25 Kasım 2017 Cumartesi
Çocuklardan Neler Öğrenebiliriz?
10 Kasım 2017 Cuma
Şükür Meditasyonu
*Şükür; Allah'a yaptığımız teşekkürdür. Bizi yokluktan, hiçlikten varlık âlemine çıkardığı için, bize verdikleri için teşekkür etmektir. Maddi yada manevi sahip olduklarımız için teşekkür etmektir. Gün içinde kaç defa teşekkür ediyoruz hiç düşündünüz mü? Markette para üstünü verince kasiyere, iş yerinde defalarca arkadaşlarımıza, yemek esnasında tuzu uzatan arkadaşımıza, doğum günümüzü hatırlayan yakınlarımıza, size iyi davranan ve gülümseyen taksi şoförüne...vb gün içinde onlarca defa teşekkür ediyoruz. Peki ya bize her şeyi veren Allah'a yeterince teşekkür ediyor muyuz? Eğer Allah'a inanmıyorsanız da, evrene veya doğaya size verdikleri için teşekkür ediyor musunuz? Şükür edecek bir şey görmekte zorlanıyor musunuz? Bize verdikleri tüm nimetler için, sağlığımız için, görebildiğimiz, duyabildiğimiz, yürüyebildiğimiz, koklayabildiğimiz için, biyo-kimyasal bir fabrika gibi çalışan, tıkır tıkır işleyen vücudumuz için, kalbimiz, beynimiz, karaciğerimiz için, böbreklerimiz için, ellerimiz, kollarımız için, sinir sistemimiz için, tıkır tıkır çalışan boşaltım sistemimiz için, ailemiz için, devletimiz için, can korkusu yaşamadan (yada görece olarak diğer az gelişmiş devletlere göre daha az olduğu için) hayatımızı devam ettirebildiğimiz için, istediğimiz eğitimi alabildiğimiz için, fikir ve mülkiyet hakkımız olduğu için, arabamız için, evimiz için, yine milyarlarca insanın susuzluk, açlık ve gıda sorunu yaşadığı dünyada akşam ne yiyeceğiz diye düşünmek zorunda olmadığız için, elektriğimiz olduğu için, milyarlarca insanın temiz suya erişimi olmadığı dünyada, evimizde temiz suyumuz, doğal gazımız, telefonumuz, internetimiz olduğu için, tüm imkanlarımız için, tatile gidebildiğimiz için, maça, sinemaya, tiyatroya gidebildiğimiz için, işimiz olduğu için, aklımız için, düşünebildiğimiz için, bunlar gibi, bizim görebildiğimiz şeyler için, göremediğimiz daha milyonlarca nimet için? Belki bu nimetlerin bazılarının, belki de hiç birinin farkında bile değiliz. Bu nimetlerin farkına varabilmek için sadece birinden dahi mahrum olmamız yeterli. İşte o zaman, o nimetin eksikliğinin acısını tümüyle içimizde yaşadığımızda, ancak o nimetin öneminin ve güzelliğinin farkına varabiliyoruz. Bu ise benim gözümde biraz nankörlüğe yakın bir durum. İnsan nimetlerden mahrum kalmadan o nimetleri görebilmeli ve şükür edebilmelidir. Uzakdoğu öğretilerinden olan meditasyonu uygulayanlar, anın tadını çıkararak yaptıkları çay meditasyonu sonrasında çaylarına, ve o çaylarını içebildikleri fincanlarına, etrafında onların hayatlarını kolaylaştıran eşyalarına dahi teşekkür ederler. Thich Nhat Hanh “Çayınızı sanki o an dünyanın ekseni sadece sizmişsiniz gibi yavaşça ve saygıyla yudumlayın. Yavaş yavaş, eşit ve geleceğe doğru. Acele etmeden.” der.
*Nevzat Keleş – Hayatın Yönü
4 Kasım 2017 Cumartesi
Özgürlüklerimiz Diğer İnsanların Haklarını Savunmamıza Bağlıdır
Özgürlüklerimiz
Diğer İnsanların Haklarını Savunmamıza Bağlıdır
Şiddet ve Güce Tapmak
Avrupa’daki tüm toplumsal kurallar genel
bir uzlaşma üzerine kurulu iken, bizim tüm düzenimiz çatışma, kavga ve kaba güç
üzerine kuruludur. Bu en basitinden meslekler arası gelir adaletinden
öğrencilerin üniversiteye giriş sistemine, toplumsal saygınlık ölçülerine kadar
neredeyse tüm alanlarda çatışma kültürü kendini belli eder. Devlet ve toplumsal
geleneğimiz de güç ve şiddet odaklıdır. Sokakta, okulda, futbolda, kışlada,
ailede, trafikte yaşadığımız sorunlarımızı konuşarak çözmek yerine şiddetle
çözmeye çalışırız. Bunun sebebi; yüzyıllardır oturmuş bir hukuk sistemi
kuramamış olmamızdır. Hakkımızın yenmemesi için bilek gücüne ve her daim güçlü
olma gereğine inanırız. Günümüz siyasi ve toplumsal münakaşalarının temelinde
bu hakkımızın yeniyor olmasının kaygısı yatmaktadır. Çoğu şiddet refleksimiz,
haklarımızın her an çiğnenme riski altında bulunması nedeniyledir. Bu nedenle
toplumuzda “kaba güç” adeta kutsanmaktadır. Güçlü devlet, güçlü lider, güçlü
birey, güçlü adam, güçlü kadın, güçlü şirket…gibi değerlerin yüksekliği içindeki
“GÜÇ” algısı toplumumuzda kabul
gören en büyük erdemdir. Güç, bizim toplumumuzda neredeyse tapınma mertebesine
kadar yüceltilmekte ve kutsanmaktadır. Güç odaklı olmamızı tarihimize
baktığımız zaman çok daha net olarak görebiliriz. Tarihimizde Türklerin kurduğu
küçük devletler ve beylikler, hiç bir zaman kendi rızaları ile bir araya gelip
birlik olamamış, ancak kendinden daha güçlü ve onları hizaya sokan büyük bir
güç varsa (zorla) itaat etmişlerdir. Dominant büyük güç zayıfladığı anda küçük
devletler ve beylikler bulundukları devletten ayrılarak, kendi adlarına hutbe
okutup, para bastırarak kendi devletçiklerini kurmuşlardır. Bu yüzden uzlaşma,
şefkat ve merhamet kültürü değil de, kaba gücü yüceltme ve ululama kültürü
genlerimize kadar işlemiştir. Halbuki ileri toplumlarda kaba güç kutsanmaz,
hatta aşağılanır ve sert bir şekilde cezalandırılır. Bireylerin güvenliği,
özgürlüğü, ruhsal ve bedensel bütünlüğü devletin koruması altındadır. İleri
toplumlarda devlet, bırakınız kaba kuvveti, sözlü yada psikolojik saldırıyı
dahi şiddetle cezalandırır. Ancak bizdeki durum tam tersi olarak şiddet
içselleştirilmiş durumdadır. Ülkemizde spor olarak beyzbol oynanmadığı halde,
beyzbol sopası satışlarının oldukça yüksek olmasının nedeni budur. Çünkü,
arabasının sürücü koltuğunun altında beyzbol sopası yada levye bulunduran
vatandaş sayısı hiç de az değildir! Güçlü olanın yüceltildiği ve itaat edildiği
bizim kültürümüze devletimiz şiddete uğrayan insanlarını korumaktan acizdir!
Sokakta karısını yada çocuklarını döven bir adama bile genelde müdahale
etmezler. Çünkü bu durumu görenler “kol kırılır yen içinde kalır” anlayışıyla
normal kabul ederler. Öyle ki; geçmişte karısını dövdüğü gazetelerde haber olan
ünlü bir türkücünün kadınlar matinesinde, bazı kadınlarımız ünlü türkücüye
seslenip; “Beni de döv ....... “diye kendilerini sahneye atmışlardı. Fiziksel
olarak güçlü olan ve çevresine şiddet uygulayan kişiler etraflarına saldıkları
korku nedeniyle olağanüstü derecede saygı görürler. Hatta şiddet uygulayan
kişiler toplumda bir kahraman gibi muamele görebilirler. Eşkıyalığın ve mafya
liderlerinin adeta bir kahraman gibi saygı ve sevgi görmelerinden bunu
anlayabiliriz.
Ötekilerin Hakları
Toplumumuzdaki güç odaklı olma durumu siyasi hayatımıza bile yansımıştır.
Toplumumuz kültüründe çok seslilik iyi karşılanmamaktadır. Farklı düşünen insanlar
çoğunlukla siyasi rejim, iktidar veya devlet için tehdit olarak görülmektedir.
Bu durumu ülkemizde fikir suçlularının hapislerde tutulurken gerçek suçluların zamanla
çeşitli aflarla serbest bırakılması gerçeğinden anlayabiliriz. Maalesef biz henüz
birbirimizin asgari müştereklerini hoşgörü gösterme bilincinden çok uzaklardayız.
Bu bilince ulaşabilmek için belki Avrupa, Amerika toplumlarının yaşadığı türden
bir dönüşüm ve aydınlanmaya ihtiyacımız var. Nasıl ki onlar zamanında
toplumlarının tüm kesimleri olarak birleşerek kendi krallarını ve soylularını
devirdiler, sonrasında sonu gelmeyen iç savaşlar ve iktidar mücadeleleri yaşadılar.
Toplum olarak birbirlerinin özgürlüklerini savunmadıkları sürece, kendi özgürlüklerinin
de garanti altında olmadığının farkına ve bilincine varabildiler. En nihayet dökülen
onca kandan sonra toplumlarının tüm kesimleri olarak asgari müştereklerde buluşarak,
birbirlerinin haklarını tanıdılar. Biz
henüz toplum olarak böyle bir değişim ve dönüşüm yaşamadık. Ne kendi padişahımızı
kendimiz devirdik, ne kendi haklarımızı mücadele ederek kendimiz alabildik, ne de
Cumhuriyetimiz için herhangi bir bedel ödedik. Avrupa toplumlarının mücadeleler
ile kazandığı; birçok hakkımız bize Atatürk tarafından hediye edildi. Bu yüzden
ne kendi ne Cumhuriyetimizin değerini, ne kendi haklarımızı ne de diğer insanların
haklarını içselleştirebildik. Küçük siyasi hesaplarımızdan dolayı toplumumuz
içinde farklı düşünen kesimler olarak bir araya gelerek gerçek manada herkesin
hakkını garanti altına alan bir demokrasi ve hukuk sistemini inşa edemedik.
Ülkemizin tarihi utanç verici darbelerle ve birbirimize karşı toplumsal
hoyratlıklarla doludur. Ülkemizdeki darbe geleneği Osmanlı'dan, Yeniçeri askerlerinin
kazan kaldırarak istemedikleri padişah ve veziriazamları boğdurma veya kafasını
vurdurma geleneğinden gelmektedir. Cumhuriyet tarihimizde de çok fazla birşey değişmemiştir.
Asker, çeşitli bahanelerle halkın oylarıyla seçtiği siyaset kurumuna ve hükümetlere
karşı darbe yapmayı kendinde hak görmüştür. Ancak askeri darbeler tamamen halktan
kopuk eylemler de değildir. Ülkemizdeki her darbenin toplumsal bir taraftar kitlesi
olmuştur. Darbeciler çok iyi bilmektedirler ki, Türkiye toplumu siyasi olarak
bölünmüş olduğu için böl ve yönete çok uygun bir halktır. Ülkemiz, siyasi, ideolojik,
kültürel ve dini olarak bölünmüş durumdadır. Alevi-Sünni, sağcı-solcu, Türk-Kürt,
laik-anti laik, ilerici-gerici gibi kutuplaşmalarla bölünmüştür. Bu bölünmüş toplum özgürlük gibi, siyasi
haklar gibi en temel konularda bile bir araya gelemezler. Bu yüzden her darbenin farklı bir kesimi ezmesi, buna
mukabil, her seferinde diğer kesimlerin buna seyirci kalması hatta bazen
darbeyi alkışlaması sonucunda darbe kültürü bir ülkemiz siyasi tarihinin bir
kaderi haline gelmiştir. Bu öylesine acı bir gelenektir ki, üç dönem seçilen,
üçüncü döneminde %50 nin üstünde oy alan Adnan Menderes hükümetine karşı darbe
yapıldığında dahi halkta kayda değer bir isyan ve protesto olmamıştır. Adnan Menderes
ve arkadaşları dezenformasyon içeren davalarla ve darbe yönetiminin el koyduğu medya
organlarının manipülatif haberleri ile yıpratılmış, en nihayetinde hukuk
ayaklar altına alınarak uyduruk mahkemelerde yargılanmış ve en sonunda da idam edilmişlerdir.
Ancak bu hukuk skandalları ve başlı başına herkesin karşı çıkması gereken darbeler
bile toplumumuzda karşılık ve taraftar bulabilmektedir. Adnan Menderes'e yapılan
darbeyi de toplumun bir kesimi desteklemişti. Çünkü Adnan Menderes ve partisi Adalet
partisi onlara göre gericiydi. Her ne kadar Adnan Menderes uzun yıllar CHP de siyaset
yapmış olsa bile, bu bir şeyi değiştirmezdi. Onlar gericiydi. 1980 darbesi yapıldığı
zaman ise ülkemiz ABD’nin ekseninde bir ülke olarak, en büyük düşmanı Komünizm idi.
Her ne kadar darbe lideri Kenan Evren; "bir sol görüşten astıysak, bir de sağ
görüşten adam astık!" diyerek ne kadar adil bir darbe yaptıklarını kanıtlamaya
çalışsa da, darbe ülkemizde sol kesime karşı yapılmıştı. Ülkemizdeki ne kadar sol
ve komünist sanatçı, bilim adamı, gazeteci ve entelektüel insan varsa hayat
onlara zindan edilmişti. Birçok insan hiçbir suçu yokken uyduruk mahkemelere çıkartılmış,
birçok insan hapislerde türlü işkencelere tabi tutulmuş ve birçok insan da faili
meçhul cinayetlerle ortadan kaldırılmıştı. Birçok sanatçı ve entelektüel bu baskılardan
dolayı yurtdışına kaçmak zorunda kalmış, sonrada vatandaşlıktan çıkartılmışlardı.
Bütün bu hukuksuzlukların yanında, hapishane ve karakollarda yapılan işkenceler
insanın insana olan zulmünün nerelere kadar varabileceğini, insanın ne kadar vahşileşebileceğinin
göstergesi olmaya başlamıştı. Özellikle Diyarbakır hapishanesinde yaşanan işkenceler
ve insanlık dışı muameleler sonunda Kürt milliyetçiliğinin bayraktarlığını yapacak
olan PKK nın temelleri atılmıştı. Bütün bu haksızlığa karşın, halkımızın büyük bir
kesimi özellikle de sağ ve muhafazakar kesim darbeyi içten içe desteklemişti. Tamamen
kurgu ve darbeye zemin hazırlama amaçlı körüklenmiş olan sağ-sol kavgasında
akan kan dindiği için, darbenin daha çok sol ideoloji, Komünizm ve Kürtleri
hedef aldığı için toplumun sağ muhafazakar kesimi içten içe darbeyi 1980
darbesini desteklemişti. Zira, muhafazakar sağ kesimde "Amaaan, zaten onlar
Komünist veya Alevi!" bakışı her zaman olagelmişti. Ama gel zaman git zaman
işler değişmiş, artık Komünizm çökmüştü. Her zaman olduğu gibi ABD'nin doktrinlerinin
etkin olduğu güzel ülkemiz için bu sefer yeni düşman “Kökten dincilik ve İslam”
idi. Tabiki bu sefer ordumuzun yapacağı darbenin ana teması da; "Laiklik elden
gidiyor" olacaktı. Evet, ülkemizin maruz kaldığı post modern darbe olarak adlandırılan
28 Şubat darbesi inançlı ve muhafazakar kesime karşı yapıldı. Çiller-Erbakan hükümeti
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'in desteği ile düşürüldü. İnançlı kesime karşı o
kadar büyük bir saldırı başlamıştı ki, medyanın da desteği ile bir anda başörtülü
olan tüm kadınlar ve sakallı tüm erkekler, namaz kılan ve Cuma'ya giden herkes terörist
haline getirilmişti. Tüm devlet kadrolarından inançlı insanlar temizlendi, üniversitelerden
başörtülü kızlar atıldı, mesai saatlerinde namaz kılmak yasaklandı, sakallı olanlar
meczup ilan edildi. Ama yapılan tüm bu zulümlere karşın, toplumun bazı sol, entelektüel
aydın ve Alevi kesimleri yapılanları alkışlayarak bu darbeye destek oldu. Bu postmodern
darbeye karşı çıkanlar olsa da, ana sol kesim ekseriyetle yapılanlara destek
vermişti. Çünkü Sol kesimde de muhafazakar kesimlere karşı çoğunlukla "amaaan
onlar zaten gerici, kökten dinci ve yobaz!" bakışı vardı. Hepsi için olmasa
da, çoğu sol görüşlü insanımız için başörtülü olan, sakallı olan veya beş vakit
namaz kılan insanlara "yobaz" gözüyle bakıyordu. 28 Şubat darbesinin zulüm
ile geçen yılları içinde ülkemiz ekonomisi de çöküntüye uğradı. Yaşadığımız
derin ekonomik krizden sonra muhafazakar Ak Parti hükümeti yönetime geldi. Uzun
yıllar ülkemizi yöneten, halen daha da yönetmeye devam eden Ak Parti hükümeti döneminde
bu sefer sol kesim demokratik haklarının kısıtlanmasından, içki içmenin zorlaştırılmasından,
hükümet aleyhine gösteri ve protesto gibi demokratik eylemlerin şiddet kullanarak
bastırılmasından sızlanmaya başladılar. Yani bu sefer de ezilme sırası sol,
özgürlükçü ve liberal kesime gelmişti. Görüldüğü gibi bitmek tükenmek bilmeyen
darbe, baskı ve hoyratlık sarmalı sıra ile tüm toplum kesimlerini etkisi altına
almaya devam ediyor. Kızım Elif’in dediği gibi, “Bir gruba yada bir kesime zulüm yapan devlet, aslında hepimize, tüm
vatandaşlara zulüm yapmaktadır. Biz de zulme sessiz kalarak, kendi
kendimizi bir sonraki hedef yapıyoruz.
Sessiz kaldığımız haksızlıklar ve zulümlerle, aynı muamemeleye bizler maruz kaldığımızda,
bu duruma sesini çıkaramayacak topluluklar
meydana getiriyoruz.”
Batı toplumlarında bir kesime bir haksızlık ve hukuksuzluk yapılırsa sağcı,
solcu, komünist, liberal...vs hiç bir ayrım olmadan birleşerek mücadele ederler.
Çünkü onlar, kendi haklarını savunmanın
yolunun, başkalarının haklarını savunmaktan geçtiğini anlamışlardır. Adeta Voltaire’in;
“Fikirlerinize katılmıyorum ama fikirlerinizi ifade edebilmeniz için yanınızda savaşmaya
hazırım!” felsefesini tamamen benimsemişlerdir. Bizler ise birbirimize karşı her
zaman hoyratça davranıyoruz. Birbirimizin haklarına yapılan saldırılarda hiç bir
zaman dayanışma ve beraberlik sergilemiyoruz. Çünkü, toplum olarak içimizde "Bizi
sokmayan yılan bin yıl yaşasın" mentalitesi vardır. Bu sebepten dolayı bir
araya gelemediğimiz için toplumun tüm kesimlerini kapsayacak ortak bir anayasa
da yapamadık. Bu nedenle siyasi tarihimiz tamamen yaz-bozlardan ve git-gellerden
oluşmaktadır. Bizler, demokrasiyi, hukuku ve haklarımızı sadece ucu bize dokununca
hatırlıyoruz. Ama haksızlıklar sevmediğimiz kesimlere karşı yapılınca görmezden
geliyoruz. Ne yazık ki, adaletsizlik ve zulüm sıra ile tüm toplum kesimlerin üstünden
silindir gibi geçiyor. Çünkü, o sırada ezilen kesime kimse sahip çıkmıyor. Gün dönüp
hesap dönünce de, zulüm ve hoyratlık bu sefer diğer kesimleri ezip geçiyor ve bu
kısır döngü şeklinde devam edip gidiyor. İşte bu kısır döngü yüzünden, yani birbirimizin
haklarını korumadığımız için kendimizi bugün güvensiz hissediyoruz. Haklarımızın
hukuk tarafından korunacağına dair büyük şüpheler taşıyoruz. Asgari müştereklerde
buluşabildiğimiz, hepimizce kabul edilecek ortak bir hukuk sistemi kuramamanın acısını
her gün yüreğimizde hissediyoruz. Farkında mısınız; bizler bu kısır döngünün farkına
varıp, bu döngüden kurtulmak için adım atana kadar bu düzen böyle devam edecek?
Farkında mısınız; bizler birbirimizi hor görmeye, küçük görmeye ve aşağılamaya devam
ettiğimiz sürece bu hukuksuzluğumuz devam edecek?
Farkında mısınız; tıpkı Batılılar gibi, birbirimizin haklarına, kendi haklarımız
kadar saygı duyup, birbirimize yaşam hakkı tanıdığımız zamana kadar bu güvensizliğimiz
devam edecek?
Farkında mısınız; birbirimizin haklarını
savunduğumuz zamana kadar kendimizi ve haklarımızı güvende hissedemeyeceğiz?