Her şey nasıl da soluyor gidiyor!
Evimizde, iş yerimizde, arabamızda
bakmadığımız bir köşede hemen tozlanma, örümceklenme, paslanma ve çürüme
başlıyor. Entropi ve onun görünürdeki veçhesi zaman o kadar güçlü bir olgu ki,
etkilerinden kaçmak imkansız. Biz ise nafile bir caba ile zamana ve entropiye
direnmeye çalışıyoruz! Temizliyoruz, siliyoruz, parlatıyoruz, yeniliyoruz...
Eşyalarımızı, arabalarımızı, evlerimizi, kıyafetlerimizi yenileyerek zamana
karşı koyduğumuza dair içimizde bir yanılsama var. Zamana direnmeye çalışırken
farkında olmayarak aslında kendimiz eskiyip, yaşlanarak çürüyüp yok oluşa doğru
gidiyoruz. Tüm yaşamımız da aynı şekilde kırılganlıklar içeriyor. En güçlü olduğumuzu sandığımız bir anda aslında dağılmaya, parçalanmaya, hasara
ve yıkıma yakınlaşıyoruz!
Benzer bir durumu insan vücudunda ve
sağlık durumunda gözlemleyebiliyor. İnsan vücudu muhteşem bir biyolojik makine.
Ve bu makine de eskiyor, teklemeye başlıyor hatta bazen stop ediyor.
30 lu yaşlardan sonra insan bu durumu idrak etmeye başlıyor. Eskiden
yapabildiği şeyleri yapamamaya, zorlanmaya, çabucak yorulmaya ve kendini daha
güçsüz hissetmeye başlıyor. Genetiğinden gelen hastalıklar ile yaşa bağlı
metabolizma yavaşlaması ve yıpranma belirtileri olan; şeker, kalp, tansiyon,
işitme ve görme kayıpları, saçlarda ve sakallarda beyazlama, yorgunluk, mide
sorunları, bel fıtığı, kemik erimesi gibi iskelet sorunları menopoz ve
andropoz gibi realiteler bir bir ortaya çıkıp kendini belli etmeye
başlıyor. Elbette niyetim, bu duruma bir dram yüklemek değil. Sadece, olanı
olduğu gibi kabul etmek gerekiyor. Hayatı olduğu gibi, acısı ve tatlısı ile,
iyisi ve kötüsü ile. Marcus Aurelius bu konuda "*Sağlıklı bir göz,
görülebilen her şeyi görebilmelidir. "Yalnızca iyi olan şeyleri görmek
istiyorum" diyemez. Çünkü bu ancak hastalıklı bir gözün durumudur.
Sağlıklı bir kulak ve sağlıklı bir burun, işitilebilecek ve koklanabilecek
herşeyi algılamalıdır." der.
Bazen bütün hırslarımızla hayata sarılıyoruz.
Büyük, güçlü, gösterişli, saygın gelecek hayalleri kuruyoruz. Kendimizi sadece
işlere, kazançlarımıza ve hedeflerimize odaklayarak; yakınımızda, burnumuzun
dibindeki gerçekleşenleri fark edemiyoruz. Çoğu zaman bize selam veren
insanları bile görmüyoruz. Etrafımızdaki çiçeği böceği görmediğimiz gibi çok
yakınımızda olan olayları, konuşulanları duymuyoruz. Kafamız sürekli bir şeylerle
meşgul. An'ı yaşamak bir yana, kendimizi tamamen otomatik pilota bağlamış
doludizgin gidiyoruz. Kendimizi hayatın stresi ve koşturmasına öyle bir
kaptırıyoruz ki yıllar biz farkına bile varmadan akıp gitmiş oluyor. Bazen kafaya
takmaya hiç gerek olmayan şeylere endişelenerek, kafamızı takıyoruz. İnsanların
hakkımızda ne düşündüğüne kafa yorarak vaktimizi boşu boşuna öldürüyoruz. Bizi
sevmeyen insanlara kendimizi kabul ettirmeye çalışırken, bizi seven insanları
ise ihmal ediyoruz. Sonunda tam hayatımızı düzene koymuşken hayatımızın geçip
gittiğinin farkına varıyoruz. Ya büyük bir hastalığın pençesine düşüyoruz, veya
aniden ölüverip çekip gidiyoruz bu hayattan. Gebze'de dıştan iyi ve pek hallice
görünen bir aile apartmanın üstünde şu yazıyı görmüştüm: "Sac düzene girdi
kalmadı hamur, ev düzene girdi kalmadı ömür!" Muhtemelen yılların emeği
ile yaptırdığı anlaşılan bir aile apartmanı idi. Apartmanın sahibi, büyük bir
hırsla veya şevk ile yılların sonunda evini istediği hale getirebilmiş, içinde
belki çocukları ve torunları ile yaşayacağı mutlu bir gelecek hayali kurmuştu.
