29 Nisan 2017 Cumartesi
Yin Yang'ın Başka Bir Veçhesi Teknolojik Dönüşüm (Kodak, Nokia, Tesla, Endüstri 4.0 ve Sonrası)
21 Nisan 2017 Cuma
Hayattan neler öğrendim
16 Nisan 2017 Pazar
Siyasi Sistemimizin İşleyişinin Çarpıklığı
Hayatımın hissedebildiğim dönüm noktası
olan 35-40 yaşlarıma kadar çok politize olmuş bir insandım. Gençlik yıllarında sol
ideoloji ve sosyalizm beni derinden etkilemişti. Belki bunun sebebi hayranı olduğum
Ahmet Kaya, Zülfü Livaneli gibi sanatçılar ve arkadaş çevremdi. Yüksek Okul yıllarında
ise milliyetçi arkadaşlarımdan dolayı, milliyetçi, ülkücü camiaya da ilgi duymuştum.
Komünizmin çökmesi sonucu insanlara umut olacak bir ideoloji olmaktan çıkması
ve memleketimizdeki sol partilerin oldukça halktan kopuk olmaları nedeniyle genelde
liberal ve muhafazakar partilere oy verdim. Çünkü sol partilerin yapması gereken
aş, iş, özgürlük mücadelesini muhafazakar ve liberal partiler veriyordu. Liberalleşme
konusunda yine muhafazakar partiler başı çekiyordu. Ancak liberal orta sağ partiler
de, kısa bir başarı döneminden sonra ciddi bir yolsuzluk ve bozulma sürecine girdiler.
Aynı şekilde, muhafazakar partilerin de bozulması ve yolsuzluklara karışması da
çok uzun sürmedi. Sanki çağdaş filozof Lord Acton'un dediği, "İktidar yozlaştırır,
mutlak iktidar mutlak yozlaştırır." sözü doğrulanıyordu. Son 3-4 seçimde ise
oy kullanmadım. Oy kullanmama nedenim, geç de olsa ülkemizdeki demokrasinin sözde
bir demokrasi olduğunu anlamış olmamdı. Meğerse
yıllardır inandığımın aksine ülkemizdei demokrasi aslında "mış" gibi bir
demokrasiymiş. Demokrasi varmış gibi görünen sistemimiz, aslında çoğulculuğa ve
halka dayanmıyormuş.
Anayasamıza bakacak olursanız,
ülkemizin yönetim şekli demokratik cumhuriyettir. Ülkemizde yönetime talip olan
siyasi partiler ve onların milletvekilleri de kuşkusuz halkın oyları ile
seçilirler. Buraya kadar herşey normal görünüyor. Ancak ironik bir şekilde,
demokrasinin temel direği olan siyasi partilerimizin içlerinde demokrasi
yoktur. Ülkemizdeki neredeyse tüm partiler, bu partileri yöneten liderlerin iki
dudağı arasından çıkan emirlerle yönetilirler. Neredeyse tüm liderler,
partilerini sanki o siyasi parti babasından kalma tapulu malıymış gibi, tek
adam şeklinde yönetirler. Parti liderlerinin astığı astık, kestiği kestiktir.
Kimse liderin tasarruflarını sorgulayamaz. Parti lideri koltuğunda kendi
canının istediği kadar oturabilir. Partilerini iktidara taşımak bir yana,
onlarca seçim kaybetmiş birer başarısızlık abidesi olsalar da parti liderleri,
ölünceye kadar koltuklarını bırakmazlar. Peki bu başarısız liderler istenmedikleri
makamlarda ve partilerinin başında kalmayı nasıl başarıyorlar? Çünkü,
ülkemizdeki siyasi partiler yasası, parti liderleri ve parti üst yönetimine
verilmemesi gereken yetkiler veriyor. Parti liderleri ve yönetimleri, parti
yönetimlerini belirleyen parti delegelerini kendileri belirleyebiliyorlar.
Evet, garip ama yumurta tavuktan çıkıyor, tavuk da yumurtadan. Parti liderinin
başa geldikten sonra ilk yaptığı iş, bu döngüyü garanti altına alacak şekilde,
kendi koltuğunu sağlama alacak icraatleri yapmak oluyor. Yani, parti liderleri, parti delegelerini seçiyor, delegeler de parti
kongrelerininde kendilerini o makama getiren parti yönetimlerini seçiyorlar.
Parti liderinin seçtiği delegelerin başka bir adaya oy vermesini beklemek zaten
saflık olmaz mı? Yani al gülüm ver
gülüm olayı ve bir çıkmaz döngü asla kırılamıyor. Parti yönetimi ve lider 10 seçim
bile kaybetse, kongrelerde seçilmeye devam ediyor. Ülkemizdeki partilerin yönetimlerine
bakarsanız bu gerçeği gözünüzün gözbebeğine batacak çıplaklıkta görebilirsiniz.
Üstelik bu lidere dayalı yönetim düzeni ve anlayışı bütün partilerimizde aynıdır.
Bu yüzden parti kongreleri öncelikle
usul tartışmaları ile geçer. Kongrenin blok liste mi, yoksa çarşaf liste ile mi
yapılması gerektiği konusunda kavgalar çıkar. Liderler antidemokratik bir bir durum olmasına rağmen blok liste
isterler. Çünkü, çarşaf liste, kendi hegemonyalarını zayıflatır. Çünkü blok liste, halkın,
yani teşkilatların seslerini bastırmaktır. Bu yüzden, blok listenin demokratik bir
ülkede olmaması gerekir. Ama tüm partilerimizin kongrelerine dikkat ederseniz, genelde
blok liste, tek başkan adayı, tek yönetim kadrosu anlayışı baskındır. Farklı sesin,
farklı kadroların, farklı adayların çıkamadığı partilerden de, farklı, alternatifler
ve yeni politikalar çıkmaz. Sadece statükocu ve hegemonyacı yönetimler çıkar. Bu
yüzden alternatif politikalar üretebilecek akıllı, başarılı, parlak simalar partilerimizin
yönetimlerine bir türlü giremezler. Önlerindeki görünmez duvarlar adeta Çin seddi
gibi dikilir. Sadece liderlerine en çok bağlı, en sadık ve en itaatkar tipler parti
kadrolarına girebilirler. Bu gözle görünmez duvar ve dile getirilmeyen mekanizmadan
tüm parti liderleri çok memnundur.
Ama bu (güya demokratik) parti düzeninde eksik tek bir şey vardır o da "halk"tır.
Yani demokrasinin olmazsa olmazı olan halk. Dikkatlice incelerseniz bu sistemde
halk yoktur. Hani seçimden seçime hatırlanan, seçimlerde siyasi partilerin liderlerinin
işaret ettiği adaylara oy atmaktan öte bir fonksiyonu olmayan halk. Siyasi partilerin
sadece tavanını değil, tabanlarını oluşturan yerel teşkilatlar ve yönetimlerini
de belirlemesi gereken "halk” hiç ortada yoktur. Halk sadece seçimden seçime,
parti liderlerini gösterdiği adaylara oy atmak için vardır. Bizi Batı demokrasilerinden
ayıran en büyük fark da budur. Batı demokrasilerinde, delegeler ve yerel yönetimler
parti liderleri ve üst yönetimleri tarafından domine edilemez. Halk, partilerin
yerel yönetimleri delegeler üzerinde tam olara belirleyicidir. Parti delegeleri
lidere değil, temsil ettikleri halka ve yerel yönetimlere karşı sorumludur. Delegelerin
kendilerini seçen halka karşı hesap verme zorunlulukları olduğu için, kongre zamanlarında
parti liderlerinin ve parti üst yönetiminin etkisinde kalmazlar. Oylarını vicdanlarının
ışığında ve halk yararına kullanırlar. Bu yüzden Batı demokrasilerinde seçim kaybeden
partilerin liderleri ve yönetimleri, o işgal ettikleri koltuklarda ve makamlarda
oturmaya devam edemez, anında istifa edip çekilirler. Aksi halde oturdukları o koltukların,
kendileri için ateşten bir gömleğe dönüşeceğini bilirler. İşi o noktaya getirmeden,
onurları ile istifa ederek giderler. Japonya’da, halka verdiği sözleri yerine getiremediği
için harakiri yapan devlet adamları bile vardır. Ama biz istifa mekanizmasına
bile razıyızdır. O yüzden sık sık Avrupa seçimlerinden sonra, siyasi parti liderlerinin
istifa ettiklerine şahit olur, şaşırırız. Böylesi ilkeli ve onurlu davranışların
bizim siyasilerimizde olmamasından dolayı kızar, bizim siyasi parti liderlerinin
yüzsüz bir şekilde sahip oldukları koltuklara
yapışıp kalmalarına üzülürüz. Üstelik Avrupa'da siyasi parti liderlerinin istifa
etmeleri içi, seçim kaybetmeleri de gerekmez. Sözünde duramadığını, vaadlerini gerçekleştiremediğini
yada halkın kendine olan güvenini kaybettiğini gören bir çok parti lideri ve siyasetçi
seçimleri dahi beklemeden, onurları için istifa edip giderler. Örneğin seçimleri
kazanmasına rağmen, Brexit oylaması ile halkının ona olan güvenini kaybettiğini
öne sürerek istifa eden İngiltere başbakanı David Cameron buna örnektir. Seçimlerde
1. parti olmasına rağmen, partisinin oylarını düşürdüğü için istifa eden parti lideri
de çoktur. Halbuki bizde 20 seçim de kaybeden partilerin liderleri, oylarını artırmak
bir yana, partisinin oylarını sürekli düşüren partilerin liderleri ve yönetim kadroları,
halkın ve kendi partilerinin tabanının dahi güven duymadığı parti liderleri ve üst
yönetim kadroları, sahip oldukları o makamlarda pişkin bir şekilde oturmaya devam
edebilmektedirler. Çünkü, bizim sistemimizde lider her şeyin sahibidir. Delegeleri
delege yapan, milletvekillerini milletvekili yapan kişi parti tabanı, yani halk
değil liderdir. Bu yüzden delegeler kendini halka değil, lidere karşı sorumlu hissederler.
Bu sayede liderler de koltuklarında istedikleri kadar kalırlar. Ancak aslında kabahat
yüzsüz siyasetçilerde ve sorumsuz delegelerde değildir. Esas suç, liderlerin koltuklarını
sürekli olarak sağlama alan siyasi partiler yasasını sorgulamayan toplumda, yani
bizdedir. Zira her halk layık olduğu şekilde yönetilmektedir. Bizler çok politize bir halk olduğumuz için, kendi
partimizin ideolojisi gözümüzü kör etmiştir. Hepimiz takım tutar gibi kendi
partimizi tutar, körü körüne parti ideolojisini savunuruz. Diğer görüşleri ise
göz ardı eder, susturmaya çalışırız. Demokrasicilik oynayarak, her seçimde
tuttuğumuz partinin amblemine oyumuzu basar, bunu da demokrasi zannederiz.
Kimsenin aklına bu çarpık sistemi tartışmak, daha adil, katılımcı ve halka
dayanan bir demokrasi talep etmek gelmez. Siyasi bölünmüşlük, kutuplaşma ve her
dönemin ağır siyasi tartışma atmosferinden dolayı, mevcut siyasi sistemi
tartışmaya sıra bir türlü gelmez.
Halk olarak liderlerin delegeleri seçtiği,
delegelerin de lideri ve üst kadroları seçtiği bu sistemi sorgulayıp değiştirmediğimiz
sürece gerçek bir demokrasiye kavuşamayacağız. Sadece seçimlerde partilerin amblemine
ve liderlerin seçtiği adamlara oy basarak kendimizi demokratik bir ülkede yaşadığımızı
zannetmeye devam edeceğiz. Bu mevcut sistem değişmeden, ülkede hiçbir şey değişmez.
Çünkü, mevcut sistem ile siyasi partilerde yenilenme olamaz. Üstelik mevcut sistemde
iyi, başarılı ve idealist insanlar barınamaz. Bu sistemde sadece lidere yakın olan
insanlar, liderin her söylediğine kayıtsız şartsız itaat ve biat edenler ayakta kalabilir. Halbuki gerçek
bir toplumsal ve siyasi aydınlanma ancak aşağıdan yukarıya doğru
gerçekleşebilir. Bu yüzden artık partileri ve liderleri tartışmayı bırakmamız
gerekiyor. Çünkü, artık süper kahramanlardan ziyade sadece işleyen bir siyasi
sisteme ihtiyacımız var. Bizler de, bireyler olarak liderlerin değil sistemin
savunucusu olmalıyız! Farklı görüşlerden insanlar olarak bir araya gelip, ortak
bir paydada buluşamazsak, toplum olarak hiçbir şeyi değiştiremeyiz. Bu yüzden
siyasetin işleyiş tarzından rahatsızlık duyup, şikayet edip durduğumuz halde
hiçbir şeyi değiştiremiyoruz. Çünkü, asgari müştereklerde ve ilkelerde buluşmak
yerine, kendi siyasi görüşümüzü ve tezlerimizi tüm topluma zorla empoze etmeye
çalışıyoruz. Aslında siyaset kurumu ve yöneticiler bizim aramızdan çıkan
insanlardır. Biz neysek siyasetçiler de o dur. Dolayısıyla siyasi partileri,
liderleri, siyasetçileri değiştirmeye çalışmak yerine kendimizi değiştirirerek
toplumsal aydınlanmaya erişebiliriz. O zaman siyaset biz oluruz, siyaset de
bizden olur. Tıpkı şimdi olduğu gibi...
7 Nisan 2017 Cuma
Mış Gibi Yapıyor, Mış Gibi Yaşıyoruz
Mış
Gibi Yapıyor, Mış Gibi Yaşıyoruz
"Mış gibi yapmak” ifadesini ilk olarak sn Doğan
Cüceloğlu (nurlar içinde yatsın!) kullanmıştı. Kendisi bu tanımlamayı ülkemizde
yapılıyor görünen ama yapılmayan işler ve uygulanıyor görünen ama ama niç
uygulanmayan kurallar için kullanmıştır. Doğan bey ve kendisinin kitapları sayesinde
benim de bu konuda farkındalığım arttı. Doğan bey, kitaplarında zaman zaman, mış
gibi yapılmış olan kaldırımlardan, mış gibi konulmuş ancak uygulanmayan hukuki kurallardan
bahseder. Ben de son zamanlarda etrafıma bakınca etrafımda yalnızca eksiklikler,
sahtelikler ve mış gibi yapılan işler görüyorum. Doğan beyin söylediği gibi mış
gibi yapılan kaldırımları, mış gibi yapılmış özürlü yollarını, mış gibi yapılan
belediye hizmetlerini, yapıyormuş gibi yapılan göstermelik eğitimleri görüyorum.
Lüks AVM lerde, üst düzey sitelerde, rezidanslarda ve gösterişli şirketlerimizin
girişlerinde ilk göze çarpan mış gibi yapılan güvenlik işlerini görüyorum. Memleketimizde
neredeyse bir çok şey aslında "mış" gibi yapılıyor. Aslında yapmıyor,
yanlızca yapıyor görünüyoruz. Belki de "İşi bileceksin, işe gitmeyeceksin."
sözü böyle bir kültürün sonucunda ortaya çıkmıştır, kim bilir. Neredyse tüm iş hayatımız
mış gibi yapılan işlerle yürüyor. Her günümüz geçici çözümler, günü kurtaran uydurma
hareketler ile geçiyor. Aslında bir çoğumuz görevlerimizi hakkıyla yapmıyor,
çoğunlukla görevlerimizi savsaklayıp baştan savıyoruz. Trafik kurallarını, iş güvenliği
kurallarını, toplumsal kuralları, etik kuralları göz ardı ediyor, görmezden ve duymazdan
geliyoruz. Eğer denetleme görevini yapan insanlar işlerini mış gibi yapmayıp da,
hakkını vererek iyi bir şekilde yapsalardı bir Soma maden kazası gibi
işgüvenliği facialarını yaşamazdık. Eğer trafik polisleri işlerini mış gibi yaparak
değil de, gerçekten hakkını vererek yapsalardı, trafik kontrollerini tam bir şekilde
yapsalardı bu kadar kaza olmazdı. Her yıl on binlerce insanımız (sanki kadermiş
gibi) trafikte ölmez, on binlercesi yaralanıp sakat kalmazdı. Milyarlarca dolarlık
milli gelirimiz, kazalarda hurda haline gelen araçlar yüzünden heba olmazdı. Ve
eğer maliye, sgk ve diğer devlet görevlileri de şirketleri ve işletmeleri
denetleme işlerini mış gibi değil de, gerçekten hakkını vererek yapsalardı bu ülkede
vergi kaçırılamaz, bu sayede vergi yükü sadece çalışan kesimin omuzlarında kalmazdı.
Denetlemeler mış gibi yapılmasaydı, gelir adaletsizliği oluşmadığı için çok
müreffeh bir ülke olurduk. Denetimler mış gibi yapılmasaydı, merdiven altı firmalar
gerek çalışanların hakkını gerekse devletin vergisini gasp edemezlerdi. Eğer tarım
bakanlığı ve belediyeler gerçekten işlerini mış gibi değil de gerçekten hakkıyla
yapsalardı, sebze-meyve hallerini, semt pazarlarını, gıda firmalarını ve çarşıyı
hakkıyla denetlerler, biz ne yediğimizden şüphe etmezdik. Sürekli olarak hormonlu,
gdo’lu, kimyevi ve kanserojen katkılarla hızla üretilmiş tarım ürünleri yiyor şüphesi
taşımazdık. Eğer belediyelerimiz işlerini mış gibi yapmak yerine, hakkıyla yapıyor
olsalardı böyle çarpık, çirkin, plansız şehirlerde üst üste yaşıyor olmazdık. Eğer
işlerini denetimlerini hakkıyla yapsalardı gökdelenlerle gecekondular yan yana olmazdı.
Şehir planlamacıları ve mimarlar işlerini mış gibi yapıyor olmasalardı, bugün yaşadığımız
türden bir trafik ve park sorunları olmazdı. Daha yaşanır daha yeşil şehirlerimiz
olurdu. Aslında bizim ülke olarak, yasalar ve hukuk olarak bir eksiğimiz yoktur.
Bizim tek sorunumuz, yasaları uygulama, kurallara uyma, insanları kurallara uydurma
ve iş ahlakı konusundadır. Ancak işlerimizi mış gibi yapma alışkanlığı sadece devlet
ile ilgili bir durum değildir, aksine tüm topluma sirayet etmiş bir kültürdür.
Bu vurdumduymazlık kültürü toplumsal olarak genlerimize kadar işlemiştir. Anlı şanlı
büyük şirketlerimiz, mühendislik ve inşaat firmalarımız, esnafımız, ticaret erbabımız,
çiftçimiz, kısacası hepimiz işlerimizi mış gibi, yani yapıyormuş gibi yapıyoruz.
İdealist bir yaklaşımı, neredeyse hiç bir alanda, hiç bir sektörde, hiç bir meslek
grubunda göremiyoruz.
Özellikle eğer bir süre yurtdışında kaldıysanız
tüm bu eksiklikler gözünüze daha çok çarpmaya başlar. Örneğin yurtdışına çıkmadıysanız
taksilerin ve taksicilerin hep bizdeki gibi olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat taksi
sektörünün nasıl olması gerektiğini yurtdışından özellikle de Avrupa'dan öğrenebilirsiniz.
Araçların temizliği, taksicinin müşteriye davranışı, inerken binerken müşterinin
bavullarını yerleştirmesi, sizi ineceğiniz noktanın yakınına yada karşısına değil
de, tam önüne getirmesi gibi bir çok fark yaratan şey görebilirsiniz. Yine yurtdışındaki
yerleşimi ve binaların güzelliklerini ve yüzyıllar boyu kullanılabilen sağlamlığını
bizim binalarımızın çirkinliklerini ve çürüklüğünü karşılaştırınca olayın
farkına varmanız kaçınılmazdır. Eğer bizim mimar ve mühendislerimiz de işlerini
mış gibi yapmayıp hakkıyla yapsalardı, birçok şehrimizde bu güne kadar meydana gelen
depremlerden sonra yaşadığımız binaların yerle bir olmasından dolayı yaşadığımız
acıları yaşamaz, ahlar vahlar etmezdik. En küçük depremde çöküveren binalarımızın
tüm suçu ve günahı denetleme yapmayan devlet görevlilerinde ve mühendislerde değildir.
Elbette müteahhitlerimizi de unutmamak gerekir. Eğer işinin üçkağıdına
kaçmadan, malzemeden çalmadan işlerini hakkıyla yapan müteahhitlerimiz olsaydı, depremlerde bu derece yıkımlar ve büyük trajediler
yaşamak zorunda kalmazdık.
Peki, sanatçılarımız, sporcularımız, entelektüellerimiz,
akademisyenlerimiz işlerini mış gibi mi yoksa hakkıyla mı yapmaktalar? Pek öyle
görünmüyor! Maalesef
ülke olarak, yaptığımız hiç bir işte iyi değiliz. Ülke olarak hiçbir meslek dalında
amatörlükten kurtulamıyoruz. Bir türlü yaptığımız işlerde uzmanlaşmayı başaramıyoruz.
Çünkü bizde her alanda fazla sirkülasyon olup, içimizde idealizm olmadığı için yaptığımız
her iş yetersiz düzeyde kalıyor. Bu
yüzden dünyada en iyisi olduğumuz hiç bir meslek yoktur. Ben çok düşündüm ama hiç
bir şey bulamadım. Sadece mesleklerde ve zanaatlerde değil, tarımda da iyi değiliz. Sporda olmadığımız
gibi, sanatta ve akademik çalışmalarda da neredeyse hiç yokuz. Üniversitelerimizde
her türlü imkan olmasına rağmen, adeta akademisyen ordusuna sahip olmamıza
rağmen, bilimsel bir buluş veya teknolojik bir yeniliğe imza atamıyoruz. Eğer sahip
olduğumuz tüm üniversitelerdeki akademisyen ordusu işlerini mış gibi yapmak yerine
hakkıyla yapsalardı üniversitelerimizin seviyesi bu kadar yerlerde olur muydu? Eğer
işler mış gibi yapılıyor olmasaydı onlarca, yüzlerce, binlerce yeni buluş, patent,
teori gibi akademik başarılara sahip olmaz mıydık? Her yıl binlerce doktoralı masterlı
akademisyenlerimiz mevcut sayının üstüne ilave geliyor. Ama ciddi bir bilimsel araştırma
yada bilimsel çalışma yada teknolojik bir buluş göze çarpmıyor. Çünkü, bilimsel
olması gereken akademik çalışmaların çoğunluğu yine mış gibi yapılıyor. Doktora
ve master faaliyetlerinin çoğu sırf o ünvanları elde edebilmek için yapılıyor. Sırf
bir şeyler yapıyor görünmek için yapılıyor. Maalesef bir çok bilimsel araştırma
Google'dan bulunup “kopyala biraz değiştir ve yapıştır” ile yapılıyor. Eğer işlerini
mış gibi yapmak yerine hakkıyla yapan sporculara sahip olsaydık futbolda, basketbolda,
amatör dallarda başarıdan başarıya koşmaz mıydık? Eğer öyle olsaydı olimpiyatlarda
altın madalya ve başarı sıralamasında son sıralarda olmak yerine başı çeken ülkelerden
biri olmaz mıydık? Futbol ve basketbolda Avrupa ve dünya kupalarında başarıdan başarıya
koşmaz mıydık? Çünkü artık ülke olarak elimizde her türlü imkan var. Paraysa para,
tesis ise tesis, imkan ise imkan her şey var. Ama başarı bir türlü gelmiyor.
Ama bu değer yargıları ve böylesi bir kültürle başarı asla gelmez!
Peki kurallara uymayışımızın, kuralları uygulamayışımızın,
denetimlerin takipçisi olamayışımızın, işlerimizde bir türlü profesyonelleşemememizin
nedenleri nelerdir? Benim bulabildiğim; içimizde idealizmin bir değer olarak yer
almaması ve genlerimizdeki dıştan gelen hiçbir kuralı içselleştiremeyen, özgür ve
yarı vahşi bir kültüre sahip olmamızdır. Maalesef kültür ve toplumsal değerler eğitimle
öğretimle değiştirilemez. Bir kültürün ve değer algılarının değişmesi çok zor bir
şeydir. Böylesi büyül bir değişim derin bireysel farkındalıklardan sonra
kendimizi ve olaylara bakışımızı değiştirip, yetiştirdiğimiz çocuklarımızı bu
bilinçle yetiştirmek ile mümkün olabilir. Bireylerin çoğunluğunun bilinçli bir
çaba ile kendini değiştirebilmesi sonrasında
büyük toplumsal değişiklikler olabilir. Bu süreç ise asırlar alacak
kadar uzun bir zaman diliminde gerçekleşebilir. Belki şimdilerde hepimiz için en
iyisi kendi kendimizi olduğumuz gibi kabul etmektir.