Coğrafya kaderdir.
Kader, tüm hayatın
ezelde Levhi Mahvuz’da yazıldığı şekliyle hiç değişmeden akmasıdır. Kaderin
değişmeyeceği Kur’an da ve diğer bazı kutsal kitaplarda belirtilmiştir. Kader,
evrenin yaratılış anından beri geçmişte olmuş olan tüm olayları ve gelecekteki
olacak tüm olayları kapsar. Hayatın akışı sırasında evrendeki her şey kaderde
yazıldığı şekliyle gelişir. Gerçekleşen her olay, gerçekleşmesi gerektiği
şekliyle cereyan eder. Ve insanın başına
gelenler, kaderinde yazıldığı şekilde gerçekleşir. İnsanlar kararlarını ve
seçimlerini, kaderlerinde yazılı olduğu şekliyle, yani seçmek zorunda oldukları
haliyle seçerler. Kaderin dışına çıkmak imkansızdır. Kaderin sosyoloji ve
felsefe bilimlerindeki adı determinizmdir. Kader veya bilimsel tabiriyle
determinizmde insanın yaptığı seçimlerin nasıl gerçekleştiği açıklanır. İnsanın
hayatın akışı sırasında aldığı kararlar zihninde oluşan elektro kimyasal süreç
içinde otomatik olarak gerçekleşir. Evrendeki her şey gibi, zihin de fizik
kanunlarının bir esiridir. Anne ve babadan alınan genetik miras, yetiştirilme,
eğitim, kültür ve yaşanan geçmiş tecrübelerden oluşan fizik girdilerinin beyin
hücrelerinde yarattığı elektro kimyasal süreç sonucunda zihin bir karar verir.
Determinizm, karar verme şartlarının, (evren, algılar, yaşanmış tecrübeler,
fiziksel etkileşim süreci ve elektrokimyasal karar verme süreci) tekrarlanması
halinde bireyin her seferinde aynı kararı vereceğini öne sürer. Kader ve
determinizm, dışına çıkılması mümkün olmayan bir akışı tarifler. Bu akış bir
insanın hayatı, bir ailenin hayatı, bir ülkenin hayatı, hatta tüm evrenin tüm
geçmişi ve geleceğidir.
İnsanoğlunun
davranışlarını ve eylemlerini belirleyen iki faktör vardır. Bunlar insanın bir
şeyi yapmayı sevmesi ya da o şeye zorlanmasıdır. Bu her iki durumda da insanın
özgür iradesinin bir etkisi yoktur. Sevdiğimiz şeyleri düşündüğümüzde (yemek,
renkler, müzik, davranış kalıpları…vb) sevme eylemini kendi irademizle
yapmadığımızı görebiliriz. Yani biz sevdiğimiz şeyleri bilinçle seçip eyleme
geçmiyoruz, aksine sevdiğimiz şeyler bizi harekete geçiriyor. Diğer faktör
olan, insanın bir seçime zorlanması idurumu ise, insanın anne ve babasından
aldığı genetik kodlar, bebeklik ve çocukluktan gelen yetiştirme tarzı, edindiği
terbiye ve yaşanmış tecrübelerinin neticesinde geliştirdiği davranış kalıbıdır.
Örneğin, dana etini yemenin çok günah olduğu bilinci ile yetiştirilmiş bir
Hindunun yemek tercihlerinde dana eti yerine tavuk veya balık etini seçmesi bir
zorunluluktur. Çünkü onun için dana eti hiçbir zaman seçim opsiyonu
olmayacaktır. Davranışlarımızı ve seçimlerimizi gözlemlediğimizde, bize ait
olduğunu sandığımız seçimlerin çoğunluğunun DNA’mız, yetiştirilme şeklimiz ve
edindiğimiz tecrübeler ile zorunlu olarak gerçekleştiğini görebiliriz. Bunun
yanında günümüzde bazı sinir bilim (Neuroscience) deneylerinde bilinçli olarak
yaptığımızı sandığımız seçimlerin aslında zihmizde bizim farkında olduğumuz
karar anından birkaç saniye öncesinden gerçekleştiği de tespit edilmiştir. Bu
sonuçlar insanın seçimlerinde özgür iradeye sahip olduğu inancına karşı büyük
soru işaretleri ortaya çıkmasına neden olmuştur. Zira, biz seçim yapmadan
aslında neyi seçeceğimizin belli olması, biz neyi seçeceğimize karar vermeden
önce zihnimizin bizim yerimize karar veriyor olması insanı dehşete düşürecek
kadar sarsıcıdır. Çünkü, bizler kararları kendimizin verdiğini düşünüyoruz.
Ancak görünen o ki kader, (veya deterministik sebepler dünyası) insan yaşamında
düşündüğümüzden çok daha fazla etkilidir. Buna karşın, sahip olduğumuzu
düşündüğümüz “Özgür İrade” denilen şey ise sadece bir yanılsamadan ibarettir.
Tıpkı kalp atışlarımızın sürekliliğinde ve ritminde, nefes, böbrek, ciğer,
sidirim gibi yaşamsal falliyetlerimizde kontrolümüzün olmaması gibi, aslında
özgür irade ile aldığımızı sandığımız kararlar üstünde de tam kontrolümüz
bulunmamaktadır. Spinoza, “Eğer aşağı
doğru akan bir su, düşünebilen bir varlık olsaydı, kendi özgür istenci ve
iradesiyle aşağı doğru akmakta olduğunu düşünürdü. Karar verme durumumuzu
özgürlük olarak kabul edemeyiz. Çünkü kararlarımız çoğunluk hafıza denilen
yapının etkileriyle oluşur.” der. Bu gerçek o denli korkunç bir durumdur ki,
insanı kendi beyninin karmaşık yapısı ve elektro kimyasal mekanizmasının aldığı
kararları uygulamaktan öteye gitmeyen piyon veya veya kukla durumuna düşürür.
Bu tespitler, suç-ceza sistemini, din ve inanç sistemlerinin cennet-cehennem
inanışlarını kökünden sarsıcı öğeler barındırır. Zira bizim sahip olduğumuz
genetik mirasla edindiğimiz kişiliğimizde, içine doğduğumuz ailede, yaşadığımız
ortamda ve aldığımız eğitimler neticesinde hangi inanç sistemine sahip
olacağımız bellidir. Sahip olduğumuz genetik mirasla edindiğimiz kişiliğimizde,
içine doğduğumuz ailede, yaşadığımız ortamda, küçük yaşta maruz kaldığımız
olaylar neticesinde yetişkinlikte aslında nasıl bir kişi olacağımız aşağı
yukarı bellidir. Çoğu zaman insanlar bir katile, hırsıza ve tecavüzcüye
nefretle ve öfleyle bakarlar. Ve haklı olarak bu tür kişilerin olabilecek en
şiddetli şekilde cezalandırılmasını isterler. Halbuki üzerinde düşünüldüğünde,
o kişilerin içine doğdukları aileler, genetik mirasları, çocukluklarında
başlarına gelenler ve yaşadıkları tecrübeler çoğunlukla o kişilerin
eylemlerinin nedenini oluşturur. O insanların yerlerine çocukluktan beri
tamamen kendimizi koyduğumuzda, muhtemelen aynı kötü eylemleri bizim de işliyor
olacağımızı görebiliriz. Bu korkunç realite suç ve ceza sistemlerinin
anlamsızlığını gözler önüne sermektedir. Beynimiz hayati tehlike olabilecek
kaç-yada savaş durumlarında, biz farkında bile olmadan önce karar alıp
uygulamaya geçer. Böyle bir “kaç yada savaş” durumunda biz, bazen kaçarken,
bazen de savunma refleksiyle farkında bile olmadan bir insanı kolayca
öldürebiliriz. Yine dinler ve inanç sistemlerinin bazı öğeleri de benzer
şekilde determinizm veya kader ile anlamını kaybetmektedir. Zira insanın genetik
mirası, içine doğduğu ailenin dini inancı (muhafazakar, liberal veya inançsız
olması), aldığı eğitimler ve yaşadığı tecrübeler o insanın inancını
belirleyecektir. Dolayısıyla, şartları ve yaşadığı tecrübeleri aynı olmayan
insanları aynı kriterlerlerle ödüllendirmek veya cezalandırmak da çok mantıklı
değildir. Üstelik bir insanın başına gelen şeyler, kaderinde yazıldığı şekliyle
geliyorsa, seçimleri bile beyninin karmaşık yapısı ile farkında olmadan
gerçekleşiyorsa cenneti (ödül) veya cehennemi (ceza) kazanma inancı da anlamını
kaybeder. Zira, hangimiz anne ve babamızı kendimiz seçtik? Hangimiz
milletimizi, doğduğumuz ülkeyi ve toplumumu kendimiz seçtik? Çocukluğumuzda
başımıza gelenler konusunda hangimizin söz hakkı oldu? Hangimiz çevremizi,
akrabalarımızı seçebildik? Hangimiz dini inancımızı, mezhebimizi kendimiz
seçtik? Sosyoloji biliminin kurucusu olan büyük İslam filozoflarından İbni
Haldun “Coğrafya kaderdir.” der. Bu söz çağlar ötesinden gelen çok güçlü bir
sözdür. Kuşkusuz bu söz, sadece bir insanın yada bir toplumun yaşadığı coğrafi
bölgenin onun kaderi üstündeki kaçınılmaz etkilerini, hayatın akış şeklini,
komşularını ve kaçınılmaz savaşlarını kapsamıyordu. “Coğrafya kaderdir.” sözü,
aynı zamanda insanın içine doğduğu aileyi, aşiretini, kültürünü, dini ve
ideolojik inançlarını da içeren tüm değerler sistemini kapsıyordu. Çünkü, içine
doğduğumuz aile ve toplum tüm değerler sistemimizi, inancımızı ve ahlakımızı da
oluşturuyor. Bunun da ötesinde içine doğduğumuz aile ve toplum kimliğimimizi
oluşturur. Biz insanlar olarak kendimizi kimliğimiz üstünden tanımlarız.
Değerlerimiz bizim neye öfkeleneceğimizi, neye güleceğimizi ve ne için
savaşmamız gerektiğini söyler. Değerler sistemimiz bize çalmamız yada
çalışmamız gerektiğini söyler. İçine doğduğumuz aile ve toplum, bizim
milliyetçi, muhafazakar yada liberal olup olmamamızı belirler. Dolayısıyla bu
yüzden gerçekten de “Coğrafya kaderdir.”
Peki, insanların ve toplumların kaderi değişir mi? Dua kaderi değiştirir mi? Ait olduğumuz Doğu medeniyeti içinde tıpkı Batı toplumlarının yaptığı gibi, kavga etmek yerine karşılıklı saygıyı, küçük bireysel çıkarlar yerine toplumun daha büyük ortak çıkarlarını, kargaşa ve kuralsızlık yerine hukuk ve güvenliği, sınıfsal zenginlik yerine toplumsal refahı önceleyen adil ve katılımcı bir demokrasi kurabilir miyiz? Maalesef kader değişmez. İnsanlar da toplumlar da kendi kaderlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Hayatta olan her şey olması gerektiği gibi olur. Dua yada kabullenememek yoluyla olanları değiştirmeye çalışmak, zaten yaratıcının, Allah’ın çizdiği kaderi beğenmemek anlamına gelir. Kaderini değiştirmeye çalışmak, yada kaderinden kaçmaya çalışmak, aslında gerçek kaderine yakalanmak anlamına gelir. Tıpkı Oedipus efsanesinde yada Hz Musa ile Firavun kıssasında olduğu gibi… Görünen o ki, kader konusunda yapılacak bir şey yoktur. Hayatta her şey olması gerektiği gibi ola gelmektedir. Bu manada tüm insanlar gibi tüm toplumlar da kendi kaderlerine sıkı sıkıya bağlıdırlar. Ancak, zihnimizin karmaşık işleyişi içinde neyi seçeceğimizi bilemeyişimiz, iyiyi ve güzeli seçemeyeceğimiz anlamına da gelmez. Schopenhauer, "İnsan istediğini yapabilir ama istediğini isteyemez." der. Aslında bu sözü şöyle de söyleyebiliriz; “Sadece istediğiniz şeyleri yapabilirsiniz” Ama unutmayın, istediğiniz şeyleri siz seçemezsiniz, aksine onlar size seçer. Burada özgür iradeden söz edilemez. Kuşkusuz bu gerçeği bilmek insanı umutsuzluğa sevk eder. Özellikle Türk toplumunun eğitimle bir gün ileri medeni toplumlar gibi bir millet olabileceğini düşünen iyimser insanlar için. Zaten nesilden nesile farkında olmadan aktarılan değerler sisteminin ve kültürün değişmezliğini fark ettiğimizde bunun zorluğu çok daha net kavrayabiliriz. O halde, insan ve insanlarla birlikte toplumlar kendi kaderlerini bilerek ve isteyerek değiştiremezler mi? Ben bu konuda çok zor olmakla birlikte bunun hala mümkün olduğunu düşünüyorum. Çünkü, ileri ve medeni toplumlar da bir zamanlar hoyrat, saldırgan ve vahşi insanlardan oluşuyordu. Ama zamanla nasıl evrimleşerek tüm canlı türleri birbirinden ayrıldıysa, düşünce evrimiyle de ortak yaşama kültürü de gelişti ve olgunlaştı. Batı’da toplumu oluşturan bireylerinin çoğunluğunun bu düşünce evrimini geçirmesi sonucunda, toplumun mentalitesi ve kültürü de o yana doğru evrildi. Böylece bireylerin çoğunluğu seçimlerinde durağanlık yerine gelişimi, savaş yerine barışı, kötü yerine iyiyi, güvensizlik yerine güvenliği istediği anda toplumdaki hayatın akışı da değişti. Bu değişim kaderin değişmesi değil, aksine, asıl kaderin yaşanması demekti. Tıpkı şimdi, şu anda farkında olmadan bir fiziksel evrimin içinde yaşıyor olmamız gibi düşünsel evrim de bunu mümkün kılar. Dolayısıyla, derin farkındalık ile sadece kendimizi değiştirebilir, zaman içinde neyi sevebileceğimizi tercih edebiliriz. Bu çok zor da olsa büyük bir paradigma değişikliğidir. En azından kendi çocuğumuzu bu farkındalıkla yetiştirmeyi başarabilirsek, onun seçimleri atalarının seçimlerinden çok daha farklı olacaktır. Bu değişimin etkisi kendi kuşağımızda hissedilmese bile, yetiştirdiğimiz çocuklarımız ile birlikte gelecek kuşaklarda etkisini gösterecektir. Ancak bunu yapabilmek için insanın kendini eksik ve kusurlu bulması gerekir ki, bu oldukça nadir görülen bir durumdur. Kendini eksik veya kusurlu bulan insan sayısı oldukça azdır. Çünkü insan benliği, organizmanın hayata tutunabilmesi için kendini tam ve kusursuz görme eğilimindedir. İşte bu yüzden insanlar kendilerinden çok karşısındaki insanları eksik ve kusurlu görüp, diğer insanları değiştirmeye çalışırlar. Kuşkusuz bu gerçeklik, değişmez olan toplumsal kaderin bir parçasını teşkil eder. Tıpkı evrimin milyonlarca yılda gerçekleşmesi gibi, düşünce ve kültür evrimi için de binlerce yıl gereklidir.
Nevzat abim. Bastan sona buyuk bir keyifle okudum, çunku anlatmaya çalistigin seyler cok onemli, hassas ve derin konular. Bizler surunun pesinde gitmekten kendi yolumuzu bulamaz, goremez olmusuz. Bu yazi biraz olsun gozlerdeki perdeyi kaldiriyor, kulaklara fisildiyor. Okumaya, aydinlanmaya ve aydinlatmaya devam, yolun her daim acik ve aydinlik olsun guzel abim...
YanıtlaSilÇok teşekkür ederim Fatih. Evet, yapabileceğimiz tek şey farkındalık ve kendimizi değiştirebilmek sadece...
YanıtlaSil