Hayalindeki evini yapma ve evini güzelleştirme uğrunda yıllarını ve emeğini
vermişti. Fakat o sözler, her şeyi düzene koyduğu ve artık yaşamaya
başlayabileceğini sandığı anda hayatının bittiğini hüzünle fark etmiş bir Türk
babasının hissettikleri idi. Kendimizi zenginliğe, güce, prestije, mal
biriktirmeye, iş stresine, dünya keyiflerine ve heveslerine o kadar
kaptırıyoruz ki! Büyük bir hastalık yaşadığımızda, bir yakınımızı
kaybettiğimizde yada ölümün bizzat kendisi gelip kapımızı çaldığında bu
kırılganlığımızın farkına varıyoruz. Hayatın bu kırılganlığını ve aslında bıçak
sırtı olan hayatımızı sanki hiç ölmeyecekmiş gibi hırsla, kavgayla, mal biriktirmekle
geçirirken anlamıyoruz. Ölümün her an yakınımızda olduğu gerçeğinden öte,
aslında yaşadığımız her günün bir mucize olduğunu görmüyoruz. Yaşamamız o denli
büyük bir mucize ki, biyolojik yaşam parametrelerimizin çokluğunu ve
kırılganlığını düşünürseniz bunu görebilirsiniz.
Bu konuyu, çok sevdiğim şarkıcı Sting'in çok
sevdiğim "Kırılgan" (Ne kadar kırılganız bizler) şarkısının sözleri
ile tamamlamak istiyorum.
Fragile - Kırılgan
If blood will flow when fresh and steel are
one. (Kan çelik ve hava birleşince akacaksa.)
Drying in the colour of the evening sun. (Ve
kuruyacaksa akşam güneşinde.)
Tomorrow's rain will wash the stains away.
(Yarın yağmur yıkayacaktır tüm lekeleri.)
But something in our minds will always stay.
(Ama aklımızdaki birşey çıkmayacak.)
Perhaps this final act was meant. (Belki de
bu son sahne.)
To clinch a lifetimes argument. ( Yaşam boyu
süren tartışmayı perçinlemek içindir. )
That nothing comes from violence and nothing
ever could. (Şiddet hiçbirşey kazandırmayacak ve kazandırmadı.)
For all those born beneath an angry star.
(Öfkeli bir yıldızın altında doğan biz insanlar.)
Lest we forget how fragile we are. (Ne denli
kırılgan olduğumuzu unutmayalım diye.)
On and on the rain will fall. (Durmadan yağar
yağmur.)
Like tears from a star like tears from a
star. (Bir yıldızın göz yaşları gibi.)
On and on the rain will say. (Ve durmadan
söyler.)
How fragile we are how fragile we are. (Ne
kadar kırılganız bizler, ne kadar kırılganız bizler.)
On and on the rain will fall. (Durmadan yağar
yağmur.)
Like tears from a star like tears from a
star. (Bir yıldızın göz yaşları gibi.)
On and on the rain will say. (Ve durmadan
söyler.)
How fragile we are how fragile we are. (Ne
kadar kırılganız bizler, ne kadar kırılganız bizler.)
How fragile we are how fragile we are. (Ne
kadar kırılganız bizler, ne kadar kırılganız bizler.)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder