Yaratıcı
sadece kutsal kitaplarla konuşmaz. Yaratıcı, çoğu zaman matematiğin, fiziğin, kimyanın
ve sanatın kendine has diliye konuşur. Yeter ki, bu büyülü dili okumaya ve anlamaya
çalışalım. Jack Handey, “Bilge insan tek bir kum tanesine bakarak evreni hayal edebilir.”
der. Bilim insanları, sanatçılar ve alimler, yüce yaratıcının dilini anlamaya en
yakın insanlardır. Çünkü, yaratıcının dili, bilim, matematk ve sanattır.
Yaratıcın iletişim şekli ise ilhamdır. Bilimsel çalışmalarla keşfedilen her yeni
durum, insanı hayretten hayrete düşürmüştür. Bilim insanları çalışmalarını yaparken,
çözemedikleri problemlerin ve paradoksların üstünde konsantre olup düşünürken, insanın
içindeki o sonsuz potansiyelden, hayal ve ilham gücünden faydalanırlar. Bilim adamları
hayaller kurar, kuramları ve teorileri hayallerinden aldıkları ilhamlarla açıklarlar.
Filozoflar da düşünce, konsantrasyon ve ilhamla maddedeki kimsenin göremediği manaları
ve ayrıntıları görürler. Dünyanın yetiştirmiş olduğu en büyük bilim insanlarından
olan Albert Einstein, Kendimi ve düşünce yöntemlerimi incelediğimde, bilgiye ulaşmak
için hayal gücümün diğer yeteneklerimden çok daha önemli olduğu sonucuna varıyorum.”
der. Sanatçılar da yaptıkları eserlerini ilham aldıkları o ilahi kaynağa borçludurlar.
Birçok sanatçı yaptığı estetik işleri, besteleri ve sanat eserlerini hayal gücü,
ilham ve konsantrasyon ile yaptığını söyler. Sanatçılar normal insanların görmediği
şeylerde, akıp giden hayatta sahip oldukları ilham ile güzellikler ve ilginç bağlantılar
görürler. Sonra, bunu resmederler, şiire dökerler veya yazıya dökerler. Derin sessizlik
anında huşu içinde düşünen bir filozof düşüncenin kaynağına seyahat eder. Bir bilim
insanı zamanın görelilik teorisini ve kara delikleri keşfeder, bir sanatçı sonsuzluktan
gelen o huşu anında notalarını yerleştiriverir, bir şair şiirinin arasında eksik
kalan dörtlükleri buluverir, bir yazar da o derin sessizlik ve huşu anında hikayesinin
en can alıcı kısımlarını eliyle koymuş gibi bulup ve yazısına yerleştiriverir. Bir
doktor bile hastasına teşhis koyarken konsantre olarak ilham nimetinden
faydalanır. Hastasının hikayesini ve hastanın vücudunun semptomlarını
dinlerken, konsantre olur ve bekler. Bekler, bekler ve bir süre sonra aldığı
ilham ile birlikte teşhisini koyar. Aldığı ilham ile müziklerini besteleyen
sanatçının, şiirlerini yazan şairin, yazılarını yazan yazarın, ilham ve hayal gücü
ile ufuklar açan bilim adamının, eserlerindeki başlıca faktör olan hayal gücü
ve ilhamın kaynağı nedir? Tüm insanların, özellikle de sanatçı, bilim insanı
veya düşünürlerin beslendiği o kaynak, sonsuz kudreti ve kaynağı ile tüm evreni
kuşatan üstün yaratıcıdan gelen şimdilik gözle göremediğimiz ve
ölçümleyemediğimiz bir çeşit enerjidir. Geçmiş çağlarda yaşayan din alimlerinin,
filozofların ve bilim adamlarının hayatlarında belli zaman dilimlerinde
kendilerini toplumdan izole ederek inzivaya çekildiklerini ve en değerli eserlerini
bu inziva zamanlarında yaptıklarını biliyoruz. Bir çok filozof da düşüncelerini
inziva anlarında berraklaştırabilmiş, tespitlerini yazıya dökmüş ve sonunda bin
yıllar boyu unutulmayacak eserler bırakmıştır. Yine bilim adamları, deneyle kanıtlanması
mümkün olmayan şeyleri düşünce, konsantrasyon ve Yaratıcının'ın yardımı olan ilhamla
bulmuşlardır. Bunlara örnekler kara madde, zamanın göreceliği teorilerini örnek
verebiliriz. Malum Albert Einstein'ın zamanında bu teorilerini kanıtlayabilecek
teknik imkanları yoktu. Yine bir çok sanatçı, bilim adamı ve düşünür konsantrasyon
ve ilham'ı, işlerini yaparken, düşüncelerini ortaya koyarken, sıklıkla kullanmaktadır.
Hiç bir sanatçı, bilim adamı, düşünür yoktur ki ilham olmadan eserlerini ortaya
koysun. Hiç bir yazar yoktur ki ilham olmadan yazsın. Ortaya konan her parlak fikir,
buluş, sanat eseri, müzik ilham ve ilhama kapı açan konsantrasyon olmadan kendiliğinden
ortaya çıksın. Aslında bizler
sanatçıların, bilim adamlarının, düşünürlerin eserlerinde Yaratıcının'ın
sanatını temaşa ediyoruz. Kimya biliminin periyodik tablosunun önünde şaşkınlığa
kapılmamak ve saygıyla eğilmemek elde değildir. Belki farkında olmadan sanatçıları
hayranlıkla izleyip, taktir ederken, överken çoğunlukla da gerçek sanatçıyı gözden
kaçırıyoruz. Çoğu zaman aslına çok benzetilerek güzel boyanmış bir portreyi
veya doğanın yansımalarından birini natürmort olarak çok güzel resmetmiş ressamı
büyük bir sanatçı olarak nitelendiririz. Bir hayvanın, bir doğal güzelliğin, bir
gün batımının güzelliğini yakalamış bir fotoğraf sanatçısını beğenerek taktir ederiz.
Ama bu güzellikleri yokluktan yaratan yaratıcıyı düşünmeyiz. Halbuki sanat
kabul ettiğimiz şeyler çoğunlukla sadece doğanın muhteşem güzelliğinin güzel birer
kopyalarıdır. Gerçek sanatçı, her şeyi, muhteşem sanatıyla ve erişilmez ilmiyle
yokluktan yaratmış olan yaratıcıdır.
Yaratıcı
insanlara sadece kutsal kitaplarla seslenmez. Yaratıcı, insanoğlunun bilimsel keşifler
yaptıkça keşfettiği matematik ve fizik ile (aslında big bang ile başlayan yaratılış
anından beri) konuşmaktadır. Bir yandan insanoğlu yaptığı her keşifle ne kadar az
şey bildiğinin, ne kadar cahil ve aciz olduğunun farkına varmış, evrenin, maddenin,
insanın ve yaradılışın sırları ortaya çıktıkça insanın şaşkınlığı ve yaratıcının
yüksek ilmine olan hayranlık artmıştır. Ancak, diğer yandan, yaradılışın ve maddenin
sırları ortaya çıktıkça, insanoğlu kendine aşırı güvenmeye ve kibirlenmeye başlayıp,
bilimi de bir din gibi görmeye başlamıştır. Yaratıcı insanlarla kutsal kitaplardan
daha çok bilimle, sanatla, matematikle, fizikle ve felsefeyle konuşur. Evren'in
kılı kırk yaran ince mühendisliğinde en ileri matematiğin ve fiziğin yasaları vardır.
Doğanın, gökyüzünün, yıldızların ve gezegenlerin devinimlerine bakınca gerçek
sanatçının varlığının ipuçları kendini hemen belli eder. Yaratıcı insanlarla sadece
kutsal kitaplarla konuşmaz. Hiçbirinin birbirine
benzemediği insanların, hayvanların, bitkilerin yaratılışı düşünüldüğünde ardında
büyük sanatçının izleri görülür. Bir fabrika gibi çalışan vücudumuz, akıllı bireyler
gibi işbirliği yapan hücrelerimiz, en gelişmiş bilgisayarlardan daha hızlı işlem
yapan ve daha sırlarını çözemediğimiz beynimiz, akla gelebilecek her türlü hayvan,
bitki ve mikrobiyolojik canlının kompleks yapıları insanı düşünmeye iter.
Doğada gördüğümüz mucizevi denge, evrenimizin sahip olduğu muazzam yapı,
insanların, hayvanların, bitkilerin ve mikrobiyolojik canlıların her birinin
kendine has farklılıkları ile akıl almaz çeşitliliği bize hep onu hatırlatır. İster
evrim teorisi, isterse direk yaratılış teorisi galip olsun, o üstün yaratıcının
varlığından şüphe edilemez.
Tarihten Bu Güne İslam
Ülkelerinde Bilim, Sanat ve Felsefe
Günümüzde
İslam ülkeleri bilim, sanat, felsefe, hoşgörü, saygı ve sevgi gibi kriterlerde
dünyanın en geri kalmış ülkeleri kategorisinde yer almaktadır. Ancak tarihte
kurulan ilk büyük İslam imparatorlukları zamanının en gelişmiş ülkeleri olup,
bilimde, sanatta ve felsefede çok ilerlemişlerdi. İslam’ın ortaya çıktığı ilk 4-5
yüzyıllık dönemde yapılan bilimsel çalışmalarla tıp, matematik, geometri, astronomi,
kimya, felsefe ve sosyoloji gibi bilimler dönemlerinin altın çağını yaşadılar. İslam
ortaya çıktıktan sonra büyük bir hızla dünyaya yayıldı. Çok kısa bir süre sonra
bir imparatorluk haline geldi. İslam imparatorluğu ilk 4-5 yüzyıl içinde Arabistan'dan
çıkarak, Kuzey Afrika'ya, oradan İspanyaya, Ortadoğu'dan Orta ve Uzak Asya'ya
ve Anadolu'ya kadar sınırlarını genişletti. İslam imparatorlukları Emeviler, Endülüs
Emevileri, Abbasiler ve Selçuklular zamanlarında bir çığ gibi büyüyerek siyasi sınırlarını
genişletmekle kalmayıp, sanatta, bilimde, tıpta ve felsefede çok önemli başarılara
imza attılar. O ilk dönem İslam imparatorluklarını yöneten sultanların büyük bir
çoğunluğu ilimi, bilimi, felsefeyi ve sanatı himayeleri altına alıp desteklemişlerdi.
O dönemin sultanları ve halifeleri sadece bilimi ve hür düşünceyi cesaretlendirmekle
kalmamış, aynı zamanda pozitif bilimlerde veya dini ilimlerde çalışmalar yapan tüm
alimleri ve filozofları sahiplenmişler, zamanın üniversiteleri olan medreseleri
destekleyerek büyük maddi kaynaklar vermişlerdi. Sultanların ve halifelerin bizzat
himaye ve desteğini alan zamanın İslam medreseleri bilimde ve ilimde en ileri üniversiteler
haline geldikleri için Avrupa'dan gelen birçok öğrenci de bu medreselere gelerek
eğitim almaktaydılar. Yani zamanının İslam medreseleri, günümüzün ileri Batı üniversitelerinin
yetkinliğinde ve misyonundaydılar. O dönemde fikir ve vicdan hürriyeti de oldukça
ileri bir safhadaydı. Hiç bir alimin inancına ve fikirlerine karışılmaz, her
aykırı fikir, hatta ateizm bile serbestçe savunulabilirdi. Sultanlar karşıt görüşlü
alimleri sabahlara kadar devam eden fikir tartışmalarına sokup, hangi fikrin, hangi
felsefenin, hangi teorinin ve düşüncenin galip geleceğini merak ederek izlerlerdi.
O altın zamanlarda Bağdat, Tebriz, Kordoba, Semerkant, Sevilla, Maveaünnehir ilim,
bilim, sanat, tıp ve felsefe bilimlerinin başkentleri idi. Özellikle de
Bağdat’ta Halife Harun Reşid zamanında "Binbir Gece Masalları"nın bizzat
yaşandığı ve anlatıldığı bir refah ve hayaller şehriydi. Melikşah ve onun efsanevi
veziri, “Siyasetname” nin yazarı Nizamülmük döneminde İslam İmparatorluğunun Bağdat,
Şam ve Tebriz gibi merkezleri medreseleri ve bilimsel kapasiteleri çok yüksek seviyelerdeydi.
Aynı dönemlerde Avrupa Ortaçağ karanlığını yaşıyor, şehirleri pislikler ve
salgın hastalıklarla kırılıyor, insanlar ise fakirlik içinde, baskıcı ve totaliter
krallarının ve kilisenin baskısı altındayken, Endülüs İslam devleti döneminde başkenti
olan Kordoba dünyanın en büyük ve müreffeh şehri idi. Tüm cadde ve sokakları taş
döşeli, gece aydınlatmalı, hanlar, hamamlar ve en ileri bilimlerin okutulduğu, eğitim
görmek için dünyanın dört bir yanından insanların geldiği bir medreseler şehri idi.
Bu altın dönemin tek özelliği özgür felsefe ve düşünce değil, pozitif bilimlerde
de büyük ilerlemeler kat edilmesi idi. Sıfır sayısını ve sayıları ifade etmek için
basamaklı sayı sistemini ilk bulan Hintli bilim adamları ve filozofları olduğu halde,
hesaplamalarda ve denklemlerde ilk kullananlar Harezmi gibi o dönemin Arap bilginleri
olmuştu. Çünkü o dönem İslam İmparatorluğu çok büyümüş, devlet hazinesinin durumu,
ödenmesi gereken maaşların belirlenmesi, toplanması gereken vergilerin hesaplanması
gibi konularda eskiden beri kullanılan Roma rakamları artık yetersiz kalmaya başlamıştı.
Bu yüzden ileri hesaplama metodları bu dönemde ortaya çıkmıştı. İleri matematikteki
algoritma ve cebir (Al-Jabr) de o dönem Harizmi tarafından bulunmuştu. Müslümanlığın
hızla yayılması sonucu uzak coğrafyalardaki insanların Müslümanların kıblesi olan
Mekke’nin yönünü bulma, ve namaz vakitleri için güneşin pozisyonunu tespit
ihtiyacı da ileri astronomi bilgisi gerektiriyordu. Bu yüzden kıtasal ve bölgesel
yön bulma sistemi, ayın ve güneşin hareketlerine bağlı olan zaman hesaplama sistemlerinde
ileri bilimsel metodlar geliştirmeyi zorunlu kılıyordu. İslam’ın en önemli özelliklerinden
birisi de temiz olmaktı. Bu yüzden, sabunu da ilk olarak bulanlar Araplar
olmuştu. Kuşatmalarda surları tahrip etmek için ilk barut kullanan millet Araplardı.
Siyaseti ve ekonomiyi bilim haline getiren de sosyolojiyi kuran alim, “Coğrafya
kaderdir.” diyen İbni Haldun olmuştur. İbni Sina, çağının en ünlü tıp fen bilginiydi.
Kitapları yüzyıllarca Avrupa’da dahi tıp okullarında ders kitabı olarak okutulmuştu.
Gözün ve ışığın yapısı ve işleyiş şekli İslam alimi İbni Heysem tarafında bulunmuştu.
İbni Heysem, ışığın kırılması ve yansımalarının hesaplanması üzerine yazmış olduğu
Kitab-ül Menazir ile optik biliminin kurucusu olup, kitapları Ortaçağ’da Müslüman
ve Hristiyan ülkelerinde ders kitabı olarak okutulmuştu. Günümüzde halen daha kullanılmakta
olan neşterler ve ameliyat ekipmanlarının büyük bölümü yine Endülüslü tıp alimlerce
bulunmuş, ilk katarakt ameliyatı Endülüs’te yapılmıştı. Biruni, tıp alanında önemli
çalışmalara imza atmış, ilk defa sezeryen ile doğum yaptıran kişi olmuştu. Jabir
ibni Hayyan Nitrik asit, Hidrojen klorür ve Sülfürik asit'in rafine ve kristalize
yöntemlerini bulmuş, eserlerinden 12. yüzyılda Latince'ye çevrilmiş olan Kitab al-Kimya
adlı eseri, Simya ve Kimya kelimelerinin kökeni olmuştur. Alkol, ve Alkali kelimeleri
gibi Al ile başlayan bir çok kimya terimi Arapça’dan gelir. Çünkü bu maddeleri Arap
Simya alimleri bulmuştur. Eskiden beri uzaydaki yıldızları ve gezegenleri gözlemlemekte,
sınıflandırmakta ve mesafelerini tayin etmekte kullanılan bir rasad aleti olan başlangıcı
Milattan önceye kadar dayanan usturlap aletini yeniden icad etti denecek kadar geliştiren
ve kullanan Müslüman astronomlar Fezari ve Zerkall idi. Usturlaplar daha çok namaz
vakitleri, öğle vakti, gece ve gündüz sürelerinin tespiti ve yönlerin bulunması
gibi çeşitli işlerde kullanılırdı. Harezmi bir eserinde usturlabın kırk üç çeşit
kullanılışını anlatmıştı. İslam’ın bu altın çağında, bilim, sanat ve felsefeye karşı
o kadar yüksek bir teveccüh varmış ki, dünya üstünde yazılmış olan tüm kitapların
Arapçaya çevrilmesine girişilmiş, Yunanca, Hintce, Süryanice, İbranice ve diğer
kadim milletlerin dilinde yazılmış binlerce kitap Arapça’ya çevrilmişti. O dönemin
Farabi gibi büyük filozofları, Yunan, Hint ve diğer felsefeleri İslam felsefesi
ile sentezlemişlerdi. Bu çeviri ve sentezleme çalışmaları o kadar etkili olmuştu
ki, Batı’da Rönesans ve Reform hareketlerine yol açacak aydınlanma hereketi İbni
Rüşd gibi bir çok İslam aliminin çalışmalarından ilham almiştı. (Rafael'in ünlü
"Atena Okulu" tablosunda İbni Rüşd'ü buldunuz mu?)
Daha
sonra, pozitif ilimlerin ulemalarca, halifelerce ve padişahlarca terk edilerek yerine
sadece dini ilimlere öncelik ve önem verilmesi neticesinde İslam ülkelerinin
duraklama ve gerileme süreci başlamıştır. Buna mukabil, bağnazlık gittikçe artmış
günümüze kadar gelen zaman diliminde İslam devletlerinin başı bir türlü dertlerden
kurtulamamıştır. Birçok araştırmaya göre bilim, ilim, sanat ve felsefenin önde tutulduğu
o parlak dönem, İmam Gazali dönemine kadar devam edebilmiştir. Sadece dini ilimleri
önde tutan akımın öncüsü olduğu söylenen İmam Gazali'nin filozoflarla ve pozitif
bilimlerle uğraşan insanlarla mücadeleye girişmesi, bitmek tükenmek bilmeyen reddiyeler
yazması sonucunda sultanların, halifelerin ve meliklerin aklını çeldiği, İslam
imparatorluğunun pozitif bilimlerden uzaklaşılıp, sadece dini ilimlere
yönelmesi akımını başlattığı söyleniyor. Elbette İslam aleminin pozitif ilimden,
bilimden, felsefeden ve akıldan uzaklaşmasının tüm suçunu İmam Gazali'ye yıkmak
pek doğru bir yaklaşım değildir. Elbette, o dönemin yüzyıllarca sürecek siyasi karışıklıklara
ve kaosa yol açan, taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmayan Moğol istilasının,
tüm şehirleri, sarayları, kütüphaneleri, medreseleri yakıp yıkmalarının da etkisi
çok büyüktür. Moğol akınlarının yarattığı yıkım neticesine yüzyıllar boyu sürecek
çalkantılar meydana gelmiştir. Bu dönemden sonra, alimlerin daha çok dini ilimlerin
önemli olduğunu fetva vermeleriyle melikler ve padişahlar da artık pozitif ilimlere
ilgilerini kaybetmişler ve maddi desteklerini kesmişlerdi. Bir süre sonra da İslam
ülkelerinde pozitif bilimler tamamen terk edilmiş ve unutulmuştu. Pozitif
ilimler Allah’a ve cennete ulaşmada zaman kaybı olarak görülmeye başlanmış
hatta, yorumlar ve fetvalar öyle boyutlara ulaşmıştı ki, aklı önde tutan pozitif
ilimler; matematik, felsefe astronomi veya kimya ile uğraşmak "şeytan işi"
olarak yorumlanmıştı. Tarihte anlatılan bir hikaye vardır. Yavuz Sultan Selim zamanında
İstanbul'da çok şiddetli bir deprem olur. Yavuz, saray müneccimlerini ve dini alimlerini
çağırarak bu depremin nedenini yorumlamalarını ister. Dini alimler bu olayı, Yavuz
Sultan Selim'in o dönem yaptırdığı rasathaneye yorarlar. Derler ki; "Hünkarım,
bu rasathane ile gökyüzünü gözlemek, Allah'ın işine karışmak demektir. Bu yüzden
Allah bizi cezalandırmıştır!" Bu yorum Yavuz Sultan Selim'e de çok mantıklı
gelmiş olacak ki, kendi yaptırdığı o dönemin en modern rasathanesini savaş gemileri
ile top ateşine tutularak yıkılması emrini verir. Bu hikaye bana hiç uydurulmuş
bir vak’a gibi görünmüyor. Zira, din alimlerince "şeytan işi" olarak nitelendirildiği
için matbaa Osmanlı'ya ancak yüzyıllar sonra gelebilmiştir.
Ama,
yaratıcı yalnızca kutsal kitaplarla konuşmaz. Yaratıcı, çoğu zaman Matematiğin,
Fiziğin, Kimyanın ve Sanatın kendine has diliyle konuşur. Günümüzde dahi, insanların
büyük bir kısmı kafalarını kutsal kitaplara gömmüş olarak ömürlerini ayetlerin gerçek
veya zahiri anlam tartışmalarıyla, ayetlerdeki ebcet hesabı tartışmalarıyla ve
satır aralarında mucize arayışlarıyla geçirmektedir. Fakat, yaratıcının konuşma
lisanını öğrenip, o sonsuz kaynaktan faydalanmak akıllarına bile gelmiyor. "Sanatın, müziğin, edebiyatın,
felsefenin, dinin, tüm bilimlerin sahibi ve bunların sebebi olan yüce
yaratıcıya selamlar ve hamdü senalar olsun."
*Foto Kaynağı: https://tr.wikipedia.org/wiki/Atina_Okulu