirkin ve vahşi şehirleşme, açgözlülük, sonradan görmelik, saygısızlık, doğayı yağmalama, vahşi kapitalizm, görgüsüzlük, toplumsal dejenerasyon gözlemlenmektedir. Ki bu da bence Orhan Pamuk'un hüznünden daha fazla hüzünlenmeyi hak eden bir durumdur.
Öyle yada böyle, iyi yada kötü, İstanbul
makus talihini kırmış görünüyor. Peki, ya Kahire? Kahire de son 4-5 yüzyıllık makus
talihini kırabilecek mi? Sömürü getiren işgalci ülkelerden, dikta rejimlerden ve
kendi Firavunlarından kurtulabilecek mi? Şehre hakim olan yıkım, felaket, ezilmişlik,
fakirlik ve sefalet havasından kurtulabilecek mi? Üstündeki ölü toprağını atabilecek
mi? Kadim tarihinden gelen o müthiş potansiyeline geri kavuşabilecek mi? Benim dileğim,
İNŞALLAH! Belki ben de bir gün belli bir süre yaşamak üzere Kahire'ye gider, bu
hüzünlü şehrin fakir insanlarını ve hikayelerini daha yakından gözlemleyip kağıda
dökerim, kim bilir?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder