27 Aralık 2018 Perşembe
Kapitalizm ve Post-modern İmparatorluk Amerika
2 Nisan 2018 Pazartesi
Sanat Halk İçin midir, Halk Sanat İçin midir?
Sanat Halk İçin midir, Halk Sanat İçin midir?
Geçtiğimiz
yıllarda bazı devlet sanatçıların hükümete ve belediye yönetimlere karşı olan duruşları
yüzünden, hükümet ile bazı belediyeler de sanatçılara karşı tavır almıştı. Belediyelerin
şehir tiyatrolarında oynanan tiyatro oyunlarının bazılarını kaldırmak, bazılarının
da içeriğini değiştirmek istemeleri yüzünden büyük tartışmalar çıkmış ve bu konu
ülke gündeme oturmuştu. Daha sonra Cumhurbaşkanının bu konuya dahil olmasıyla tartışmalar
iyice alevlenmişti. Devlet sanatçılarının ve sanat camiasının bir türlü kabullenemediği
Ak Parti iktidarı döneminde çeşitli kereler olduğu gibi, yine hükümet ve sanat camiası
arasında büyük tartışmalar çıkmıştı. Gerek AKM (Atatürk Kültür Merkezi) restore
mi edilsin, yoksa yıkılıp yeniden mi yapılsın tartışmasında, gerekse şehir tiyatrolarının
oynayacakları oyunların belirlenmesi konularında büyük tartışmalar dönüyordu. Sanatçılar,
AKM’nin yıkılarak yerine cami veya külliye yapılacağı gerekçesi ile AKM’nin yıkılmasına
olanca güçleriyle karşı çıkıyor, AKM için sadece restorasyon istiyorlardı. Şehir
ve devlet tiyatrolarının içeriği konusunda da, devletin tiyatroya para verse bile
sanat içeriğine karışamayacağını bunun sanata ve sanatçıya müdahale olduğunu söylüyorlardı.
Hükümeti de sanat düşmanı olmakla suçluyorlardı. Hükümet ve belediye ise AKM nin
temellerinin çok zayıf olduğunu, restore etmenin hiçbir işe yaramayacağını dolayısıyla
yıkılıp yeniden yapılması gerektiğini söylüyor, devlet tiyatrolarında, resmi ideolojiye
ve halkın değerlerinin aleyhinde bir oyunun oynanamayacağını söylüyorlardı. Cumhurbaşkanı
da tartışmaya katılmış, "Sanat halk
içindir, halk sanat için değil. Devlet ve şehir tiyatroları kaldırılmalı!"
diyerek tartışmayı alevlendirmişti. Bu konuda oldukça büyük tartışmalar yaşanmış,
sanatın ve sanatçının halk ve devlet nezdindeki yeri, sanatçının sanatını yapma
özgürlüğü, devletin sanatçılara olan yaklaşımının nasıl olması gerektiği ve "devlet
sanatçısı" ünvanı sorgulanmıştı. Daha sonra yine idealde olması gerektiği gibi
değil de, bir orta yol çözümü bulunarak olayın üstü kapatılmıştı.
Ülkemizde
üretilen sanatın neden bu kadar yetersiz, halktan kopuk ve sahipsiz olduğu araştırılırken,
iğneyi kendimize çuvaldızı da sanatçılarımıza batırmak zorundayız. Aksi halde bu
konuyu olması gereken düzleme oturtamayız. Sahne sanatçılarımız da çoğunlukla halkın
kültürüne ve değerlerine yabancı kaldılar, hiçbir zaman halkın öz kültürünün ve
değerlerinin esas olduğu, halkın sahipleneceği ve satın alacağı bir sanat yapma
kaygısında olmadılar. Sanatçılarımız sanatı hep Batı’dan öğrendiklerini tekrar
etmek şeklinde anladılar. Kendi kafalarındaki sanatı halkın onaylayıp sahiplenmesi
gerektiğini düşündüler. Bu tutumlarıyla adeta "halk sanat içindir" dediler. Ama onların halka sanat diye
sundukları şeyin, çoğunlukla bizim halkımız tarafında bir karşılığı yoktu. Sanatçılarımızın
yaptıkları sanat, başkalarının kültürü ve başkalarının sanatıydı. Dolayısıyla halk,
önüne konan bu yemeği (sanatı) yemedi. Yani bu sanatı tüketmek için para harcamaya
razı olmadı. Bu durumu ise sanatçılarımız yanlış anladılar. Halkın onların
sanatını anlamadığını düşündüler. Zaten küçümsedikleri ve cahil buldukları halk
ile sahne sanatçılarımız arasındaki mesafe, küçümseme, kızgınlık, kırgınlık arttıkça
arttı. Halktan ümidini kesen sanatçılar ise ümitlerini zengin sponsorlara ve devlet
sanatçılığına bağladılar. Dolayısıyla, sanatçılarımız “devlet sanatçılığı”na razı
olarak, devletin buyurgan bakışını, ulufe kültürün kabullenmiş oldular. Ancak “devlet
sanatçılığı” sanattan ve özgürlüklerden taviz vermek demekti. Çünkü, sanatı sübvanse
eden içeriği de belirlemek istiyordu. Çünkü, devlet sanatçısı olup, devletin ve
hükümetin ideolojisine ve değerlerine aykırı bir sanat yapmak düşünülemezdi.
Oysa,
halkımız sanata ve sanatçıya karşı değildi. Sadece benimsemediği, kendi kültüründen
olmayan bir sanatı tüketmek istemiyordu. Aslında tarihimiz incelendiğinde bizim
öz kültürümüzden çıkmış, kendi değerlerimizle harmanlanmış, halkımız tarafından
büyük bir teveccüh görmüş birçok sanat dalı ve bir çok sanatçı olduğunu görebiliriz.
Karagöz-Hacivat, Meddah, Hikaye anlatıcılığı gibi halkın değerleri ve kültürüyle
yoğrulmuş birçok sanat türü tarihte halkımız tarafında oldukça teveccüh
görmüştü. Hatta hala devam eden aşıklık geleneğimiz ve Türk sanat müziği gibi sanatlarımız
da vardı. Aslında olması gereken şey, ileri batı toplumlarında olduğu gibi, devletin
elini eteğini sanattan ve bilimden çekmesiydi. Benim yurtdışı gezilerinde şaşırarak
gördüğüm olaylardan biri tiyatroların, müzikallerin ve sanat gösterilerinin önünde
uzayıp giden kuyruklardı. Özellikle Londra’da on yıllardır oynayan "Chicago,
Aslan Kral ve Operadaki Hayalet" gibi gösteriler ilk günkü kadar yoğun talep
görüyor, biletleri çok pahalı olmasına rağmen adeta karaborsa satılıyordu. Halk
da bulabildiği ilk fırsatta bu biletlerden alabilmek için uzun kuyruklar oluşturuyordu.
Bu şaşırtıcı manzara karşısında ister istemez bizi, bizim halkımızı, bizim toplumumuzu
ve bizim sanatçılarımızı düşünerek karşılaştırma yaptım. Batılı devletlerin sanata
destek vermesine gerek olmadığını, sanatın halkın ilgisi ve desteği ile rahatça
kendi çarklarını çevirebildiğini gördüm. Bizdeki gibi, doğal olmayan yöntemlerle
sanatı yaşatmaya çalışmanın sanata zarar verdiğini anladım. Biz hiçbir tiyatro veya
sanatsal gösteri için bu kadar pahalı bilet ücreti ödemeye razı olmayacağımız gibi,
ancak Ramazan ayında pide almak için, banka işlemleri için ve faturamızı ödemek
için bu kadar uzun kuyruklarda bekleyebileceğimizi düşündüm. Ülkemizdeki devlet
ve şehir tiyatroları Büyükşehir belediyelerinin himayesi altında varlıklarını devam
ettirebilen sanat gösterilerinin bedava veya bedavaya yakın cüz-i miktarda bir fiyat
olmasına rağmen yeterli ilgiyi çekmediğini fark üzülmüştüm. Üstelik bu durumun nedeni,
halkımızın fakir olması veya alım gücü olmaması da değildi. Maç biletlerine, sevdiği
takımın maçlarını izlemek için televizyon kanallarına ödenen yıllık abonelik paralarını,
insanlarımızın evlerine aldıkları son model eşyalar, son teknoloji televizyonlar
ve cebimizdeki son model telefonların maliyetlerini düşündüğümüzde, hiç de fakir
bir halk olmadığımız ortaya çıkar. Ama üstünde biraz düşününce, halkın önüne konan
sanatın halkın değerleriyle ilgisi olmadığı ve sanatçının halkına karşı üstten bakışının
olduğu sonucuna vardım. Sanatçının küçümseyerek değer vermediği halk da, sanatçıların
yaptığı sanata adeta yokmuş gibi davranıyordu. Devlet ve sponsorlar vasıtasıyla
desteklenen sanat gösterilerinin üç kuruşluk çikolata fiyatına satılan biletlerine
dahi halk rağbet etmiyordu. Halktan kopuk sanatın toplumda bir karşılığı yoktu.
Zaten şimdilerde birçok sahne sanatçısı televizyonlarda oynayan dizilerdeki dizi
oyunculuğu ile geçimini sağlamaya çalışmaktadır.
Sanatın
halk için olması gerekmediği gibi halk da sanat için değildir .Kimisi "sanat,
sanatsever içindir "de demiştir. Ancak bence “sanat, sanat için olmalıdır”. Çünkü sanat inceliktir, sanat estetiktir,
yeniliktir ve sanat özgürlüktür. Sanat estetik ve incelik kaygıları ile yapılmadığında
sanat olmaktan çıkar. Sevgili arkadaşım Özak'ın söylediği gibi; "Sanat, sanat
için değil de, para için olursa, sanatçının hedef kitlesi alıcılar olur. Bu durumda
kapasitesi ne kadar yüksek olursa olsun sanatçının potansiyelini sınırlar. Ama sanat,
sanat için yapılırsa sanatçının önünde hiçbir limit kalmaz!". Ama sanatçının
karnını da doyurabilmesi ve geleceği için kaygılanmaması gerekir. Bunun için sanata
halkın sahip çıkması, halk tarafından talep görmesi ve yüceltilmesi gerekir. Eğer
bu olursa sanat yapay bir sanat olmaktan çıkıp özgün, özgür ve yaratıcı bir
sanat olabilir. Bu durumda halk sanatı sahiplenir ve sanatçı da gönlümüzdeki olması
gereken ayrıcalıklı yere kendiliğinden yerleşir. İşte bunun gerçekleşebilmesi için
sanatçının halkından kopuk olmaması, sanatını halkına dayandırması gerekir. Sanat,
aslında bireyler ve toplumlar için ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaçtır. Sanat, temel
ihtiyaçlarının üstüne çıkabilen ve insan olmanın o sonsuz potansiyelinin farkına
varabilmiş ve estetik duyguları gelişmiş bireyler ve toplumlar için ruhların gıdasıdır.
Eğer bir kişinin en büyük kaygıları; aç karnını doyurmak, kendini güvende hissetmek
ve geleceğinden endişelenmek ise o kişi için sanatın, bilimin ve felsefenin hiçbir
önemi yoktur. Montaigne, "Denemelerde: "Anaksimenes, Pythagoras'a şunu
yazmış. Gözlerimin önünde ölüm ve kölelik dururken yıldızların düzeniyle nasıl uğraşabilirim!"
der. Evet, sanat bir ihtiyaçtır. Ancak insan karnını doyurabilir, geleceği için
korkuyu bir kenara koyabilir ve Maslow un ihtiyaçlar piramidindeki en en temel ihtiyaçlarının
üstüne çıkabilirse...
Ancak
sanat bilim ve yenilikler özgürlük ortamından beslenir. Özgürlük ve hürriyetin bulunmadığı
ortamdan gerçek manada sanat da bilim de çıkamaz. Sadece bizim devletimizde
olan sistemle devlet sanatçılığı, şehir tiyatroları gibi uygulamalarla devlet sanatçılara
destek veriyor gibi görünse de, aslında sanatçıların sanatlarını ipotek altına
almaktadır. Devlet belli bir maaş karşılığında “devlet sanatçılığı” gibi uydurma
ünvan ile adeta sanatçıları devlet birer memuruna dönüştürmüştür. Esas şaşırtıcı
olan şey, sanatçıların bu durumu nasıl olup da kabullendikleridir. Çünkü gerçek
bir sanatçı bu durumu asla kabullenemez. Aksi durumda bir ulufe gibi beklediği maaş
karşılığında sanatından taviz vermeyi kabul etmek zorunda kalır, devlet de ister
istemez sanatçının sanatına karışma hakkını kendinde bulur. Sanatçı devletin desteği
ile ayakta durmaması gerektiği gibi, devletin sanatı destekleme zorunluluğu da yoktur.
Sanata değer vermeyen,
sanatçının ürettiği sanatın bir alıcısının olmadığı bir toplumdan gerçek sanat
da sanatçı da çıkmaz.
Sanatçının ve bilim insanının devletin ödeyeceği ulufe gibi bir maaş karşılığında
çalışmasıyla, sanat da, bilim de yeşermez.
Gerçek sanatçı da, ulufeye razı olup sanatına müdahale ettirmez. Çünkü sanat ve
bilim fikir özgürlüğü gerektirir.
25 Mart 2018 Pazar
Vizyon Misyon Sözlerinin Klişeler Ötesindeki Önemi ve Google
Vizyon-Misyon Sözlerinin Klişeler Ötesindeki Önemi
& Google
"Paradan başka bir şey getirmeyen şirket, zavallı bir şirkettir!"
Henry Ford
Her kurumun ve her kurumsal olma iddiasındaki şirketin genel merkezinde,
kurumsal dökümanlarında ve internet sitelerinde "Vizyonumuz ve
misyonumuz" adlı bildirgeler bulunur. Bu misyon ve vizyon bildirgeleri,
şirketin yada kurumun değerlerini, amaçlarını, insanlığa ve topluma, olan
borçlarını açıkladıkları manifestolar ve referans bildirgeleridir. Ancak her şeyin tüketildiği ve dejenerasyona
uğratıldığı günümüzde, anlı şanlı "vizyon ve misyon" sözlerinin
anlamları da tüketilmiş ve klişe sözcüklere dönüşmüştür. Çoğunlukla tek tip, basmakalıp, klişeleşmiş
bu "misyon ve vizyon" sözleri gösterişli sloganlar olmanın ötesine
geçemez olmuşlardır. Bu havalı misyon-vizyon sözleri anlı şanlı şirketlerimizin
ana merkezlerinde, faaliyet belgelerinde ve kurumsal dökümanlarında büyük bronz
harflerle yazılsalar da, gerçek anlamlarından uzak bir şekilde üzeri tozlu
tozlanmaya bırakılmışlardır. Şirketleri yönetenler ve şirket çalışanlarının
birçoğu bu sözlerin farkında bile değildirler. Bu yüzden büyük şirketler vizyon
ve misyon sözlerini çalışanlarına zorla ezberlettirirler. Zaten farkındalığı
olan yöneticiler de bu süslü sözlerin sadece o şirketi kurumsal olduğunu
göstermek amacıyla yazılmış sloganlar olduğunu bilirler. Vizyon ve misyonun
önemi, kurumsal dökümanlara yazılmış süslü sözler olmasından öte, aslında o
şirketin veya kurumun gerçekteki değerlerini göstermektedir. Stephen Covey,
“Vizyon bir değerler bütünüdür. Basmakalıp süslü sözlerden öte, hedefinize
doğru giderken değerlerinizi, dayanaklarınızı, nelerden güç aldığınızı, sizi
siz yapan unsurları ifade etmektedir. Vizyonunuz sizin ne kadar uzağa
bakabildiğinizi gösterir." der.
Sadece çok para kazanıp, çok karlı olmayı istemenin o şirketi karlı, büyük
ve zengin yapmayacağını Henry Ford daha işin başındayken fark etmişti. Zira Ford,
zenginlik için zenginliği aşan, para için ise parayı aşan bir vizyon
gerektiğini öğrenmişti. Eğer bir şirket değerlerinde karlılıktan öte bir iyilik
amacı varsa, paradan daha önemli hedefler güdüyorsa o şirket çok büyük bir
şirket olabilir. Sadece para, ciro ve karlılık hedefi güden şirketler başarılı
olamazlar. Bu tür şirketlerin durumu, tıpkı sürekli zenginlik hayali kuran ezik
bireyler gibidir. Egosal nedenlerden dolayı zenginlik hayali kuran insanlar
kazara zengin olsalar bile, çoğunlukla bu durumu kaldıramazlar, kısa süre
içinde ya servetlerini bilinçsizce tüketirler ya da hayatlarını perişan
ederler. Zira, herkes bir gün çok para kazanabilir yada zengin olabilir, ancak
çok az kimse parasını düzgün ve yerinde harcayabilir. Çünkü, paranın nasıl
harcanacağını bilmek için kültür ve vizyon gerekir. Tıpkı bu örnekteki
zenginlik hayali kuran bireyler gibi, sadece ekonomik büyüklük hayali kuran
şirketler zihinsel dönüşümü gerçekleştiremezler. Sahip oldukları durum ile, hedefledikleri
yer arasında sorunlar vardır. Ciro, para ve karlılık oranları o şirketleri esir
alarak kurumsal değerlerini bloke eder. Sadece hedefi zengin olmak olan bir
insanın, motivasyonunu devam ettirmesinin zorluğunda olduğu gibi, sadece en
büyük ve en karlı olmak isteyen şirketlerin de motivasyonları sürdürülebilir
değildir. Yolun bir noktasında zaafiyet geçirir ve havlu atarlar. Zengin
olabilmek için parayı aşan bir vizyon, güçlü olabilmek için ise gücü alan bir
vizyon gereklidir. Büyük olabilmek ve büyük kalabilmek için parayı ve karlılığı
aşan içselleştirilmiş bir kurumsal vizyon gereklidir. Örneğin Google'ı
"Google" yapan vizyonu ele alalım. Google’ın vizyonu en kısa zamanda
dünyanın en büyük, en karlı ve en zengin şirketi olmak mıdır? Eğer Google,
dünyanın en karlı ve en büyük şirketi olmak isteseydi, hayatımızda devrim
yaratan "Google Maps" gibi uygulamaları, milyarlarca kullanıcıya
ücretsiz kullandırmaz, Google Maps'in kaynak kodlarını yazılım
geliştirebilmeleri için geliştiricilere ücretsiz olarak sunmazdı. Hayır, Google
eğer dünyanın en büyük şirketi olmak isteseydi, hiçbir karşılığı olmadan kara
kıta Afrika'ya havada asılı duran balonlarla internet getirebilmek için
yatırıma kalkışmazdı. Hayır, Google dünyanın bir numaralı şirketi olmak
isteseydi, günümüzde "Apple" şirketinin ücretli olarak kullandırdığı,
"Drive, Photos gibi onlarca Cloud hizmetini milyonlarca son kullanıcının
hizmetine ücretsiz olarak sunmazdı. Tam tersine, Google'ın hiçbir uygulaması
direkt olarak son kullanıcıya birşeyler satma amacı gütmeyip. gelirlerini,
Google maps, YouTube gibi inovatif ve yeni pazarlar oluşturan uygulamaları
yaygınlaştıkça, reklam vermek isteyen ve uygulamalarının avantajlarından
yararlanmak isteyen firmalardan elde etmektedir. Google, milyonlarca dolar
ödeyerek ve büyük emeklerle oluşturulan kaynak kodlarını bütün insanlığa,
developperlara ve hatta isteyen son kullanıcılara açmaktadır. Google’ın tüm
dünya insanlarının hayatına getirdiği kolaylıklar ne kadar büyük bir lütuf ve
nimet! Ancak bu büyük vizyonu sayesinde Google çok kısa bir süre içinde
dünyanın en büyük şirketlerinden birisi olmuştur. İnanıyorum ki, çok yakın bir
gecekte, "Apple" şirketinin de önüne geçebilecektir.
3 Mart 2018 Cumartesi
Tuvalet Kültürü ve Medeniyet İlişkisi
İlk Modern Tuvalet
Kültürel
bir gezi için gittiğim Gaziantep'te Zeugma antik kentinin kalıntılarının ve birbirinden
muhteşem mozaiklerinin sergilendiği "Zeugma Müzesi"ni de ziyaret etme
şansı bulmuştum. Herbiri birbirinden güzel antik Yunan döneminin mitolojik efsanelerinin
resmedildiği eşsiz güzellikteki mozaikleri ile Zeugma, belkide dünyanın en güzel
müzelerinden birisidir. Bu müzedeki muhteşem mozaiklerin yanında beni en çok etkileyen
şey, o dönemin yöneticilerinin yaşadığı sarayın (buluntular ikiz villa tabir edilen
aslında her biri birer saray olan yerleşim yeridir) kalıntıları idi. Bu kalıntılar
arasında en çok dikkatimi çeken şeylerden biri; oturmalı, temizlenme suyu olan,
kanalizasyonu olan ilk modern tuvaletin atası sayılabilek olan tuvaleti
görmekti. Resimlerden de görülebileceği üzere yan yana olan iki tuvalette iki soylu
yan yana oturup, konuşarak, devlet işlerini hallederek hacetlerini giderebiliyorlarmış.
Tuvaletlerin dikkat çeken yönü, temizlenme amaçlı olarak ön taraftan akar su şeklinde
gelen temiz su, arka taraftan pis su olarak ayrılmakta, sonunda dünyanın ilk modern
kanalizasyon borularına bağlanarak pislik uzaklaştırılmaktaydı. Bu ilkel görünen
tuvaletler aslında temizlenme (yani taharet) imkanıyla şu anda Batı toplumlarının
kullandığı Alafranga tuvaletden bile çok daha ileri noktalardaydı. Ayrıca bu tuvaletler
ve kanalizasyon sistemi, Roma İmparatorluğunun temizliğe ne kadar önem
verdiğini de gösteriyordu. Benzer şekilde kanalizasyon sistemini ve meşhur Roma
hamamlarının antik Roma kenti Pompei harabelerini gezerken de görmüştüm. O dönemin
ikiz villasının (saray) kalıntılarından çıkan bu ikiz tuvalet tabiki evin dışındaydı.
Ve soğuk havalarda dışarıda tuvaletini yapmak zorunda kalan soylular veya yöneticiler
için eziyet verici derecede dondurucu oluyordu. Elbette o dönemin kıvrak zekalı
yöneticiler bu sorunun da üstesinden gelmişlerdi. Önce bir çift köle gidip soğuk
taşlara oturarak taşları ısıtıyor, sonra da soylular gidip hacetlerini
yapıyorlardı. Müthiş pratik ve işe yarayan bir metod bulmuş olan dönemin Roma
İmparatorluğu yöneticilerini çok taktir etmiştim. Daha sonra tuvalet kültürü
üstünde düşünmeye başladım. Binyıllar öncesinden günümüze gelene kadar olan tuvalet
kültürünün evrimini araştırmaya karar verdim.
Tuvalet,
tüm dünyada sıklıkla WC olarak tanımlanmasıyla ortak bir isimde buluşmuştur. WC,
tanım olarak İngilizce'den "water closet"in kısaltmasıdır. Ülkemizde ise,
tuvalet, WC, Yüznumara, Hela, Kubur, Ayak yolu...vb isimlerle anılan tuvalet, Batı'da
"rest room" yani, rahatlama odası olarak da anılıyor. Tuvalet en çok rahatladığımız
yerlerden birisi olması şaşırtıcı değildir. Tuvalette yaşanan rahatlamanın, beynimizi
derin dinlenme, yani alfa moduna soktuğu yapılan bilimsel tespitlerle de kanıtlanmıştır.
Bu yüzden hayatımızda en önemli şeylerin
çoğunlukla tuvaletteyken aklımıza gelmesi insanı şaşırmaması gerekir. Belki bu
yüzden "Türkün aklının ya sıçarken, yada kaçarken gelir.” sözü bir deyim
haline gelmiştir. Kimi araştırmalara göre, insanlar olarak ömrümüzün bir yıldan
fazlası bir zamanı tuvalette geçiriyoruz. Dolayısıyla, insan medeniyeti ve tuvalet
arasındaki bağlantı çok güçlüdür. İnsan medeniyetinin ulaştığı noktayı tuvaletlerin
geldiği noktadan anlayabilirsiniz. Ulusların tuvalet alışkanlıklarından ve temizlik
kültüründen medeniyetlerinin durumu hakkında genel bir kanıya varabilirsiniz. Bir
ülkenin umumi tuvaletlerinin temizliğine ve fiziki durumuna bakarak, o ülkenin gelişmiş
ve medeni bir ülke olduğunu yada olmadığını anlayabilirsiniz. Diş macunu gibi tuvalet
kağıdı tüketimi de, gelişmişlik ve medeniyet ölçütlerinden biridir. Tuvalet kültürü
aynı zamanda ayrışmanın, ön yargının ve medeniyet çatışmasının da sembolüdür. Milletler
diğer milletleri temiz olmadıkları ve tuvalet kültürü olmadıkları gerekçesi ile
eleştirir ve hatta kimi zaman da aşağılarlar. Batılılar Doğuluları hoyrat, kaba
ve gayri medeni buldukları gibi, yeterince temiz olmamakla, tuvaletlerini çağdışı
ve ilkel olmakla eleştirirler. Doğulular ve bizim gibi Ortadoğulular da Batılıları
yeterince kişisel temizlik yapmadıkları, büyük tuvaletlerini yaptıktan sonra (taharet
musluğu olmadığı için) popolarını yıkamadıkları için eleştirirler. Bitmeyen Doğu-Batı,
Gelişmişlik - Az gelişmişlik, Temiz-Pis, kavgaları gibi, medeniyet kavgaları zaman
zaman Alaturka tuvalet ile Alafranga tuvalet kültürü üstünden yürümektedir.
Alafranga-Alaturka Savaşları
Kuşkusuz insanların atalarından öğrendiği tuvalet alışkanlığını değiştirmeleri çok zordur. Bu yüzden bizim ülkemizde de Alaturka tuvalet severler ile Alafranga tuvalet severler arasında hangi sistemin daha temiz ve makbul olduğu konusunda bitmek tükenmek bilmeyen tartışmalar sürüp gitmektedir. Özellikle Alaturka tuvaletin yaygın olduğu mütedeyyin ve geniş halk kesiminin bir kısmı, Alafranga tuvalet kullanmayı iğrenç ve İslami temizlik anlayışına aykırı bulmaktadır. Kimilerine göre, alafranga tuvaletin kapağını indirerek oturmak, o tuvalet kapağının plastiğinin bedenine, bacaklarına ve kalçalarına değme hissi çok iğrenç gelmektedir. Çünkü, bu tuvaleti kapağını kaldırmadan ayakta kullanan erkeklerin çişlerini sağa sola, oturma kapağına sıçratma ihtimali bu tuvaleti kullanma fikrini iğrençleştirmektedir. Alafranga severler ise Alaturka tuvaleti çağ dışı, pis ve iğrenç bulmaktadırlar. Onlar için, tuvalete başkalarının kullandığı terlik ile girmek zorunda kalmak, taharet maşrapası kullanmak, bazı erkeklerin ayakta yapmasından dolayı çişlerinin her yere, terliklere, maşrapaya sıçramış olma ihtimali bu tuvaleti kullanmayı iğrençleştirmektedir. Ben ise bu iki tuvaleti de kullanmaya alışan birisi olarak bu duyguların ikisini de yaşadım. Ben Alaturka tuvaletin dahi olmadığı bir köyde doğdum. Alt katta hayvanların ahırlarının olduğu köyümüz evlerinde, insanların odaları ve tuvaletleri ikinci katta olup, evler tahta ve kalın odunlardan yapılmıştı. Tuvalet denilen yer, altı boş olup, küçük bir çocuğun içinden geçip düşebileceği büyüklükte sadece küçük bir delik olan bir küçük oda demekti. O zamanlar köyümüzde lağım çukuru bile yoktu. Büyük tuvaletinizi yaptığınızda, bıraktığınız emanetlerin ikinci kattan aşağıya yere düşüşüne şahit olabiliyordunuz. Yani, tuvaletin kullanıldığı dışarıdan görülebiliyordu. Çocukluğumda, büyük tuvaletimi yaparken, aşağıdan bostandan birinin geçerek popomu görme ihtimalinin yanında, delikten aşağı düşme endişesi taşıdığım da olurdu! Çünkü, delik küçük bir çocuğun düşebileceği kadar genişti. Bir de, tuvaletin ıslanmaktan dolayı çürümüş ve esneyen tahta zemini çocukluğumda beni güvensiz hissettirirdi. Ama bu sistem de çömelerek yapıldığı için Alaturka sistemine yakındı. Ortaokul ve lise yıllarımın geçtiği Gebze'deki evimizde ve o dönemki tüm çevremizde ise Alaturka tuvalet kültürü hakimdi. Alafranga tuvalet sistemini görmüşlüğüm olsa bile, kullanımı konusunda hiçbir fikrim yoktu. Ta ki Yüksekokul eğitimim için gittiğim Burdur'da ilk gece kalmak zorunda olduğum otel odasına kadar. Yurt kaydım olmadığı için, ilk gece bir otelde kalmak zorundaydım. Konaklamak için o dönem Burdur'un en güzel oteli olan, Hoşafçı Oteli seçmiştim. Yüksekokula kayıt ve yerleşme telaşı yaşadığım o ilk gün, midemde ve bağırsaklarımda da sorunlar yaşıyordum. Huzurlu bir şekilde tuvaletimi yapmaya ihtiyacım olduğu o gece Alafranga tuvalet ile yüzleşmek zorunda kaldım. Çünkü odada sadece Alafranga tuvalet mevcuttu. Bense acilen oturmam gereken bu tuvalete nedense bir türlü oturamıyordum. Benden önce başkalarının da oturduğu o oturma yerine oturmak bana iğrenç geliyordu. Birkaç defa çaresizce tuvaletin etrafında dolandım durdum. Artık bağırsaklarım patlamak üzere idi. O yıllar gibi gelen bir kaç saniye içinde aklıma bir fikir geldi. Tuvaletin kapağını kaldıracak, üstüne çıkıp, tuvaletin kenarlarında ayakkabılarımla basarak atalarımdan öğrendiğim gibi çömelerek tuvaletimi yapacaktım. Evet çok akıllıca bir fikir gibi görünen bu tehlikeli girişimi uyguladım. Düşme korkusu ve ölüm tehlikesi geçirerek büyük tuvaletimi sorunsuzca yaptım. Artık o andan sonra benim için Alafranga tuvalet bitmişti. Bu tuvaleti tasarlayanlardan ve buraya koyanlara küfürler ettim! Şükür ki, bu badireyi de atlatmıştım. Ama doğru düzgün temizlenemediğim için hemen bir duş alarak kendimi ancak temiz hissedebildim. Sonrasında neredeyse on yıl Alafranga tuvalete oturmadım. 28 yaşımda satın aldığımız ilk evimizde Alafranga tuvalet olduğu için zamanla bu tuvalete oturmaya alışmak zorunda kaldım. Zamanla Alaturka tuvaletten daha çok sevdim. Çünkü Alafranga tuvalet ile oturarak yapıldığında Alaturka tuvalet gibi ıslanmıyor ve hiçbir yere pislik sıçramıyor ve tuvalet temiz kalıyordu. Ama bunu anlayabilmek için, yüzleşme yaşamam, deneyimlemem ve ön yargılarımdan kurtulmam gerekiyordu. Şimdi ise ben Alaturka tuvaleti çok iğrenç, ıslak, kirli ve rahatsız buluyorum. Ama insanların atalarından görerek alıştıkları tuvaletin dışındaki sistemlere ön yargılı bakmalarını gayet iyi bir şekilde anlayabiliyorum. Ancak, biz Türkler değişime çok açık, şartlara çok hızlı adapte olabilen bir halkız. Bu da bizi güçlü kılıyor. Darwin; "Doğada güçlü ve akıllı olanlar değil, şartlara en hızlı adapte olabilenler hayatta kalabilirler." demiştir. Halk olarak 30 yıl önce baskın olan Alaturka tuvalet kültüründen, çoğunluğun Alafranga tuvalet kültürüne geçtiği günümüzde ne kadar büyük çaplı bir kültürel değişime uğradığımızı da anlayabilirsiniz. Alafranga tuvalete geçiş hızımız bizim kolay dejenere olabilen bir halk olduğumuzu ortaya koyduğu gibi, zamana, şartlara ve değişimlere ne kadar hızlı adapte olabildiğimizin de bir kanıtıdır. Bu yüzden, Türk milletinin en güçlü yönü olan adaptasyon ve hayatta kalma genleri sayesinde binyıllar öncesinden gelen Alaturka ve çömelerek tuvalet yapma kültüründen Alafranga tuvalete onyıllar içinde geçme başarısı hiç de yabana atılabilecek bir şey değildir.
En Büyük Türk Buluşu,
Taharet Musluğu
Biz Türklerin ülkemiz dışında en çok zorlandıkları konu taharet musluğunun olmaması sorunudur. Bir arkadaşım, Avrupa'ya çıktığı zamanlarda gittiği her (büyük) tuvaletten sonra kendini kirli hissettiği için duş aldığını söylemişti. Avrupa ve Amerikada taharet alışkanlığı olmaması yüzünden tuvaletlerinde taharet musluğu da yoktur. Bir Alman arkadaşım ise taharet musluğu için; "Türklerin yaptığı en büyük buluştur." diyerek taharet musluğu çözümünü ne kadar çok beğendiğini söylemişti. Kışın dondurucu seviyede soğuk su gelmesinin dışında sistemin mükemmel bir tasarım olduğunu ifade etmişti. Ancak maalesef bu büyük Türk buluşu nedense Türkiye dışında hiç kabul görmemiştir. Alafranga tuvaletler için biz Türklerin dünya medeniyetine hediye ettiği taharet musluğu çözümü sadece Hristiyan ülkelerde değil, Müslüman Arap ülkelerinde dahi kabul görmemiştir. Bunun nedeni, insanların atalarından öğrendiği en temel alışkanlıklarda olduğu gibi, tuvalet alışkanlığını değiştirmesinin de çok zor olmasıdır. Bu yüzden yurtdışına, özellikle de Avrupa ve Batı ülkelerine seyahat eden Türklerin yemeklerde yanlışlıkla domuz eti yeme endişesi dışındaki en büyük tedirginliği taharet musluksuz tuvaletler olmaktadır. Maalesef havaalanından veya Kapıkuleden çıkar çıkmaz çok sevdiğimiz taharet musluğu ortadan kaybolmaktadır. Bu da pratik çözümler bulmakta çok maharetli olan biz Türklerin farklı çözümler geliştirmesine neden olmaktadır. Kimi tuvalete giderken yanına yarım litrelik pet şişe almakta, kimileri de benim gibi yanına ıslak mendil almakta, kimileri ise çok daha farklı çözümler geliştirmektedir. Yalnız bir keresinde bir proje için uzun süreli olarak kalabalık bir Türk grubu olarak gittiğimiz Almanya'da, çalıştığımız tesisin tuvaletleri tıkanmıştı. Biz ise duruma ses çıkarmasak da, bu durumun yoğun ıslak mendil kullanımından dolayı kaynaklandığını anlamıştık.
Britanyanın Eski Dönemlerindeki
Tuvalet ve Lavabo Kültürü
Kanalizasyon sistemi ve alışkın olduğumuz tuvaletlerin olmadığı eski Britanyada tuvalet pislikleri bir kovada biriktirilip, belli bir saatte pencerelerden sokağa dökülürmüş. Bu yüzden sık sık oluşan alt kata pislik sıçramalarından sakınmak için Londra'da özel bir mimari gelişmişti. İngiltere'de evlerin pisliklerini rahatça dökebilmeleri ve alt kata sıçratmamaları için üst kata çıktıkça evler üst kata doğru genişleyen bir mimari ile yapılıyordu. Bugün hala bu eski mimari tarzındaki evleri Londra'da veya Edinburgh gibi şehirlerde görmek mümkündür. Edinburgh'da pislik dökme saati ve ritüeli varmış. Zamanın şehir yönetimi herkesin kafasına göre bir zamanda pisliklerini sokağa dökmesini yasaklamış. Çünkü sokaktan geçenler ve ticaret yapan insanlar için pis ve tehlikeli olan tuvalet suyu dökme işi sıkı kurallara bağlanmış. Pislikler her gece sakakta olan insan sayısının en az olduğu saat 23:00 da dökülebiliyormuş. Saat 23:00 ü vurduğunda Edinbrough'lular camlarını açıp Fransızca “su geliyor!” anlamına gelen “leau” (aslında evlerin camından dökülen şey su değil, pislik ile karışık su idi) diye bağırarak sakağa pislik dökebiliyorlarmış. Böylece varsa aşağıdakilerin kaçabilmelerine fırsat tanıyarak pislik içinde kalmalarının ve olası kavgaların önüne geçiyorlarmış. Eğer aşağıda birisi varsa Fransızca “su geliyor!” uyarısıyla son sürat oradan kaçması lazım, yoksa kafasına pislik inecek! Neden bu kelimeyi İngilizce değil de Fransızca kullandıklarına gelince, muhtemelen Fransızca olunca pis su bile olsa kibarlaşıyor ve kulağa hoş geliyor olmasından ötürüydü. Bu hikaye bana Matrix filminden çok sevdiğim bir sahneyi hatırlattı. Seçilmiş kişi Neo ve sevgilisi Trinity onları Matrixe ulaştıracak Anahtarcıyı bulmak üzere kendi başına bir kişi (sistem) olan Merovingian’a müracaat ederler. Oldukça egosu yüksek olan Merovingian, onlara yardım etmediği gibi, söz aralarında sürekli olarak Fransızca kelimeler kullanarak bol bol nutuk atmaktadır. Merovingian; "Fransızcayı çok seviyorum, özellikle de küfürlerini. Bu öyle bir his ki, sanki tuvaletten sonra kıçımı ipek mendillerle silmek gibi bir şey!" diyordu. Tabiki Edinburgh’da gece geç saatlerde pislik kovalarının boşaltılması, sokakta kimselerin olmadığı anlamına gelmiyordu. O devirlerde tüm barlar gece saat 22:00 da kapanıyormuş. Bir çok insan sarhoş olarak barlardan çıkıp evinin yolunu bularak evine ulaşabildiği saatlerde pislik döküm saati başlıyormuş. Bu yüzden sarhoş olan insanlar ya sokaklarda bok içinde sızmış olarak, yada evlerine kafasından aşağı pislikler içinde dönüyorlarmış. Sarhoş olmanın bedeli veya cezası gibi bir şey. Bu konuda bir diğer ilginç bilgi de, alt katlarda oturup da, üstten dökülen pisliklerin duvarlarına ve camlarına sıçramasına maruz kalan insanların fakirler değil de, tam tersi en zengin insanlar olmasıymış. Çünkü, o devirlerde çok sık olan yangınlardan dolayı, bir çok insan evinden çıkamadan hayatını kaybetmekteymiş. Bu yüzden, yangında, kaçması en kolay olan alt kat dairelerin ve evlerin fiyatı çok pahalı olduğu için, alt katlarda sadece zenginler kalabiliyorlarmış. Sanırım, fakirler de, fakirliklerini ve ezilmişliklerini zenginlerin üstlerinden pisliklerini dökerek rahatlatabiliyorlardı!
İngilizlerin iki musluklu ve gideri kapatılan lavabosu
Birleşik Krallığa ilk gittiğim zamanlardaki en çok garipsediğim olaylardan birisi de, sıcak su ve soğuk su musluğunun ayrı ayrı olduğu geleneksel lavabo dizaynı idi. Ben yüzümü yıkadığım suyu ılıştırmak için önce kaynar su akan musluktan bir miktar alıp, daha sonra dondurucu soğuk su akan diğer musluktan avucumu yakan suyun üstüne ilave edip, ılıştırarak bu suyu yüzüme çarpmaya çalışırken, İngilizler gibi bilimi bulan ve endüstri devrimi yapmış bir milletin neden böyle saçma bir musluk ve lavabo tasarımını kullanmaya devam ettiğini anlamaya çalışıyordum. Daha sonra tabiki bu durumu İngilizlere sordum. Meğerse onlar yüzünü yıkarlarken musluktan aldıkları suyu direk yüzlerine vurmuyorlarmış. Küçük bir mekanizma ile lavabonun giderini tıkayarak, bir küveti doldurur gibi sıcak ve soğuk su doldurarak suyu lavabonun içinde ılıştırıyorlar, sonra da lavabodaki suyu yüzlerine çarparak yüzlerini yıkıyorlarmış. Bizim kültürümüzde lavabonun gideri asla tıkanmadığı gibi, tükürdüğümüz ve burnumuzu sümkürdüğümüz lavabodaki suyu biriktirip ılıştırarak yüzümüzü yıkamak asla yapmayacağımız bir şeydir. Böylece temizlik anlayışında kültür farkının ne kadar önemli olduğunu da anlamış oldum.
Dünya Tuvaletleri
Kimimize
göre Batı, tuvalet ve kanalizasyon kültürünü bizden almıştır. Bir zamanlar Batılıların
Britanya gibi tuvaletlerini kovaya yapıp sokağa döktükleri, eski çağlarda Fransızlar
gibi bazılarının evlerine, saraylarına ve
sokaklarına yaptıklarını, hizmetçilerin bıraktıkları emaneti almaları için üstüne
tüy diktiklerini anlatıp mutlu oluruz. Fransızların pisliğe değmemek için yüksek
topuklu ayakkabıları, tuvalet sonunda kötü kokmamak için parfümü “Eau De Toilette”
icat ettiklerini o dönem bizim hayatımızın nasıl olduğuna kafa yormadan gururlanarak
anlatırız. Ama, Batılılar evlerinde yada saraylarında tuvaletlerini kovaya yada
sokaklarına ve avlularına yaparken bizim bir evimiz, avlumuz ve sokağımız olmadığını,
oradan oraya göçen, arazide nereye müsaitse oraya hacet yapan bir millet olduğumuzu
unuturuz. Bu yüzden, bir milletin temizlik anlayışını yargılamak için sadece kıç
temizliği kültürüne bakmayı bıraktım. Bunun yanında, Batılıların tümünün poposunu
yıkamadığı bilgisi de aslında doğru değildir. Latin İspanyol, İtalyan, Portekiz
kökenli milletler popo temizliği için "Bide" isimli popo yıkama lavabosu
icat etmişler ve halen daha kullanmaktadırlar. Aslında biz Türkler Latin Roma kültüründen
çok şeyler almışızdır. Atalarımız Orta Asya'dan çıkıp Roma İmparatorluğunun yüzlerce
yıldır hüküm sürdüğü Anadolu'ya geldiklerinde Roma hamamlarını buldular. Atalarımız
da bu hamam ve temizlenme kültürünü benimsedi, yaygınlaştırdı ve bugünlere kadar
devam ettirdi. Böylece dünyada Türk Hamamı diye bir kültürün herkesçe kabul
görmesine kapı aralandı. Bize esinlenme kaynağı olan Roma hamamlarının kalıntılarını
Roma İmparatorluğunun hüküm sürdüğü dünyanın pek çok köşesinde görebiliriiz. Ben
Vezüv yanardağının püskürmesi ile lavlar ve küller altında kalan antik liman kenti
Pompei yi gezdiğimde Roma hamamlarını görmüş ve çok etkilenmiştim. Bize benzer şekilde
popo yıkama kültürü Romalıların temsilcisi olan Latin tomplumlarında da vardır.
Bide denilen ve alafranga tuvaletin yanına konulan 2. tuvalet taşı taharet temizliği
amaçlıdır. Benim bide ile karşılaşmam da alafranga tuvalet ile yüzleşmem gibi tirajikomik
olmuştur. Ziyaret için gittiğim Arabistan’da Hilton otelde "Bide" ile
karşılaştığımızda ailecek afallayıp ne olduğunu anlamaya çalışmamız hayatımda unutamayacağım
anılarımdan birisi olmuştu. Otel odasının tuvaletinin yanında gördüğüm bide denilen
şeye çok şaşırmış, kullanılma amacını anlayamamıştık! İçimde şüphe olmasına rağmen
düşündüğüm şey, bunun bir ayak yıkama lavabosu olduğu idi. Hatta hemencecik orada
ayaklarımı yıkamıştım. Sonradan araştırma yapıp da, bu bide denilen şeyin ayak yıkama
lavabosu değil, bir popo yıkama lavabosu olduğunu öğrendiğimde şaşırmış ve şok olmuştum.
:) Tabiki bir daha o lavaboda ayak yıkamadığım gibi, pek yaklaşmadım da. Ancak daha
sonra "Bide" lavabosunu veya klozetini araştırdığımda Latin kültürünün
temizlik alışkanlığından geldiğini öğrendim. İspanya ve İtalya gezilerimde de bide
lavabosunun yaygın olarak kullanıldığını gördüm.
Ancak
Arabistan'da tuvalet kültürü ile ilgili olarak şaşırtan şey; tuvaletlerinde temizlenme
için taharet musluğu olmaması, bunun yerine duş başlığı gibi hortumlu bir musluğun
kullanılması idi. Araplar bu hortumlu ve basmalı musluk sistemini hem Alafranga
hem de Alaturka tuvaletlerinin hepsinde kullanıyorlardı.Yani her tuvaletin yanında
duş başlığı gibi musluklu bir hortumları daha vardı. Adeta eski tip telefon ahizesi
gibi olan bu basmalı musluklu mekanizmayı kullanarak bir elinizle altınıza su tutup,
bir elinizle de temizlik yapmanız gerekiyordu. Tabiki başka ellerin tuttuğu bu hortumlu
musluğu tutmak zorunda olmak bile alışık olmadığımız için biraz iğrenç göründü.
Arabistan'da iken de, aynı Avrupa'da olduğu gibi kendi milletimle, ve buluşu bize
ait olan taharet musluğu çözümü ile gurur duymuştum.
Dünya
tuvaletleri arasında Japonların da çok temiz ve gelişmiş tuvaletleri olduğunu oraları
ziyaret eden bir arkadaşımdan duymuştum. Özellikle Japonya'daki tam otomatik Toto
tuvaletlerini anlata anlata bitirememişti. Toto tuvalet, Türk usulu Alafranga tuvalet
sisteminin daha da gelişmiş versiyonuymuş. Ilık su ile popoyu el değmeden kendisi
yıkayıp, bir de kuruluyormuş. Eeee Japon medeniyetine ve teknolojisine de bu yakışırdı.
Ruslar,
Çinliler, Hintlilerin tuvalet alışkanlıklarını da merak ediyorum. Ancak bu ülkelerin
gelişmişlik seviyesi ve temizlik algısından dolayı bizim için şok edici ve mide
bulandırıcı tuvalet manzaraları çıkabileceğini tahmin etmek hiç de zor değildir.
Daha önce Rusya'yı ziyaret eden birisinden Rusya'daki tuvaletlerde, taharet musluğu
olmadığı gibi, çoğu tuvalette sifon ve hatta kapı bile olmadığını olmadığını söylemişti.
Kapısı olan tuvaletlerde de, kapıların hacetini
gören kişiyi alttan üstten gösterecek şekilde tasarlandığını söylemişti. Yani tuvaletin
dolumu yoksa boş mu diye kapıyı tıklatmanıza gerek yok. Direk hacet yapanla göz
göze gelince tuvaletin dolu olduğunu anlıyorsunuz. Yine Çin’e seyahat yapan bir
arkadaşımdan da ilginç tuvalet hikayeleri duymuştum. Çindeki umumi tuvaletlerde
de kapı bulunmuyormuş. Çin tuvaletleri bizim Alaturka tuvalete benziyormuş, ancak
bir farkla. Tuvaletin deliği bizdeki Alaturka tuvaletin tam zıttı olarak kapı tarafındaymış.
Bir de insanların çömelerek fazla yorulmamaları için bir tutunma borusu varmış.
Şimdi manzarayı hayal edin. Hacetinizi gidermek için umumi tuvalete gittiniz. Tuvaletin
birinin kapısına geldiğinizde, birisinin arkası size dönük, çömelmiş ve borudan
tutunmuş bir vaziyette hacetini giderdiğini görüyorsunuz. Ne kötü bir manzara. Bu
şekilde tuvaletinizi yaptığınızı düşündüğünüzde bile içinizi ayrı bir sıkıntı kaplar.
En masum anınızda Her türlü incitilmeye açık bir pozisyondasınız. Bu durum bizim
kültürümüze tamamen aykırı bir durumdur. Çünkü, bizim kültürümüzde (her manada)
önce arkayı sağlama almak esastır.
25 Şubat 2018 Pazar
İnsanın Ne İster?
İnsan olmanın yolculuğunda insanın fizyolojik
ve pisikolojik ihtiyaçlarının harekete geçirici motor işlevi gördüğü ortaya
çıkmıştır. Bu konuda psikolog Abraham Maslow
tarafından yapılan çalışma ve ortaya koyduğu “ihtiyaçlar piramidi” büyük yankı
uyandırmıştır. Maslow’un “İhtiyaçlar Piramidi” büyük ölçüde kabul görmüş bir
insan psikolojisi teorisidir. Maslow’un teorisine göre, insanların pisikolojik
olarak temel ihtiyaçlarını karşılamaları sonrasında, kendi içlerinde bir
hiyerarşi oluşturan daha üst ihtiyaçları tatmin etme arayışına girdiklerini
ortaya koymaktadır. İhtiyaçlar hiyerarşisi, bireyin kişilik gelişiminin o an
için baskın olan ihtiyaç kategorisinin niteliği tarafından belirlendiğine
işaret etmektedir. Maslow'un kişilik kategorileri kendi aralarında hiyerarşik
bir dizilim oluştururlar ve her ihtiyaç kategorisine bir kişilik gelişim
düzeyine karşılık gelir. Birey, bir kategorideki ihtiyaçları tam olarak
gideremeden bir üst düzeydeki ihtiyaç kategorisine, dolayısıyla üst kişilik
düzeyine geçemez. Maslow, gereksinimleri en alt basamaktan başlayarak şu
şekilde kategorize etmiştiir:
Fizyolojik gereksinimler: Nefes
alma, yiyecek, su, üreme, uyku, sağlık, boşaltım… vb temel ihtiyaçlar…
Güvenlik gereksinimleri: Bedensel bütünlük, iş (kimseye muhtaç olmama), geleceğini garanti
altına alma, etik, aile kurma, sağlık, mülkiyet güvenliği… vb ihtiyaçlar…
Toplum tarafından kabul görme & dışlanmama: Topluma ait olma (dışlanmama), sevgi, sevecenlik,
arkadaşlık, aile, cinsel yakınlık… vb ihtiyaçlar…
Saygınlık gereksinimi: Kendine saygı, güven, başarı, diğerlerinin saygısı, başkalarına saygı…
vb ihtiyaçlar...
Kendini gerçekleştirme gereksinimi: Erdem, yaratıcılık, doğallık, problem çözme, önyargısız
olma, gerçeklerin kabulü… vb ihtiyaçlar...
Maslow'a göre birey için o an baskın olan
gereksinimler hangi kategoriye ait ise, diğer deyişle günlük etkinlikleri
ağırlıklı olarak hangi gereksinimleri doyurmaya yöneliyorsa, kişilik
gelişmişlik düzeyi de onun istencinden ya da seçiminden bağımsız olarak bu
gereksinim kategorisine karşılık gelen düzeyde bulunacaktır. Belirli bir
kategorideki gereksinimler tam olarak karşılanmadan kişi bir üst düzeydeki
kategorinin gereksinimlerini algılamaz ve böyle gereksinimlere ihtiyaç
hissetmez. Örnek olarak günlük olarak karnını doyurabilen fakat güvenlik içinde
bulunmayan, kendini sürekli olarak tehdit altında gören bir insanın dünya
görüşünü geliştirmek için kitap okumak gibi bir gereksinimi yoktur. Montaigne,
"Denemeler"inde aynı konuyu şöyle işler: Çocuklarımıza kendi
dünyalarından önce sekizinci kat göklerdeki yıldızların ve devinimlerinin
bilimini öğretmek büyük bir saflıktır. Anaksimenes, Pythagoras'a şunu yazmış.
Gözlerimin önünde ölüm ve kölelik dururken yıldızların düzeniyle nasıl
uğraşabilirim? (Çünkü o sırada Persliler Yunanlılara karşı büyük bir savaşa
hazırlanıyorlardı.) Aynı şekilde, insanın cinsel ihtiyaçları, güvenlik
ihtiyaçları gibi temel ihtiyaçlarını gidermeden yazı yazmak, şiir yazmak veya
hayatının projesine başlamak gibi üst benlik ihtiyaçlarını hissetmeyecek,
gideremediği daha temel ihtiyaçlarını giderme peşinde olacaktır. Ancak bir
gereksinim kategorisindeki gereksinimlerin karşılanması durumunda kişi, bir üst
kategorideki gereksinimleri karşılamaya yönelecektir. Bu durum kişilik gelişme
düzeyini de bir üst düzeye sürükleyecektir. Maslow'a göre psikologların yapması
gereken, bireyin kendini gerçekleştirme (self-actualization) aşamasına
gelmesinin önündeki engelleri ortadan kaldırmasına yardım etmektir. Maslow'un
ihtiyaçlar teorisine göre, belirli temel ihtiyaçlarını karşılayamayan insanlar,
ihtiyaçlar piramidindeki üst sıraları yani tekamül ve kendini gerçekleştirme
katmanını hedefleyemezler. Bu arada, ilk üç basamak olan fizyolojik, güvenlik
ve ait olma ihtiyacının hayvanlarda da olduğunu ifade etmek gerekiyor. İnsanı
hayvandan ayıran şeyler, ihtiyaçlar, piramidin en üst iki basamağında yer alır.
Yani, eğer insanlar olarak günlerimizi sadece karnımızı doyurmak, üremek,
toplumdan dışlanmamak, güvenlik ve gelecek kaygıları ile geçiriyorsak, bir
hayvandan çok farklı yaşamadığımızı kabul etmemiz gerekiyor. Kısacası, insan
olmanın potansiyeli en üstte yer alan iki basamakta yatıyor.
Maslow'un "İhtiyaçlar Piramidi"nde
bahsedilmemiş büyük eksikliklerden de söz etmemiz gerekiyor. Bunlar, insanın
özgürlük ihtiyacı, anlaşılma ihtiyacı, ben olma yani kendisi olma ihtiyacı ve
hayata dair anlam arayışından gelen inanma ihtiyacıdır. İnsan, hayatın, evrenin
ve kendinin varoluşunun anlamını ve sebeplerini bilmek ister. Tam olarak
bilemediği veya emin olamadığı konular için bir inanma ihtiyacı hisseder. Eğer
insan bir inanç sistemi veya felsefe ile bu eksikliğini tamamlayamazsa kendini
eksik ve kusurlu bulur. Belirsizlik ve bilinmezlik insanı endişelendirir,
tedirgin eder. Yani, insan hayatına anlam katabilmek için bilmek veya en
azından inanmak ister. İşte bu ihtiyaç yüzden dinler ve inanç felsefeleri
ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla, insanın inanma ve anlam ihtiyacını da
ihtiyaçlar piramidine eklememiz gerekmektedir.
İnanma ihtiyacını, temel ihtiyaçların bir basamak üstüne, insanın
olmazsa olmaz ihtiyaçlarından biri olarak yerleştirmemiz gerekir. Maslow’un
ihtiyaçlar piramidinde yer almayan bir diğer ihtiyaç da, anlaşılma ihtiyacı, ben
olabilme veya benlik kurabilme ihtiyacıdır. İnsan, kendisinin etrafındaki diğer
insanlarca anlaşılmasına, kendi karakterinin diğer insanlarca kabul edilmesine
de ihtiyaç duyar. Çevresindeki insanlarca anlaşılmayan ve kendisi olarak kabul
edilmeyen insan kendi içinde büyük bir boşluk hisseder. Zira, insanın erdeminde
ilerleyebilmesi için, insanın kişiliğini ve kendi benliğini de aşabilmesi
gereklidir. Ancak ben olamayan, ya da ben olmasına izin verilmeyen bir insan
hiç bir zaman benliğini aşmak, bilgelik veya erdem yolunda ilerlemek gibi hedefler
peşinde koşamaz. Batılı gelişmiş ülkelerin ilerleme sebeplerinden en önemlisi,
bireylerinin, birey olma, yani "ben" olma özgürlüklerinin dokunulmaz
olmasıdır. Günümüzün ileri ülkelerin en büyük gücü " ben" olabilen
insanlarının sayısıdır. Batılı insanların büyük bir çoğunluğunun kendi
hobileri, kendi dokunulmaz bireysel yaşam alanları, kendilerini ifade etme
özgürlükleri, kendi tarzları ve kendi duruşları vardır. Bizi de, Batılı
toplumlar ve bireylerinden ayıran en temel etken bu faktörlerdir. Doğu toplumlarında
bireyin tek başına “ben” olması hoş karşılanmaz ve izin verilmez. Doğu
toplumları insanları çoğunlukla aşiretler ve büyük aileler olarak yaşarlar. Bu
toplum yapısında bireye ben olma özgürlüğü verilmez. Bireyden çok aşiretin,
ailenin ve toplumun değerleri önemlidir. Toplum ise çoğunlukla bireyi baskılar.
Doğu toplumları ben olamayan miyonlarca insanla doludur. Maslow'un
piramidindeki 4. basamak olan saygınlık gereksinimi kendine saygıyı, güveni,
başarıyı, diğerlerinin saygısını kazanmayı, başkalarına karşı saygılı olmayı,
kişisel bütünlüğü ve kişinin kendisini tam hissetmesini de kapsar. Kişisel
bütünlük ve kendini tam hissetme konusu çok önemldir. Son günlerde sürekli
eleştiri konusu olan ego kavramı aslında insanın bilinç altındaki benliğidir.
Yukarıda belirttiğim gibi, benlik duygusu gelişmeyen, yani "ben"
olamayan insan da hiç bir zaman kendini "tam" hissedemez. Benlik
duygusu gelişmemiş ve kişisel bütünlüğü olmayan insan piramitin en tepesini,
yani "kendini gerçekleştirme" safhasını hedeflemesi yada aydınlanması
beklenemez. Doğan Cüceloğlu'nun savaşçı adlı eserinde; "İnsan ancak kendi
kişisel bütünlüğü kadar kendisidir. Kendisi olmayan insanın başkalarını
etkileme gücü de yoktur. Kendisi olmayan insan, diğer insanların beklentilerini
yaşayan sıradan bir insan olarak yaşar. Kişisel bütünlükten kopan insan
gelişemez." der.
İnsan, bir manada da Yin Yang döngüsü ile karşı
karşıyadır. Gelişim için öncelikle piramit'in alt basamaklarında yer alan temel
ihtiyaçlarımızı karşılamaya, ego ve benlik gelişimi ile birlikte kişisel
bütünlük duygusuna ihtiyacımız vardır. Fakat sonrası ve en nihayeti piramitin
en tepesi olan kendimizi gerçekleştirime seviyesi için ise egomuzu yenmeye ve
benlik duygumuzu aşabilmeye ihtiyacımız vardır. İşte bu yol, insan olmanın
yoludur. Bu gelişim, hayatın yolu ve
yönüdür. Gözlemlerime göre, toplumumuzun ağırlıklı olarak ihtiyaçlar
piramidindeki ilk üç basamağının fasit dairesinde takılı kalmıştır. Toplum
olarak burada kalmayı sorun etmediğimiz gibi, bu durumun farkında bile değiliz.
Yaşamak için yemek yerine, yemek için yaşıyor, hayatımızın büyük bölümünü,
yiyerek-içerek, tatile çıkarak, üreyerek ve mal biriktirip daha zengin olmaya
çalışarak geçiriyoruz. Ama enseyi karartmaya gerek yok. Umarım bizler de, bir
gün “ben” olabilen bireylerin omzunda yükselen ileri bir insan medeniyeti
kurmayı başarabiliriz!
* https://tr.wikipedia.org/wiki/Maslow_teorisi
20 Şubat 2018 Salı
Hayatta Hep Akan Şeritte Olmaya Çalışma Felsefesi
Hayatta Hep Akan Şeritte Olmaya
Çalışma Felsefesi
Bir
yakınım, başarılı bir işadamı olan patronunun otomobili ile birlikte seyahat ederken,
arabayı kullanan patronunun önündeki tüm araçları bir bir sollamaya çalıştığını
fark etmiş. Bu hareketten ve sonu gelmeyen bu sollama mücadelesinden dolayı tedirgin
olan yakınımın endişesini fark eden patronu, ona açıklama yapma ihtiyacı hissederek;
"Bak, benim hem trafikte hem de ticari hayattaki prensibim, önümdekileri sollayıp
geçmektir. Eğer bulunduğum pozisyonda kalırsam, kayıptayım demektir. Bu hem ticarette,
hem kişisel hayatta hem de trafikte böyledir." diyerek yaşam felsefesini açıklamış. Böylece, sevgili yakınımın patronu yanındaki
çalışanına hiç unutamayacağı çok etkili bir hayat dersi vermişti. Bu felsefe ticari hayatta ve bireysel hayatta kuşkusuz doğruydu. İnsanın olduğu yerde kalması
demek, aslında o insanın kayıpta olması demekti. Yerinde saymak aslında
gerilemek demekti. Tıpkı bisiklet pedalını çevirmeyi durdurduğumuzda düştüğümüz
gibi, ticari işletmelerin yerinde sayması aslında gerilemek demekti. Dünya olanca
hızla değişmekte ve gelişmekte, bu değişim de olağanüstü bir rekabet ve yarış
ortamı yaratıyordu. Bu baş döndüren hızla değişen ve gelişen dünyada hem
bireysel hem de ticari olarak olduğumuz noktada kalmamız aslında gerilemek
anlamına geliyordu. Ancak, bir müddet bu konu üstünde düşündüğüm zaman, zihnimde
bazı şüpheler ve soru işaretleri belirmeye başladı. Zira, hep ilerleme, sürekli
önündekini geçme felsefesi bir manada insanı hep akan şeritte olmaya, hep yükselen
trendde yer alma saplantısına da sürüklüyordu. Fakat, insan her zaman akan
şeritte olabilir miydi? Dahası, insan her zaman akan şeritte, yada yükselen
trendde olmaya çalışmalı mıydı?
Hep akan şeritte olma felsefesi ve isteği
ülkemiz insanlarının çoğunun yaşam felsefesidir. Ülkemiz trafiğinde her gün şahit
olduğumuz üzere bazı sürücüler kendi şeritleri durduğu ve yavaşladığı anlarda akan
şeride sıçrarlar. Orası durduğu zaman yol istemeden, sinyal vermeden, saygısızca
yine daha hızlı akan şeride geçmeye çalışırlar. İstanbul'da yaşıyorsanız her gün
böyle insanlardan yüzlercesine rastlarsınız. Sürekli olarak akan şeritte olma isteği
sadece basit ve kötü bir trafik alışkanlığı değildir. Hep akan şeritte olma isteği,
sevgili yakınımın patronu gibi bazılarımız için bir yaşam felsefedir. Sürekli
akan şeritte olma isteği, yaşamın her alanında karşılık bulabilir. Örneğin borsada,
düşme trendine giren kağıdı satarak, yükselen trendi yakalama çabasında, arabası
veya cep telefonu eskimeden, fakat ikinci el değeri en yüksek noktadayken satarak
başka sıfır bir araba veya telefon alma çabasında, emlak olarak yükselen trend semtlerden
ev veya arsa alma çabasında gözlemlenebilir. Borsa bu durumu takıntı haline getirmiş
insanları en çok gördüğümüz yerdir. İnsanlarda borsanın düşme eğiliminde iken satıp
çıkma, yükselme trendinde iken ise doğru ve yükselecek kağıda yatırım yapma eğilimi
vardır. Aynı şekilde yatırım araçları arasında değişiklik yaparken de hep düşme
eğiliminde olandan kurtulma, yükselmekte olan trend yatırımlara sıçrama eğilimi
vardır. Hayat tercihlerinde, hayatın önümüze getirdiği yol ayrımlarında, eş ve arkadaş
seçimlerinde, ticari faaliyetlerde, iş ve meslek seçiminde, doğru kararı verme saplantısı
da hep doğru şeritte olma saplantısından ileri gelir. Genelde insanoğlu kendi kendine
yaptığı tercihlerin ne kadar doğru ve akıllı seçimler olduğunu fısıldar durur.
İnsan her zaman kendi seçimleri konusunda kendini haklı çıkarmaya çalışır. İnsanoğlu
bu yönüyle adeta kendi seçimlerini kutsar durur. Ama aslında diğer seçimi yapsaydı
ne olacağını, daha iyi mi yoksa daha kötü mü olacağını, daha mutlu mu yoksa mutsuz
mu olacağını, daha zengin mi yoksa daha fakir biri mi olacağını asla bilemez. Bu
durum hayatın gizemlerinden birisidir. Bir seçim yaparız ve diğer yolu seçseydik
ne olacağını asla bilemeyiz. Aslında hayatta, yaptığımız seçimler ve önceliklerimiz
dışında bize ait olan hiç bir şey yoktur.
Gerçekten hep akan şeritte olma mümkün
müdür? Bireysel olarak, toplumsal olarak veya ülkeler olarak hayatta hep doğru kararları
almak, hep doğru yatırımları yapmak, hep ilerlemek, hep yükselmek, hep büyümek mümkün
müdür? Yin Yang felsefesi bunun mümkün olmadığını söyler. Hayatın bir döngü olduğunu,
insanların, toplumların, ve medeniyetlerin dönemler halinde inişler ve çıkışlar
yaşadığını, insanın bir yönüyle erdemlerle yücelmek isterken, diğer yönüyle karanlığa,
kötüye ve günaha ilgi duyduğunu söyler. İnsanın doğru ve yanlış arasında gidip geldiğini
söyler. Eckhat Tolle de; muhteşem bir ifadeyle bu konuyu şöyle açıklar:" Herşeyin
size geldiği ve sizin gelişip iyiye gittiğiniz başarı devreleri vardır. Sonra onların
kuruyup dağıldıkları başarısızlık devreleri vardır. Yukarı doğru yükseliş devresinin
iyi, aşağı doğru iniş devresinin kötü olduğu doğru değildir, bunu sadece zihin böyle
yargılar. Gelişme ve büyüme genelde olumlu kabul edilir. Ama hiçbir şey sonsuza
dek büyüyemez." der. Ben hayatta her zaman akan şeritte olmanın mümkün olmadığını
düşünüyorum. Hayatın kendi kuralları, kendi dinamikleri, akıl ve bilimle açıklayamadığımız
sırları vardır. Hayatın akışını bazıları Karma ile, bazıları evrensel çekim yasası
ile, bazıları da kaderle açıklar. Hayatın, insanlara fırsat eşitliği sağlama zorunluluğu
yoktur. Hayatı olduğu haliyle kabul etmek gerekir. Ancak, hayatın çoğu zaman verdiğinin
karşılığı olarak başka bir yerden aldığına dair işaretler vardır. Hayat bazen size
uzun bir süre yeşil ışık yakabilir. Kırmızı ışığa yakalanmadığınız gibi, sarı ışığa
dahi yakalanmazsınız. Ama bazen de hayat size durup dururken, hiçbir anlamı
yokken ve asla zamanı değilken beklenmedik bir şekilde kırmızı ışık yakabilir. Bu
ani, büyük ve ölümcül bir kaza, tedavisi olmayan ölümcül bir hastalık, ticari
bir iflas veya tüm hayatımızı yıkıma götüren bir hata olabilir. Hayat bizi bazen
para, bazen güç, bazen kadın veya bazen de tutkularımız ile sınar. Maalesef çoğumuz
bu sınamalarda iyi sınav vermeyip kaybederiz. Sürekli akan şeritte olma isteği ve
mücadelesi insanın ruhunu yorar. Bu zaten boşuna bir çaba ve asla kazanamayacağımız
bir yarıştır. İnsan hayatında her zaman akan şeritte olmaya çalışmak yerine, hayatının
trafik ışıklarını ve işaretlerini takip etmelidir. Hayat, akışı içinde kimi zaman
bize yeşil ışık yakarken, kimi zaman da sarı ve kırmızı ışık yakar. Çoğu zaman aracımızla
seyahat ederken olduğu gibi, hayat, gitmek istediğimiz yöne kırmızı ışık yakarken,
bir başka yöne yada gitmek istediğimiz hedefe farklı bir rotadan ulaşmamızı sağlayacak
bir yöne doğru yeşil ışık yakar. O durumda olduğu gibi kırmızı ışığa kızıp küfretmek
yerine yanan yeşil ışıktan devam etmek insanı mutluluğa götürür. Hayat bizi mutluluğa
ve huzura götürecek işaretlerini verir. Yeter ki, hayatın trafik işaretlerini ve
yaktığı ışıkları okumasını bilelim.