Kaybet-Kaybet
Paradigması ve Sefillikte Eşitlik
Bizler topyeküncü bir toplumuzdur.
Bu yüzden "Ya hep ya hiç" tir bizde. Sevdiğimiz kız eğer bizim değilse,
"kara toprağındır!" Biz güzele güzel demeyiz şayet güzel bizim değilse.
"Türkiye Türklerindir" mesela. "Ya sev, ya terk et" deriz farklı
düşünen insanlara. Anca beraber kanca beraber" deriz fakat bu eşitliği sadece
kendimiz aşağıda yada geride kalırsak uygularız. Aslında "Ya beni de götür,
ya sen de gitme!"dir. Aslında "Benden sonrası tufandır." "Ben
kaybedersem o da kaybetsin”dir. Yani kısaca, bizde esas olan kaybet-kaybettir. Her
şeyi hepimiz aynı anda isteriz. Eğer bende yoksa başkasının da olmamasın isteriz.
O yüzden bizde ileri gidenler, ticari, sanatsal veya akademik başarı kazananlar
pek sevilmez. Bizim toplumumuzda zenginlik yada başarı kazanan kimseler tebrik ve
taktir edilmez, başarılar ve zenginliklerden kıskançlıkla, hasetle bahsedilir. Bizler
toplum olarak eşitlikçi insanlarızdır, ancak bu eşitlik; sefillikte, hastalıkta
ve fakirlikte eşitliktir. Başarılı kişiler aşağıya çekilmeye çalışılır, ileri
gidenlerin ayağı kaydırılmaya çalışılır. Çünkü bizde "çok laf yalansız, çok
mal haramsız olmaz." Aksine, başarılı işler yapanların haklarında bol bol dedikodu
yapılır. "Kim bilir nasıl bu kadar başarılı oldu, bu zenginliğin ardında kesin
bir şeyler vardır, kesin çalmıştır çırpmıştır, kesin çok yüksek bir yerden torpili
vardır"...vb değerlendirmelerle hoyratça eleştirilir ve aşağıya çekilmeye çalışılır.
Birçok bilim insanımız, sanatçımız ve girişimcimiz özgün ve başarılı çalışmalar
yaptıkları için çevrelerinde sert bir şekilde eleştirilmişler sonunda kabuklarına
çekilmek yada çalışmalarını yurtdışında devam etmek zorunda kalmışlardır. Bunun
için Vecihi Hürkuş gibi değerli insanlarımızı ve değerli bilim insanlarımızı ve
sanatçılarımızı nasıl hoyratça harcadığımıza bakmak yeteridir. Fakat tam
tersine kötü bir şekilde hastalanan veya tüm servetini kaybederek fakirleşen,
ele güne muhtaç perişan hale düşen insanlara hemen geçmiş olsun ziyaretine gidilir
ve acıları (güya) paylaşılır. İşte bu, içimizdeki kaybet-kaybet paradigmasıdır.
Bu konu ile ilgili olarak anlatılan bir fıkra var. Cehennemde her milletin kazanının
başında görevli bir zebani var iken Türklerin konulduğu kazanının başında zebani
istihdam edilmiyormuş. Bunun sebebini zebanilerin amirine sorduklarında, “Çünkü
Türkler kazandan kaçmaya çalışanları kendileri aşağı çekiyorlar da ondan dolayı
başlarına bir zebani koymaya gerek kalmıyor!” diye cevaplamış. Toplumumuzdaki
Kaybet-Kaybet paradigması yüzünden başarılı, ve zengin insanlar kendini hep olduğundan
daha fakir, daha bilgisiz ve daha aciz gösterirler. Zengin bir esnaf ve tüccar olsa
ucuz ve orta halli arabaya biner, deli gibi inekleyerek ders çalışan bir öğrenci,
ertesi gün uykusuz ve kanlı gözlerle arkadaşlarına hiç ders çalışmadığını ve
sınavdan çok kötü puan beklediğini söyler. Çünkü toplumdaki kötü gözlerden, ve insanların
dedikodularından ve çekememezliklerden dolayı bize yapabilecekleri muhtemel kötülüklerden
çekinirler. Çünkü bilirler ki, toplumumuzda, "bende yoksa kimsede olmasın"
yaklaşımı vardır.
Kaybet-kaybet paradigması için en iyi
örnek; İstanbul'da yaşamanın bir diyeti ve çilesi olan trafik zulmüdür. İstanbul'daki
trafik çilesinin tek olumlu yönü, trafikte sıkışıp kalan tüm araçların ve tüm insanların
aynı çileyi ve sefilliği paylaşarak eşitlenmeleridir. Hiç bir konuda birleşemeyen
insanları, ideolojileri ve sınıfsal farkları trafik çilesi ve sefilliği birleştirir.
Altındaki arabanın markasının ve maddi değerinin hiç bir önemi yoktur. İster milyonluk
Porche, Jaguar yada Ferrari olsun, isterse çok eski, döküntü bir Murat olsun herkes
trafiğin yarattığı sefalette eşittir. Kimsenin bir ayrıcalığı ve üstünlüğü yoktur.
Aynı duyguları, aynı öfkeyi, aynı cinneti yani aynı sefilliği yaşarlar. İstanbul'un
trafiğinde sınıf ayrımı, ayrıcalıklar ve zenginlik farkları ortadan kalkar. Trilyonların
da olsa ilerlemen mümkün değildir. Bu yüzden İstanbul’un trafik çilesi bu
(Kaybet-Kaybet) eşitlikçi yanımızı pekiştirmektedir. Trafik her ne kadar bir eziyet
ve çile olsa da, kaybet-kaybetçi insanlarımız
için birleştirici ve güzel olan bir şeydir.
Toplumumuzda görülen bir diğer kaybet-
kaybet paradigması, menkıbe hırsızlığıdır. Bu konuda bahsetmek istediğim ilginç
bir olay var. Çok sevdiğim bir arkadaşımın evine hırsız girmiştı. Hırsız, eşinin
altınları, bir miktar para ve değerli sayılabilecek bazı eşyaların yanında bir de,
arkadaşımın yıllardır özenle oluşturduğu büyük maddi değeri olmayan ancak çok
büyük manevi değeri olan tespih koleksiyonunu da çalmıştı. Bunu ilk duyduğumda her
şeyden öte, hırsızın tespih koleksiyonunu çalmasına öfkelenmiştim! Çünkü bu
sefil hırsız, maddi objelerden öte, bir insanın hayalini ve tutkusunu da
çalmıştı. Zira, bu da bir çeşit kaybet-kaybet paradigmasıydı. Hiçbir hayali, hedefi
ve menkıbesi olmayan sefil bir insanın, menkıbesi olan kişinin menkıbesini
çalmasıydı. Eğer ben hakim olsaydım, bu hırsıza verilmesi gereken cezanın iki katı
ağır ceza verilmesini sağlardım. Birincisi, yapmış olduğu hırsızlıktan, ikincisi
de, diğer insanların hayallerini ve menkıbelerini çalmaktan...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder